Michel Foucault kitaplarından Özne ve İktidar kitap alıntıları sizlerle…
Özne ve İktidar Kitap Alıntıları
İktidar, mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesidir: eyleyen öznelerin davranışlarının kaydolduğu imkan alanı üzerinde yer alır: kışkırtır, teşvik eder, baştan çıkarır, kolaylaştırır veya zorlaştırır, genişletir ya da sınırlar, aşağı yukarı muhtemel halr getirir, uç noktafada kısıtlar ya da mutlak olarak engeller.
Bir iktidar ilişkisini tanımlayan, doğrudan ve aracısız olarak başkaları üzerinde değil; başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipi olmasıdır: eylem üzerinde potansiyel ya da fiili eylem, gelecekteki ya da şu andaki eylemler üzerindeki bir eylem.
Gemisiz uygarlıklarda düşler kurur, maceranın yerini casusluk, korsanların yerini de polis alır.
İnsanların mutsuzluğundan hükümetlerin sorumlu olmadıkları fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her zaman görevidir.
Modern olmak kendini akıp giden zamanın içinde olduğu gibi kabul etmek değil, karmaşık ve anlaşılmaz zor bir gelişme sürecinin nesnesi olarak görmektir.’
Hakikate ulaşmak istiyorsam, apaçık olan şey leri görebilecek herhangi bir özne olmam yeter. Descartes
İktidar bir ilişki, bir eylem biçimidir. Ama bu, doğrudan doğruya başkaları üzerinde değil, başkalarının şimdiki ya da gelecekteki eylemleri üzerindeki bir eylemdir.
Yaşamın ta kendisinin siyasi stratejilerde ortaya sürülmesi Foucault’ya göre bir toplumun “modernliğe girme eşiği”dir. “İnsan, binlerce yıl boyunca Aristoteles için neyse o olmuştur, yani yaşayan ve buna ek olarak siyasal bir varlık olma yeteneğine sahip olan bir hayvan; modem insan, bir canlı varlık olarak yaşamını kendi siyaseti dahilinde söz konusu eden bir hayvandır.
Felsefe, bilimsel aklın yetersizliğini gidermeye çalışmaktan vazgeçeli çok oldu; felsefe artık bilimsel yapının eksikliklerini tamamlamaya çalışmıyor.
Özne bir töz değildir; özne bir biçimdir ve bu biçim öncelikle ya da daima kendisiyle özdeş değildir. Kendinizi bir toplantıya katılan, orada oy kullanan ya da konuşma yapan siyasi bir özne olarak oluşturduğunuz zaman ve bir cinsel ilişkide arzularınızı doyurmaya çalıştığınız zaman sizin kendinizle ilişkiniz aynı değildir. Bu farklı tür özneler arasında birtakım ilişkiler ve birbirine müdahaleler olduğu kuşkusuzdur, ama karşımızdaki özne aynı tür özne değildir. Her örnekte kendimizle farklı bir ilişki biçimi kurar, her örnekte farklı bir biçim sergileriz. Beni ilgilendiren tam da bu farklı özne biçimlerinin hakikat oyunlarıyla ilişki içinde tarihsel olarak kurulmasıdır.
Devletin bakış açısıyla birey, ancak devletin gücüne, asgari düzeyde bile olsa, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, bir değişim getirebilecek durumda ise vardır. Demek ki, birey sadece bu değişimi meydana getirebileceği ölçüde devlet bireyle ilgilenmek zorundadır. Ve devlet kimi kez bireyden yaşamasını, çalışmasını, üretmesini ve tüketmesini ister, kimi kez de ölmesini.
– ( ) Akıl üzerine çalışacak kadar deli ve delilik üzerine çalışacak kadar da akıllıydım
Kant bence, modern felsefenin bölünmüş olduğu iki büyük kültürel geleneğin temellerini atmış görünmektedir. Diyelim ki Kant, kendi dev eleştirel yapıtında, doğru bilginin mümkün koşulları sorununu ortaya atan felsefe geleneğinin temellerini atmıştır ve bu temelde on dokuzunda yüzyıldan beri gelen bütün modern felsefe çizgisinin hakikatin analitiği olarak gelişmiş olduğu ifade edilebilir.
Gelgelelim, modern ve çağdaş felsefede, başka tipte bir soru, başka tipte bir eleştirel sorgulama daha vardır: Bu sorunun, tam da Aufklarung sorusunda ya da Devrim üzerine kaleme aldığı metinde ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu diğer eleştirel geleneğin ortaya attığı soru, Güncelliğimiz nedir? Şimdiki zamanda yaşanabilecek mümkün deneyimler alanı nedir? sorusudur. Burada söz konusu olan, bir hakikat analitiği değil; şimdinin ontolojisi, kendimizin bir ontolojisidir. Bence bugün için bizim önümüzdeki felsefi tercih şöyle özetlenebilir: Ya kendini genelde hakikatin analitik felsefesi olarak sunan bir eleştirel felsefe tercih edilebilir ya da kendimizin bir ontolojisi, şimdiki zamanın bir ontolojisi biçimine bürünecek eleştirel eleştirel bir düşünceden yana seçim yapılabilir; nitekim, Hegel’den gelip Nietzsche ve Max Weber üzerinden Frankurt Okulu’na kadar uzanan, benim de içinde çalışmaya çaba harcadığım bir düşünce biçimi kurmuş olan felsefe biçimi budur.
Başlık iddialı görünüyor, bunu biliyorum. Ancak böyle bir başlık koymamın özrü, tam da bu başlığı koyma nedenimle örtüşüyor. On dokuzuncu yüzyıldan beri, Batı düşüncesi siyasi yapılarda aklın rolünü -ya da aklın yokluğunu- eleştirme görevini yerine getirmeye çalışmaktan asla vazgeçmemiştir.
İktidar, mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesidir: eyleyen öznelerin davranışlarının kaydolduğu imkân alanı üzerinde yer alır: kışkırtır, teşvik eder, baştan çıkarır, kolaylaştırır veya zorlaştırır, genişletir ya da sınırlar, aşağı yukarı muhtemel hale getirir; uç noktada kısıtlar ya da mutlak olarak engeller; ancak eylemde bulundukları ya da bulunabilecekleri ölçüde eyleyen özne ya da özneler üzerinde eylemde bulunma biçimidir. Başka eylemler üzerindeki bir eylem kümesi.
İktidarın işleyişi, bireysel ya da kolektif, taraflar arasındaki bir ilişki değildir yalnızca; bazılarının başkaları üzerindeki eylem kipidir. Kuşkusuz bunun anlamı, iktidar diye bir şeyin olmadığı; global olarak yoğunlaşmış ya da dağılmış biçimde var olacak bir iktidar olmadığıdır: yalnızca birilerinin başkalarına uyguladığı iktidar vardır; iktidar, elbette kalıcı yapılara dayanan bir dağınık imkânlar alanına kaydolmuş olsa bile yalnızca edimde vardır. Bunun başka bir anlamı da, iktidarın rıza göstermeyle bir ilgisi olmadığıdır. İktidar kendi başına özgürlükten vazgeçilmesi, hakların devredilmesi, tek tek herkesin sahip olduğu iktidarı birkaç kişiye emanet etmesi (bu, rızanın iktidarın var oluşu ya da korunmasının bir koşulu olabilmesini engellemez) değildir; iktidar ilişkileri önceden var olan ya da durmadan yinelenen bir rızanın ürünü olabilir; ama, kendi doğası gereği, bir konsensüsün dışavurumu değildir.
Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.
devlet kimi kez bireyden yaşamasını, çalışmasını, üretmesini ve tüketmesini ister, kimi kez de ölmesini.
Toplumumuzun aklı başında olmaktan ne anladığını öğrenmek için belki delilik alanında olup bitenleri araştırmamız gerekmektedir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Foucault’a göre özgürlüğün kullanımı bir “ahlaki özneleşme”, yani kendimizi özne olarak yeniden kurma biçimini almalı ve yeni tahakküm biçimleri üretmeden iktidara karşı direnmeyi mümkün kılmalıdır. /arka kapak/
Bir sömürge halkı kendisini sömürgecisinden kurtarmaya çalışıyorsa, bu hakikaten, sözcüğün tam anlamıyla bir özgürleşme eylemini temsil eder.
‘Modern olmak kendini akıp giden zamanın içinde olduğu gibi kabul etmek değil, karmaşık ve anlaşılmaz zor bir gelişme sürecinin nesnesi olarak görmektir.’
Guys , ‘Işığın parlayabileceği,şiirin yankılanabileceği, müziğin çınlayabileceği,yaşam dolu her yerde, güneşin yoldan çıkmış hayvanın zevklerini aydınlattığı her yerde kalacak son kişidir.’ Baudelaire
‘Her birimiz bir cenaze törenini kutlamaktayız.’
Baudelaire
Bütün felsefi sorunların belki en kesini şimdiki zaman sorunu, bizim tam şu anda ne olduğumuz sorunudur.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Felsefenin dünyamızın eleştirel bir analizi olma görevi giderek daha fazla önem kazanan bir boyut.
İktidarın işleyişi, bireysel ya da kolektif, taraflar arasındaki bir
ilişki değildir yalnızca; bazılarının başkaları üzerindeki eylem kipidir.
çoğu zaman devlet, bireyleri görmezlikten gelen, sadece bütünlüğün ya da yurttaşlar topluluğu içindeki bir sınıfın ya da grubun demeliyim, çıkarlarını gözeten bir siyasi iktidar türü olarak tasarlanır.
Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir
Insanların mutsuzluğundan hükümetlerin sorumlu olmadıkları fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her zaman görevidir. İnsanların mutsuzluğu asla siyasetin dilsiz bir kalıntısı olmamalıdır.
Konuşmak ve bir arada konuşmak için burada bulunan bizler, meydana gelen olayları hoş görmekte belli bir ortak güçlük çek mekten başka sıfatı olmayan özel kişileriz.
Biliyorum ve gerçeği kabul etmek gerekir: İnsanları ülkelerinde yaşamak yerine terk etmeye yönelten nedenlere ilişkin fazla bir şey yapamıyoruz. Bu olay bizim gücümüzün dışındadır.
Polemikten yeni bir fikir çıktığı görülmüş müdür hiç? Kaldı ki, muhatapların söylediklerini geliştirmeye, giderek daha fazla risk almaya değil; sürekli olarak iddia ettikleri haklara, bu hakların savunmaları gereken meşruiyetine ve masumiyetlerinin olumlanmasına başvurmaya kışkırtıldıklan göz önüne getirildiğinde, başka türlü bir tabloyla karşılaşılması mümkün müdür? Burada daha ciddi bir durumdan söz etmek gerekir: Bu komedide, savaşlar, muharebeler, ilhaklar ya da koşulsuz teslim olmalar taklit edilir, öldürme içgüdüsü olabildiğince öne çıkarılır. Ama, insanları bu tür yollardan giderek hakikate ulaşabileceklerine inandırmak, dolayısıyla, sadece simgesel bir biçimde olsa bile, gücünü bu yollardan alabilecek gerçek siyasi pratiklere değer yüklemek de aynı derecede tehlikelidir. Bir an için, sihirli bir değneğin dokunduğunu ve polemiğe katılan iki düşmandan birisine diğeri üzerinde dilediği kadar iktidar kullanma gücü verildiğini tasarlayalım.
Kendime bir kimlik biçme yanlısı olmadığım, beni yargılama ve sınıflandırma eğilimlerinin çeşitliliğinden bayağı keyif aldığım doğrudur.
Bir tarihçinin incelemelerini değil; tarih incelemeleri yapıyorum
Her toplumsal alanda iktidar ilişkilerine rastlanıyorsa, bunun nedeni her yerde özgürlüğün de olmasıdır.
Özgürlük, etiğin ontolojik koşuludur. Ama etik, özgürlüğün aldığı düşünülmüş biçimdir.
Etik, özgürlük pratiği değilse bile, özgürlüğün düşünülerek hayata geçirilmesi değil midir?
Hakikate ulaşmak istiyorsam, apaçık olan şeyleri görebilecek herhangi bir özne olmam yeter
Toplum, farklı iktidarlardan bir takımadadır.
Kendimi bildim bileli insanların neden konuşmak zorunda olduklarını merak etmişimdir. Oysa suskun kalmak, pekâlâ insanlarla ilişki kurmanın çok daha ilginç bir yolu olabilir.
Devlet, kendi için var olan bir şeydir. Hukukçular devletin meşru biçimde nasıl kurulabileceğini bilmeye çalışsalar da, devlet, bir tür doğal nesnedir. Devlet, kendinde, şeylerin bir düzenidir ve siyasi bilgi onu hukuksal düşünüşlerden ayırır. Siyasi bilgi halkların haklarını veya insani ya da ilahi yasaları değil, yönetilecek olan devletin doğasını ele alır. Yönetim, ancak devletin gücü bilindiğinde mümkündür: Devletin gücü ancak bu bilgiyle sürebilir. Ve devletin kapasitesini ve bu kapasiteyi arttırma imkânlarını, aynı zamanda, diğer devletlerin, benim devletime rakip devletlerin güç ve kapasitesini de bilmek gerekir. Yönetilen devlet diğer devletlere kafa tutabilmelidir. Dolayısıyla, yönetim genel akıl, bilgelik ve temkinlilik ilkelerini yerine getirmekten fazlasını içerir. Spesifik bir bilgi gereklidir: Devletin gücüne dair somut, belirli ve ölçülen bir bilgi. Devlet aklının temel özelliği olan yönetme sanatı, o dönemde siyasi aritmetik diye adlandırılan şeyin -yani, siyasi istidadın kazandırdığı bilginin- gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu siyasi aritmetiğin öteki adı, çok iyi biliyorsunuz, istatistikti; olasılık hesabıyla hiçbir bağı olmayan; ama devletin bilinmesine, farklı devletlerin karşılıklı güçlerinin bilinmesine bağlı istatistik.
Devlet aklı ne Tanrı’nın bilgeliğine ne de prensin akıl veya stratejilerine gönderme yapmaktadır. Devletle, devletin doğası ve rasyonelliğiyle ilgilidir. Bu tez -bir hükümetin niyetinin devleti güçlendirmek olduğu tezi— modern siyasi rasyonalitemizin ortaya çıkış ve gelişimini izlemek için önemle ele alınması gerektiğine inandığım çeşitli düşünceler içerimler.
Sürülen duyguların en önemlisi ahlâki duygular, yani, kişiyi acı çekene yardıma itebilen ve acıya neden olmaktan kaçınmasını sağlayabilen çıkıntılı ve kuralsız “vicdanın sesi”dir. [Çünkü] vicdan kişiye, yapması söylenen hareketin —yordamsal olarak doğru olsa bile- yanlış olduğunu ya da bağlayıcı yordam açısından “düzensiz” görünen tamamen farklı bir hareketin doğru olduğunu söyleyebilir. Ve eğer bu ses güçlü ve bunu boğabilecek öteki sesler zayıf ise bu durumda örgütte yürütülen ortak hareketin kaderi bireysel işçilerin ahlâki duygularının merhametine kalmış olacaktır.
Ne olduğumu tam olarak bilmenin gerekli olmadığını düşünüyorum.
Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kuramlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.
Devlet aklı ilahi, doğal ya da insanı yasalara göre bir yönetim sanatı değildir. Dünyanın genel düzeni ne saygı göstermesi gerekmez. Bu, devletin gücüne uygun olarak yönetmektir. Amacı geniş kapsamlı ve rekabetçi bir çerçeve içinde bu gücü arttırmak olan yönetimdir
Tek derdi ayakta kalabilmek olan, mutlaka felakete sürüklenecektir.
Çoban, bir toprak parçası üzerinde değil, daha ziyade, bir sürü üzerinde iktidar kullanır. Herhalde bundan daha karmaşıktır; ancak, genel kapsamda konuştuğumuzda, ilahi varlık, toprak ve insanlar arasındaki ilişki Yunanlılarda görülenden daha farklıdır. Yunanlıların Tanrıları toprağın da sahibiydi ve insanlar ile Tanrılar arasındaki ilişkiyi esasen bu temel mülkiyet belirliyordu. Oysa burada esas ve temel olan özellik, Çoban-Tanrı’nın kendi sürüsüyle kurduğu ilişkidir. Tanrı, sürüsüne bir toprak parçası bahşeder ya da vaat eder
Bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor
hakikati kendi tekelinde bulundurduğunu iddia eden bir siyasi sistemden daha tehlikeli de hiçbir şey yoktur.
Freud’e göre, der Lacan, bastırılmamış arzu yoktur: Arzu, bastırıldığı için ve arzuyu oluşturan şey yasa olduğu için arzu olarak var olur ve böylece yasa kavramından bastırma kavramını çıkarır .
Oysa suskun kalmak, pekâlâ insanlarla ilişki kurmanın çok daha ilginç bir yolu olabilir .
Bir devlet aklı, cumhuriyetin bağrında düzenin veya huzurun da nasıl egemen kılındığını anlamamızı sağlayan bir yöntem veya bir sanattır .
İktidarın işleyişi sürekli bilgi yaratıyor ve aksi yöndeki bilgi de iktidar etkisine yol açıyor. Bilgi olmadan iktidarın sürdürülmesi olanaksız, tıpkı bilginin iktidar doğurmamasının olanaksızlığı gibi
Siyasetçi olmak insanlan beslemek, onlara bakmak, nesli sürdürmek değil; bağlamak, değişik erdemleri
bağlamak, kamuoyu “mekiğinden” yararlanarak birbirine zıt olan
huyları (ya aceleci ya ölçülü) birbirine bağlamak anlamına geliyordu.
Bir siyasi rejimin hakikate kayıtsız kalmasından daha tutarsız hiçbir şey gösteremezsiniz bana; ama, hakikati kendi tekelinde bulundurduğunu iddia eden bir siyasi sistemden daha tehlikeli de hiçbir şey yoktur. Nasıl hakikatin iletişimin kendiliğinden oyunlarında doğal olarak bulunacağına inanmanın en ufak bir yararı yoksa, “doğruyu söyleme” işlevi de kesinlikle bir yasaya dönüşmemelidir.
Doğruyu söyleme görevi sonu gelmeyen bir çalışmadır: bütün karmaşık yönleriyle bu göreve saygıyla yaklaşmak, hiçbir iktidarın -köle suskunluğunu dayatmak istediği zaman hariç- vazgeçemeyeceği yükümlülüktür.
Çobanın attığı her adım sürüsünün iyiliği göz önünde tutularak ayarlanmıştır. Bu onun sürekli kaygısıdır.
Çobanın rolü kendi sürüsünün selametini sağlamaktır.
Yaptıklarımın akademik statüsüyle ilgilenmiyorum, çünkü sorunum kendimi dönüştürmek. Ayrıca insanlar, “Evet, birkaç yıl önce şöyle düşünüyordunuz, şimdi böyle söylüyorsunuz,” dediği zaman, cevabımın, Yoksa benim yıllarca aynı şeyi söyleyip hiç değişmemek için mi böyle çalıştığımı sanıyorsunuz?” şeklinde olmasının nedeni de bu. İnsanın bilgisiyle kendi kendisini dönüştürmesi, bence estetik deneyime çok yakın bir şey. Bir ressam kendi resmiyle dönüşüme uğramıyorsa niçin çalışsın ki?
Yaşamanın ve çalışmanın temel önemini oluşturan şey, başlangıçtakinden farklı biri haline gelmektir.
Baudelaire, göre modern ressam, koyu redingotu zamanımızın zorunlu kostümü olarak gösterilebilen; çağımızın ölümle girdiği özlsel, kalıcı, sabit ilişkisinin günümüzün modasında nasıl gözler önüne serilececeğini bilen ressamdır. Ceket ile redingot yalnızca evrensel eşitliğin bir ifadesi olan şiirsel güzelliğe değil; Onun yanı sıra, kamusal ruhun bir ifadesi olan şiire sahiptir. Her birimiz bir cenaze törenini kutlamaktayız. Baudelaire, bu modernlik tutumunu anlatmak için, bir reçete biçiminde Sunduğundan dolayı çok anlamlı bir cümleyi zaman zaman kullanır. Şimdiki zamanı kötülemeye hakkımız yoktur.
Modernlik,zamanın akışını takip etmekten başka bir şey yapmayan modadan farklıdır; modernlik, şimdiki anın kahramanca boyutunu kavramaya sağlayan tutumdur. Modernlik,kaçıp giden şimdiye duyarlı olma olgusu değil; şimdiyi kahramanlaştırma istemidir.
Ben miyobum, ama güzellikten hiçbir bişey anlamayacak kadar da kör değilim.
Bir etki kendini çok şiddetli hissettirdiğinde bir pencere açmak ister insan.
Bazı dönemlere ilişkin nostalji hissetmek İyidir; yeter ki bu şimdiki zamanda bilinçli ve olumlu bir ilişki kurmanın yolu olsun
Ama eğer nostalji şimdiki zaman karşısında saldırgan ve anlayışsız olmanın bir nedeni haline gelirse, o zaman nostaljiyi yok etmek gerek.
Akıl üzerine çalışacak kadar deli ve delilik üzerine çalışacak kadar da akıllıydım.
Açıkça anlaşılmalıdır ki, ben bir gelenek ve görenekler tarihi, bir davranış tarihi, cinsel pratiklerin toplumsal bir tarihini değil; zevklerin, arzuların ve cinsel davranışın antikçağda belirli bir yaşam sanatı ile ilişkili olarak sorunsallaştırılışının irdelenişinin ve düşünülüşünün tarihini yazıyorum.
Oysa bana göre, çalışmak, daha önce düşünülmüş olanların dışında bir şey düşünmeye girişmek demektir
Arada geçen sürede fikrimi değiştirdim. Bir çalışma, aynı zamanda insanın düşündüklerini, hatta kendisini değiştirmeye yönelik bir girişim olmazsa, fazla eğlendirici bir yanı kalmıyor.
Sonuç olarak şöyle söylenebilir: Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorlada dayatılmakta olan bu tür bir bireyselliği reddederek yeni özellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.
Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.
Kant’tan beri felsefenin rolü, aklın deneyiminde verilmiş olanın sınırlarını aşmasını önlemektir: ama aynı dönemden itibaren -yani, modern devletin ve toplumun sisyasi düzlemde yönetilmesinin gelişmesinden beri- felsefenin rolü, siyasi rasyonalitenin aşırı güçlerini gözetim altında tutmaktır.
Bu oldukça yüksek bir beklentidir.
itaat etmek sürekli bir durumdur; koyun sürekli olarak çobanın dediklerine uymak zorundadır.
Dolayısıyla Platon da, birbirinin takipçisi ve zıddı olan iki hareketle kendi ekseni etrafında dönen dünya mitine başvurur.