İçeriğe geç

Özgürlüğün İslami Yolu Kitap Alıntıları – Mustafa Akyol

Mustafa Akyol kitaplarından Özgürlüğün İslami Yolu kitap alıntıları sizlerle…

Özgürlüğün İslami Yolu Kitap Alıntıları

Gerçekte Kur’an hiçbir devlet tarifi içermez. Pek çok ayetinde inananlara ümmetin lideri olan peygambere itaat etmelerini öğütler, ama peygamberin ardından bir hükümet biçimi anlamına gelecek bir yol haritası çizmez.
Mutezile akımı, İslam dünyasında genellikle yanlış anlaşılmıştır. Kimi zaman, İslam dünyasındaki aynı akılcı damardan çıkan, fakat giderek antik Yunan’ın materyalist dogmalarıyla tümden büyülenip materyalist düşünürler haline gelen bazı seküler “feylosoflar” ile karıştırılmışlardır. Oysa, Mutezililer, dinlerine hizmet etmeye niyetli samimi Müslümanlardı. Bilhassa eğitimli gayrimüslimler nezdinde, İslam’ı ilgi ve merak uyandıran bir konuma getirmişlerdi. Onları İslam dünyasındaki “sağ” ile “sol” arasında, yani akla tümden karşı olan Müslümanlar ile seküler feylosoflar arasında bir “orta yol” sayan Batılı akademisyenlerin haklı olduğu söylenebilir.

Bu temeller üzerinde yükselen Mutezile ekolü, sadece İslam’a hizmet etmekle kalmadı, bugün “modern” denen birtakım fikirlerin de öncülüğünü yaptı. İnsanı, kendisine Allah tarafından özgür irade bahşedilmiş ve fiillerinden sorumlu bir varlık olarak niteleyen Mutezile, Amerikalı bir hukuk profesörünün ifadesiyle, “rasyonalite, nesnellik, bireysel özgürlük ve eşitlik gibi Batılı hukukun birçok temel ilkesini paylaşıyor, hatta önceliyordu.

Mutezililer, Yaratıcı’nın nitelikleri kadar vahyin nitelikleri konusunda da muhaliflerinden farklı düşünüyorlardı: Onlar vahyin, yani Kur’an’ın “yaratılmış” olduğunu ileri sürerken, karşıtları “yaratılmamış” olduğunu savunuyordu. Yaratılmamış Kur’an görüşünü savunanlara göre, Müslümanların kutsal kitabı —tıpkı Yuhanna İncili’nde tanımlanan Hz. İsa gibi— ezelden beri Allah’la birlikte vardı. Oysa, Mutezililer, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna kesin inanmakla birlikte, Allah’ın bu sözü tarihin belli bir noktasında söylediğine inanıyorlardı. Aksi halde, Kur’an’ı ikinci bir ilah seviyesine çıkarmak söz konusu olurdu ki, Mutezililer açısından böyle bir durum, İslam’ın vazgeçilmez ilkelerinden olan vahdaniyete (Allah’ın birliği) tamamen ters düşerdi.
Mutezililerin benimsediği akılcılık, Allah’ın ve O’nun kâinatının “akli yasalara göre işlediği” görüşünü doğurdu. Nitekim, Ortaçağ İslam dünyasında görülen bilimsel patlama, bilimsel araştırmaya zemin sağlayan bu öncülden hareketle gerçekleşti.
Bu enteresan meseleyi gündeme getiren önemli bir isim ise, 2006 yılında Almanya Regensburg’da yaptığı tartışmalı konuşmayla Papa XVI. Benedict oldu. Konuşmasında İslam’daki “voluntarist” görüşleri eleştiren Papa, bu tip görüşlerin “hakikat ve iyilikle bir ilgisi olmayan, keyfince davranan kaprisli bir Tanrı imajına yol açabileceği” uyarısı yaparken haklıydı. Fakat, bu imajın İslam’daki tek görüş olduğunu varsaymakla yanılıyordu. Aslında Papa’nın öne sürdüğü “Biz Tanrı’yı aşılamaz, anlaşılmaz bir voluntarizmle kendimizden uzaklaştırdığımızda, O daha kutsal olmuş olmaz” yaklaşımı, tam da Mutezile ekolünün on iki yüzyıl önce savunduğu bir görüştü. Nitekim bu görüşü, Ortaçağ’da Hıristiyanlara aktaran, kendisi de bir geç devir Mutezilisi sayılabilecek olan İbni Rüşd’den başkası değildi.

Dipnot: “İslami Aristoculuk olmadan Hıristiyani Aristoculuk kesinlikle olmazdı.” Dolayısıyla, Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesinin gelişmesinde “İbni Rüşd’ün (ve İbni Sina’nın) etkileri son derece açıktır. Fakat İslam’a olan bu entelektüel borç günümüzde çok az bahis konusu oluyor.”

Bu noktada, benzer bir teolojik tartışmanın Hıristiyan geleneğinde de mevcut olduğunu belirtelim. Hıristiyan geleneğinde “rasyonalizm” veya “entelektüalizm” olarak bilinen yaklaşım da, tıpkı Mutezile gibi, Allah’ın akli davrandığını ve dolayısıyla O’nun dileğinin insanlar tarafından kısmen de olsa kavranabileceğini savunmaktadır. Buna karşılık “voluntarizm” (iradecilik; istenççilik) adı verilen akım, bizim bildiğimiz herhangi bir ilkeye bağlı olmayan, tümüyle bilinemez bir yaratıcı tanımı yapar.
Peki ama, adalet ne anlama geliyordu? Ve insanlar, neyin adil olup olmadığını nasıl bilebilirlerdi? Mutezile’ye muhalif olanlar, önce adaleti tanımlayıp sonra da bunu Allah’tan beklemenin yanlış olduğunu söylediler. Onlara göre, zaten Allah her ne yaparsa adalet o olurdu. Örneğin şayet Allah herkesi hiç sebepsiz yere cehenneme atsa, adalet bu olurdu. Çünkü adaletin, Allah’ın yaptıklarının dışında bir tanımı olamazdı.

Mutezile’ye göre ise, böylesi bir “ilkesiz” Allah tahayyülü, O’na karşı saygı değil bilakis saygısızlık anlamına gelirdi. Onlara göre, adil ve iyi olmak, Allah’ın zatında olan vasıflardı ve O, dilediği her şeyi yapmaya gücü olsa bile, asla bu ilkelere zıt bir şekilde hareket etmezdi. Bu nedenle Mutezile, “Allah’ın masumlara eziyet etmeyeceği ve imkânsız olanı istemeyeceği” konusunda ısrarcıydılar. Bu ısrarlarını sürdürürken, Allah’ın gücünü tartışma konusu yapıyor değillerdi. Tam aksine, Allah’ın bizzat Allah olduğu için adil hareket edeceğini öne sürüyorlardı.
____________________________________________
Birçok felsefi, kelami meseleyi içinde barındıran muhteşem bir pasaj. Hangi birini yazalım? Yeme de yanında yat. ????

Liberal siyasetin dini bir toplumla uzlaşması ancak Yaratıcı’nın toplumun bireylerine akıl ve özgür irade bahşettiğine ve Yaratıcı’nın neyi murad ettiğinin kesin bilinemeyeceğine inanıldığı takdirde mümkün olur.

—Leonard Binder, İslami Liberalizm

Hıristiyanların “abartılı cinsellik korkusu” modern zamanlara kadar devam ederken, Müslümanlar, tam aksine, modern zamanlara kadar cinsellikle daha barışık olageldi. İslam hukukunun en muhafazakâr âlimleri bile, “kadınların cinsel zevk hakkı”na atıfta bulunurlardı. İslam âlemindeki cinsellik tasavvuru da, Batı’dakinden çok farklıydı. Batılılar cinsel ilişkiyi erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünü gerçekleştirdiği bir “savaş alanı” olarak görürken, Müslümanlar “yumuşak, paylaşılan zevk” olarak değerlendiriyorlardı. Ayrıca, Müslümanlar, “cinsel tatminin, uyumlu bir sosyal düzen ve mamur bir medeniyet için gerekli olduğuna” inanıyorlardı.

Fakat, o günden bugüne, köprünün altından çok sular aktı. İslam ve Hıristiyan kültürleri arasında sanki roller bugün neredeyse tamamen değişmiş durumda. Genç kuşakların cazip Batı kültüründen büyülenmesinden, Müslüman din adamları şikâyet ediyor. İslam, son derece katı disiplinli ve hatta bazen kendi kendine eziyet eden bir din olarak görülürken, Hıristiyanlık ise, esnek ve özgürlükçü bir dinmiş gibi algılanıyor. Aynı şekilde “cinsellik korkusu” denen şey de, Batı değil İslam toplumlarında görülüyor.

Kısacası Batı bugün özgür, rahat ve zengin İslam âlemi ise fakir, endişeli ve tam olarak özgür değil

Peki ama niçin? Ne oldu da böyle oldu?

Eğer İslam Doğu’yu aydınlattıysa, o aydınlanmış Doğu’ya ne oldu?

İslami fethin arefesinde Hıristiyan Doğu, insan tabiatının sınırlarını unutmuştu. Kilisenin birçok üyesi melekleri taklit etmeyi hedefliyordu. O nedenle rahip ve rahibeler cinsellik barındırmayan bir hayatı seçiyor, kasaba ve köylerden çıkıp çöllere göç edenler oluyor, nefsin arzularını öldürmek adına kendilerine işkence eden rahipler ortada dolaşıyordu. Bu doğulu münzevilerin bazıları, yalnızca ayakta uyur pozisyonda uyurlar, bazıları kendilerini karanlık hücrelere hapsederler, bazıları da direklerin üzerinde yaşar ya da sadece haftada bir kez ve o da otlardan ibaret bir yemek yerlerdi. İslam ise, Hıristiyan Doğu’nun bütün bu aşırılıklarına bir son verdi. Abartılı cinsellik korkusunu yok etti, inzivayı gözden düşürdü, mükemmelliği yakalamakta başarısız olanların cehennem korkusunu söndürdü, saplantılı teolojik tartışmaları sakinleştirdi.

Ortodoks İlahiyatçı Nikolay Zernov

Bu öğreti (Mutezile ekolü), dünyanın insanların ‘’tercih etme hakkına’’ sahip olduğu özgür
bir yer olması gerektiği sonucuna götürdü.

Onlara göre, bütün dünya insanların hakiki imanı kabul edip etmeyeceklerinin imtihan
olunduğu bir ‘’imtihan yeri’’ olarak görülmeliydi.

‘’Dinde zorlama ve baskı yoktur’’ ayetinin de işaretiyle , iman, ancak hakiki bir tasdikle,
yani ‘kalbin bir eylemiyle’ gerçekleşebilirdi.

Öyleyse, insanlar, iman edebilmek için, önce ‘’din konusunda tercihte bulunabilme’’
özgürlüğüne sahip olmalıydılar.

özgürlük, her bireyin, kendi tercih ve kararlarıyla, doğru ve yanlışlarıyla şekillenen dolu bir hayat yaşamak için ihtiyaç duyduğu zemindir. Ve hatta özgürlük, her bireyin, Allah’ı bulmak için yürüyeceği yoldur.
bir dinin gücü, muhaliflerini susturma gücüyle ifade bulmaz. O dine inananların ahlaki erdemleri ve entelektüel kapasitesiyle ifade bulur.
Allah korkusunun yerine devlet ya da toplum
korkusunu koymak ise, en baştan samimi dindarlığın
önünü kesmek anlamına gelir. Bu yüzden de insanlar
hakiki bir dindarlığı yaşayabilmek için, hem devletin
hem de toplumun baskısından özgür olmalıdır.
Hatta, günah işlemeyi mümkün kılan araçların
erişilebilir olması gerektiği dahi savunulabilir. Çünkü
ancak bu sayede dünya bir “imtihan dünyası” olarak
kalabilir. Alkolün yasaklandığı bir ülkede
Müslümanların kendi tercihleriyle alkolden uzak
durduğunu iddia edemeyiz.
dindarlığın zemini baskı değil özgürlük olmalıdır.
Özetle, zorlamanın ürettiği şey samimi dindarlık değil,
ikiyüzlülüktür. Kur’an ise ikiyüzlülüğü (münafıklığı)
inançsızlıktan bile daha kötü bir şey olarak görür. Bu
gerçek, belki az önce sözünü ettiğim rejimler için büyük
bir problem teşkil etmiyor, çünkü onlar zaten insanların
nasıl göründüğüyle ilgileniyor olabilirler. Örneğin Suudi
rejimi, kendi topraklarında “İslam-dışı” bir şeye izin
vermediği için övünmekte, yani kendisiyle meşruiyet
zemini üretmektedir. Perspektif siyasi olunca,
eleştirdiğimiz otoriter politika iyi sonuç vermiş gibi
görünebilir; ama dini açıdan önemli olan insanların
kalplerinde ne hissettikleridir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“laik [secular] devlet” ile “laikçi [secularist] devlet” arasındaki farkı ortaya koymamız gerekiyor. Laik devlet, dine karşı tarafsız kalan ve vatandaşlarının inancını yaşama hakkına saygı gösteren bir devlettir. Oysa, laikçi devlet dine düşmandır ve dinin toplumdaki ve hatta tek tek vatandaşların hayatındaki etkisini frenlemek ister. Dolayısıyla İslam –veya başka bir din– ile laikçi devlet anlayışını
uzlaştırmak çok zordur.
Türkiye’nin bazı muhafazakâr Müslüman düşünürleri, “İslam’ın Protestanlaştırılması” olarak isimlendirdikleri bu sürece karşılar, çünkü bunun İslami değerleri aşındırmakta olduğunu düşünüyorlar. Korkularında
tümüyle haksız da değiller: Eğer Müslümanlar, İslami değerleri modern bağlam içinde yeniden üretebilen bir orta sınıf kültürü oluşturamazlarsa, gerçekten
sekülerleşebilirler. Gelgelelim, çözüm kaybolmaya mahkûm olan eski ve durağan olana yapışmaktan değil, yeni ve dinamik olanı kucaklamak ve bunu Müslümanca yapmaktan geçiyor. Bu vizyon, elbette, totaliter bir İslami devlet rüyası gören İslamcıların vizyonundan çok farklıdır. Ama aynı şekilde, İslam’dan (ve aslında her türlü geleneksel dinden) arındırılmış bir dünya peşinde koşan seküleristlerin vizyonundan da çok farklıdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
1990’lı yıllardan itibaren İslami entelektüeller “İslami devlet” fikrini sorgulamaya başladılar ve sosyal bir ideal olarak “çoğulculuğu” savunarak “ideolojiden arınmış devlet” ya da “nötr
devlet”ten söz etmeye başladılar. “İran, Suudi Arabistan ve Afganistan’daki İslamcı rejimlerin Türkiye’deki laiklerden daha fazla baskı uyguladıklarını” görmüşlerdi ne de olsa.
Özal’lı yıllarda İngiltere’ye taşınan bir Türk Müslüman akademisyen, sonradan şöyle yazacaktı: Ben (ibadete tahsis edilmiş bir oda bile bulamadığım) Ankara’da çalıştıktan sonra, 1990’ların başında İngiltere’ye gittim İngiltere’de
üniversitelerde ve (asıl şaşırtıcı olanı) vizelerimizi yenileme başvurusu için gittiğimiz İçişleri Bakanlığı gibi hükümet binalarında Müslümanlar için ayrılmış ibadet odalarında ibadetlerimizi yapabildik. Bu, bizim için ve diğer birçok Türk vatandaşı için gözlerimizi açan ve hayatımızı değiştiren bir tecrübeydi.
Ama şahın mutlakiyetçi yönetiminin demokratik politikaları imkânsız hale getirdiği İran’da tek çıkış yolu devrimdi. Demokrasinin derin bir şekilde kökleşmediği ya da kökleşmesine izin verilmediği Mısır ve Cezayir’de ise tek seçenek, en azından belli gruplar için, silahlı cihat oldu.
öyle ki, 1990’lı yıllardan itibaren Batı, Türkiye’deki Müslümanlara zaman zaman bir müttefik olarak bile göründü; çünkü Batı dünyasının din özgürlüğü standartları, Türkiye’nin kendine özgü laikliğinden çok daha saygılıydı İslam’a. (Örneğin Türkiye’de başörtüleriyle üniversiteye kabul edilmeyen binlerce öğrenci Batı üniversitelerine gitti.)
İslamcılar, iktidara geldikleri ülkelerin hiçbirinde – örneğin İran, Sudan ve Afganistan’da– vaat ettikleri yeryüzü cennetini kuramadılar, aksine son derece
başarısız oldular. Çünkü iktidara getirdikleri şey “İslam” değildi, İslam kisvesi altındaki bir totaliterlikti. Ve her
totaliterlik başarısız olmaya mahkûmdur.
Yine de, İslamcıların bu deneme-yanılma sürecine girmesine izin verilmesi, test edilmemiş bir ütopyaya sarılmalarından daha iyiydi belki de. Çünkü siyasi arenada mücadele etmelerine izin verilmeyen ülkelerdeki İslamcılar daha radikal bir çizgiye kaydılar ve bazıları en sonunda şiddete yöneldiler.
.. klasik dönemde hukuk sistemi çoğulcuydu, çünkü hukuk bölgesel değil kişiseldi. (Bütün ülkede geçerli bir standart hukuk yoktu; kişilerin tabi olduğu
farklı hukuklar vardı.) Osmanlılar 19. yüzyılda hukukun bölgesel olduğu ve bütün vatandaşları eşit biçimde bağladığı yönündeki modern ilkeyi benimsediler –
Mecelle adlı bir kanun kitabı oluşturarak şeriatı standartlaştırdılar. Fakat Osmanlılar bu standartlaşmayı, “Zamanın değişmesi hükümlerin değişmesini meşrulaştırır” diyerek, yani şeriatı reforma tabi tutarak ve daha ileriki reform ihtiyacını kabul ederek yaptılar. Gelgelelim, İslamcı proje, on dört yüzyıl öncesinin normlarına göre geliştirilmiş olan “orijinal şeriat”ı herkese dayatmayı amaçladı. Üstelik, şeriatın yürütmenin başındaki iktidarlar üzerinde bir denetleme vazifesi gördüğü klasik dönemden farklı olarak, onu iktidarın bir aracı olarak gördü. Modern devletin güçlü araçları ile modern öncesi hukuk standartlarının bu bileşimi, çok baskıcı bir sistem ortaya çıkaracaktı. Bu sistemin, Kur’an’ın öncelikli meselesine, yani insanların dindarlığına hizmet edip etmediği ise sorgulanmadı bile. Çünkü mesele o değildi. Mesele, Müslümanlara dünyevi zaferler kazandıracağına inanılan “mükemmel bir sistem” kurmaktı.
Bu, toplumun devlet tarafından kontrol edildiği, devletin ise ordunun hâkimiyetinde olduğu ceberrut bir modernleşmeydi.
Lewis’in tarif ettiği liberal akımın en iyi örneği, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Genç Osmanlılar idi. Bundan önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, onlar hem liberal hem İslami bir ideoloji geliştirmişlerdi. Ama
Genç Osmanlılardan yaklaşık otuz yıl sonra ortaya çıkan Jön Türkler arasında Lewis’in sözünü ettiği diğer eğilim baskın çıktı. Bu otoriter akım hem liberalizme hem de İslam’a uzaktı. Söz konusu eğilim, Jön Türk hareketinin Garpçılar adıyla bilinen bir fraksiyonunda bariz bir şekilde
görülüyordu. Osmanlı’nın son dönemlerinde entelektüellerin neredeyse hepsi Batı’dan öyle ya da böyle etkilenmişlerdi, ama Garpçılar’ın ilham aldıkları Batılı kaynaklar oldukça spesifikti. Aralarında 18. yüzyılın tutkulu ateizm savunucusu Baron d’Holbach ve
“bilimsel materyalizm”in meşhur yorumcusu Ludwig Büchner gibi Fransa ve Almanya’nın materyalist ve din karşıtı düşünürleri başta geliyordu. Bu Avrupalı seküler düşünürler Hıristiyanlığa saldırırken, onların Jön Türk hayranları da Hıristiyanlık gibi İslam’ın da “aynı şekilde
safsata” olduğunu ileri sürüyorlardı. Garpçıların önde gelen ismi Abdullah Cevdet, insanlığın ilerleyişinde dinin en büyük engeli oluşturduğuna ve onun yerine bilimin getirilmesi gerektiğine inanmış biriydi. Garpçılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde
marjinal bir hareket olarak varlığını sürdürmekle beraber, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında
felsefelerini geliştirmek için altın bir fırsat yakaladılar. Onların takipçilerinden biri olan Mustafa Kemal, yeni rejimi Garpçı felsefe doğrultusunda şekillendirmeye
niyetliydi. Abdullah Cevdet’in sonradan anılarında yazdığına göre, Mustafa Kemal 1925 yılında kendisine şöyle demişti: “Doktor, bugüne kadar pek çok şey
hakkında yazdın. Biz şimdi onları gerçeğe
dönüştürüyoruz.”
”Genç Osmanlılara göre, demokrasinin ve hürriyetin öncülleri İslam’ın özünde mevcuttu. Avrupa’nın başarısı bu fikirleri geliştirmekten kaynaklanırken, Müslüman dünya bunları önemsemeyerek geri kalmıştı. ”
Çöl Arapları gibi Türkler de, çorak bir bölgeden –bozkırdan– çıkmış göçebelerdi. Bu sebeple de yeni benimsedikleri dine taşıyabilecekleri incelikli bir kültürleri yoktu. Fakat İslam-öncesi tutuculuklarını ve kadercilik anlayışlarını İslam’a taşıyan çöl Araplarından farklı olarak, göçebe Türkler İslam şemsiyesi altında bir tür “yeniden doğuş” tecrübesi yaşadılar. Yeni dinlerine
kendilerini tam olarak verip milli kimliklerini İslam içinde erittiler; öyle ki “Türk” kelimesi bile zamanla neredeyse “Müslüman” ile eşanlamlı hale geldi. Buna
mukabil Araplar ve İranlılar, İslam-öncesi kültürlerini daha fazla yaşatmışlardır. Bu farklara işaret eden Bernard Lewis,
“hiçbir halk, İslam’a sadakat konusunda
gösterdikleri içtenlik ve ciddiyette Türklerle yarışamaz” yorumunda bulunur.
Vehhabiler, 18. yüzyılın ortalarından itibaren, tasavvuf gibi “bid’atler” sebebiyle Osmanlıları kâfir ilan etmekteydiler. Çünkü onlara göre tasavvuf şeriattan sapma anlamına geliyordu. 19. yüzyılda Osmanlılar çok daha rahatsız edici “bid’atler”in altına imza attılar – kadınlara daha fazla haklar, gayrimüslimlerle daha fazla temas ve köleliğe daha az hoşgörü gibi. Vehhabiler için bu reformların hepsi, lanetlenmesi gereken sapkınlıklardı.
Denebilir ki; İslam özgürlük tohumlarını atmıştı tarihe. Ama ne yazık bu tohumların kök salacağı coğrafya pek verimsizdi.
Özetle, Avrupa’nın bereketli ve engebeli coğrafyası özgürlüğün gelişmesine yardım ederken, Ortadoğu’nın kurak ve düz coğrafyası, Karl Marx’ın “Oryantal Despotizm” Max Weber’in ise “Patrimonyalizm” veya “Sultanizm” dediği sistemi doğurdu. Bu sistemin özü, tüm siyasi gücün tek bir merkezde ve tek bir liderde toplanması ve “adem-i merkeziyet”in esamesinin okunmamasıydı. Doğu’nun Rusya ve Çin gibi gayrımüslim ülkelerinde de hâkimiyet kurmuş olan bu otoriter sistem, hiç kuşkusuz İslam’dan içinden çıkıp gelmemişti. Ama zaten var olan bu sistem ve onun siyasi kültürü, İslam’ın içine sızdı.
Bu arada, çölün sadece kaderciliği ve her türlü “yeniliği” nahoş karşılayan aşırı bir muhafazakârlığı değil, aynı zamanda “nüanslara ve alegoriye yer vermeyen katı bir dili” ve hatta “estetik yoksunluğunu”
ürettiğini de söyleyelim. Bu kültürün temsilcilerinin “ne mimari anlamında, ne resim anlamında, ne müzik anlamında ne de diğer sanat dallarında dişe dokunur bir
ürün ortaya koyamaması” bir rastlantı değildir.
Amerikalı bir akademisyen, 1924 yılında “Kur’an, İslam’da muhafazakârlaştırıcı bir kuvvet değildir” dedikten sonra şöyle yazmıştı: O muhafazakârlaştırıcı kuvvet, Müslüman’ın Kur’an’a ve genelde her şeye karşı olan tutumudur. Hatta denebilir ki, asıl muhafazakârlaştırıcı kuvvet, “insan zihninden daha güvenilir ve bel bağlanabilir” bir faktör olan çöldür ki, orada asırlar gelip geçerken, ırklar, âdetler ve dinler değişmez, sanki bir antika müzesi gibi hep aynı kalır.
Ebu Hanife, yaşadığı kentte Yunanlılar, Hintliler, İranlılar ve Araplarla iç içeydi; böylece birçok düşünce akımının yanı sıra çok farklı kültürlerle tanışmıştı. Ateist ve materyalist görüşe sahip Dehriler de dahil olmak üzere, farklı ekollerin temsilcileriyle çeşitli dini konularda münazaralar yapmak üzere Basra’ya dahi gitmişti. Bu özellikler, onun düşüncesi üzerinde, tıpkı ticaretle sürekli ilgisinde olduğu gibi, damga vurdu. [Dolayısıyla] Ebu Hanife’nin hukuk anlayışı, doğrudan doğruya, geleneklerin, ticaretin ve iktisadi
pratiklerin realiteleri ve insanların çıkarları gibi çok farklı faktörler arasında şekillendi. Bu yüzden, onun [dini] metinleri okuma tarzı, doğal olarak, insanların gündelik hayatının gereklilikleri çerçevesinde biçimlenmiştir.
merhamet ve sevgi İslam’ın temel değerlerinden olmasına rağmen, Bedeviler bu mesajı içselleştirmeye pek yatkın değildi. Nitekim, Kur’an peygamberi bu konuda açıkça uyarıyordu: “Çöl Arapları, inkâr ve nifak bakımından daha şiddetlidir. Allah’ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha ‘yatkın ve elverişli’dir.” Bu, elbette “çöl Arapları”nın Müslüman olmadıkları anlamına gelmiyordu. İslam’a girmişlerdi; ama katı ve haşin tabiatlarını da İslam’ın içine getirmişlerdi ki, bu Harici militanlığı olarak temayüz ediyordu. Haricilerin yaygın bir özelliği militanlık ise, bir diğeri de kolektivist zihniyetleriydi ki, bu da, İslam öncesi dönemden taşıyıp getirdikleri kabileciliğin bir yansımasıydı. Montgomery Watt’ın tabiriyle, İslam’a
girdikten sonra, kabile ya da klana benzer küçük gruplar oluşturdular, çünkü “daha önce içinde yaşadıkları kapalı grupları bu defa İslami bir temelde yeniden canlandırmayı deniyorlardı.” Kendilerine “Ehl-i Cennet”, diğer Müslümanlara “Ehl-i Cehennem” demeleri de, İslam öncesi Bedevi inancına uygun şekilde, bireysel hayatın ancak dışa kapalı bir topluluk
içinde anlam kazanmasının ifadesiydi.
Harici olarak bilinen bu insanlar, Arabistan çöllerinin göçebe bedevileriydi; yani, uzun bir tarihsel süreçte çöl ortamının sert koşullarına uyum çabasıyla şekillenmiş bir kültürün parçasıydılar. Bu çöl kültürünün ana unsurları “cesaret, yiğitlik, güç, canlılık, çatışma, silah kullanmada ustalık ve silaha bağlılık, mertlik, gurur, rekabet, meydan okuma, kahramanlık ve sıkıntıya katlanma gibi değerlerin yüceltilmesiydi.” Başka bir
ifadeyle, bedevi hayat tarzı “baskın ve savaşlardan başka bir şey değildi.”
Gelgelelim, Hıristiyanlık tarihinin belli bir noktasında, akılcı görüş, İslam dünyasındaki durumun tam aksine, daha hâkim bir konuma yükseldi. Hatta denebilir ki akıl meşalesi, bir medeniyetten ötekine geçti. İbn Rüşd’ün dinin akılcı yönüne dair yaptığı savunma, İslam
âleminde sınırlı yankı bulurken, Hıristiyan düşünür Thomas Aquinas üzerinde daha etkili oldu. Thomas da felsefe, bilim ve din arasında yaptığı sentezle Batı dünyasında modernliğin kapılarını açtı. Öte yandan
Farabi’nin ta 10. yüzyılda tasavvur ettiği bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan demokratik devlet fikri, önce Batı’da vücut buldu.Kısacası, akıl ve özgürlük Hıristiyan dünyasında bu şekilde gelişirken, İslam topraklarında durakladı, hatta geriledi.
Abbasiler, Emevilerin Arap milliyetçisi tutumuna bir son vererek, Farisiler ve Türkler gibi Arap olmayan Müslümanların önemli mevkilere gelmelerine izin verdiler. Böylece, İslam âleminde önemli birtakım değişiklikler yaşandı.
Şeriatın bu şekilde katı bir kurallar bütünü haline gelmesi sırasında yaşanan trajik bir süreç, Ortaçağ’daki Doğulu gelenek ve değerlerin, peygambere atfedilmek suretiyle İslamileştirilmesi idi. Kadın haklarında yaşanan gerilemede görüldüğü gibi. Bunu, İslam’a karşı eleştirel tutumlarıyla tanınan Bernard Lewis de teslim ederek şöyle der: “Aslında, Kur’an, kadınlara mülkiyet hakkı ve başka bazı haklar vererek çok önemli bir ilerleme başlatmıştı. Kadınlar, bu sayede, gerek kocaları gerekse sahiplerinin kötü muamelelerine karşı önemli bir korunma kıstasına sahip olmuşlardı Fakat yine de, zaman içinde kadının konumu istenen düzeye çıkmadı, hatta pek çok açıdan daha kötüye gitti. Çünkü İslam, orijinal mesajının ivmesini kaybetmesiyle birlikte,
kendisinden önce var olan tutum ve geleneklerin etkisi altında değişime uğradı.”
Farabi öngörü sahibi bir düşünürdü. Batı’nın önde gelen şarkiyatçılarından Franz Rosenthal, onun hakkında şu tespitte bulunur: Modern bir okuyucu kolaylıkla fark edebilir ki, Müslüman felsefeci Farabi, demokrasinin temellerini doğru bir şekilde tanımlamıştır. Dahası o, bireyin mutluluğu ve gelişimi için siyasi özgürlüğün ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu çok iyi kavramıştır.
Farabi, peygamberin Medine’de kurduğu devlet hariç, yeryüzündeki bütün devletlerin noksan olduğunu belirterek başlıyordu kitabına. Çünkü Medine’de kurulan devlet, doğrudan Allah’ın vahyiyle
yönlendiriliyordu. Ancak böylesi bir “teokratik” devlet, peygamberin vefatından sonra artık mümkün olamazdı ve dolayısıyla adil bir devletin insan aklı tarafından oluşturulması gerekiyordu.
Dolayısıyla Farabi “toplum devleti” adını verdiği ve yurttaşlarına özgürlük sunan kendi ideal devletini tanımladı. Bu ideal devlet, “insanların yapmak istedikleri şeylerde hür oldukları eşitlikçi bir teşkilat”
idi. Üstelik, bu devlette yaşayan insanlar, “daha fazla özgürlük ve fırsat vaat edenlerin liderliğini onaylamaya
teşne yurttaşlardı.” Farabi’ye göre, özgürlüğü teşvik eden böyle bir devlet olduğunda, “başka ülkelerden insanlar akın akın buraya göç edeceklerdi.” Ve bu göçler sayesinde, “en ideal türde bir ırki karışım ve kültürel farklılık” ortaya çıkacak, böylece felsefeci ve şair gibi yetenekli bireylerin gelişmesini mümkün kılacak münbit bir zemin oluşacaktı.
Fakat bütün bunlara rağmen, İslam hukukunda “haklar” kavramı hiçbir zaman ana bir tema haline gelemedi. İslam hukuku profesörü Muhammed Kemali, bu soruna işaret eder ve Kur’an’ın –hayat, mülkiyet, mahremiyet, adalet, şeref ve kanun önünde eşitlik gibi birçok bireysel hakkı ifade etmesine karşılık, klasik İslam literatürünün “yükümlülükler”e odaklandığını belirtir.
Bu dönüşüm, Arap toplumunda kullanılan değer ifadelerine de yansıdı. İslam öncesi cahiliye döneminde, kişinin toplum içindeki konumu neseb ve haseb (soy ve sop) kavramlarıyla ölçülürdü. Haseb kelimesi, kişinin bireysel başarılarına değil, onun atalarına atfedilen başarıların kolektif toplamına işaret etmekteydi. Oysa Kur’an, asıl önemli olanın kişinin erdemi (fazl) olduğunu vurguladı ki, insan bunu ancak kendi eylemleriyle kazanabilirdi.
Hz.Muhammed’in yaydığı tutarlı tek-tanrıcılık yeni bir bireysel sorumluluk yarattı Tek bir Tanrı varsa ve o Tanrı Yaratıcı ise, onun yarattığı insanlar özel bir onur kazanıyor; her şeyi belirleyen bir kabileler sisteminin objeleri değil, Yaratıcı’larına karşı sorumlu ve hatta O’nun “halife”si olan bireyler oluyorlardı.
Bireyi kolektivite içinde eriten bu cahiliye anlayışının modern versiyonlarını da, çağımızın totaliter rejimlerinde ve hatta otoriter ulus-devletlerinde görebilirsiniz.
Gördüm ki, “ulus” ya da “devlet” adına hareket eden despotlar kadar, Allah adına hareket eden despotlar da kötüydü.
Sanırım yıllar içinde geliştirdiğim reflekslerden biri, zorbalıktan nefret etmek oldu.
çok anlamlı bir biçimde, Ortadoğu’nun otoriter Müslümanları ile Türkiye’nin otoriter laiklerinin çok benzer bir zihniyet taşıdığını fark ettim. Anladım ki, sorun, din veya laiklik değil, özgürlükten nasibini alamamış bu otoriter zihniyetti.
dayatılan dindarlığın dindarlık değil ikiyüzlülük ürettiğini, gerçek dindarlığın ancak özgürlük zemininde yeşerebileceğini savunuyorum. “Günah işleme özgürlüğü” denen kavramıbu mantıkla ileri sürüyorum: Günahtan kaçınmak, bireylerin özgür tercihleriyle gerçekleşmeli ki, insanların rızasını değil Allah’ın rızasını amaçlasın. Evvela özgürlük olmalı ki, sahici dindarlık gelişebilsin.
Peygamberliğin ilk yıllarında, ortalama bir Mekkeli, Hz.Muhammed’in zaferler kazanacağını rüyasında görse inanmazdı. Çünkü o, bölgenin yerleşik kültürüne meydan okuyan ümitsiz bir mecnun gibi görünüyordu. Bu durumu en iyi yansıtan örneklerden biri, Mekke’nin en güçlü insanlarının, Hz.Muhammed’i amcası Ebu Talib’e şikâyet ederken söyledikleridir: “Senin yeğenin Muhammed, bizim tanrılarımıza küfretti, dinimizi aşağıladı, hayat tarzımızla alay etti ve atalarımızı sapkınlıkla suçladı.”(6)
Öteden beri, Kur’an’ı Hz.Muhammed’in veya çevresindeki birilerinin yazmış olabileceği ileri sürülmüştür. Müslümanlar ise, bu iddia karşısında, Kur’an’ın edebi açıdan tam bir şaheser olduğu, indiği dönemde yaşayan insanların bilmesine imkân olmayan bilimsel hakikatlerden söz ettiği ve bugün tarihin tasdik ettiği bazı kehanetlerde bulunduğunu savunurlar.(4) Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında bu tip tartışmalar muhtemelen devam edecektir. Ama İslam’ı inceleyen gayrimüslim bazı araştırmacıların bile, Hz.Muhammed’in, kendisinin Allah’ın Elçisi olduğuna ilişkin inancındaki samimiyeti ve dürüstlüğü teslim ettiklerini belirtmek gerekir.
Hıristiyanların kutsal metni olan Yeni Ahit ile Kur’an arasında çok ciddi bir fark vardır. Hz. İsa’nın hayatından bahseden İncillerin aksine, Kur’an HzMuhammed’den söz etmez, O’na söz söyler. Bu sebepledir ki, Kur’an’da, Hz.Muhammed’in hayatına dair hemen hemen hiçbir bilgi yoktur. Peygamberin hayatı Müslüman yazarlar tarafından onun vefatından ancak bir buçuk yüzyıl sonra kaleme alınmıştır.
Kur’an, her şeyden önce, ilahi bir kökene sahip olma iddiasıyla çok tutarlı bir yapıdadır. Bu kitabı okuyan herkes, içinde yer alan bütün ayetlerin yalnızca Allah’ın sözü olduğunu hissettiren bir perspektifle yazıldığını görür. Ayet ayet, sure sure ilerledikçe, okur, Kur’an’ın en temel karakterinin “teocentricism” (yani, “Allah-merkezlilik”) olduğunu fark eder: Övülen sadece Allah’tır ve her olay O’nun kudret ve inayetine bağlanır.
Ben de dahil olmak üzere tüm Müslümanlar, Kur’an’ın peygamberi ortaya çıkardığına inanırlar; bir insanı Müslüman yapan da bu inançtır. Tartışmanın bu kısmı, elbette bir iman meselesidir. Ancak Kur’an’a bakıldığında, bunun akla uygun bir iman olduğu da görülür. Çünkü Kur’an, her şeyden önce, ilahi bir kökene sahip olma iddiasıyla çok tutarlı bir yapıdadır. Bu kitabı okuyan herkes, içinde yer alan bütün ayetlerin yalnızca Allah’ın sözü olduğunu hissettiren bir perspektifle yazıldığını görür.
Kur’an ayetleri, ilk vahiyden itibaren, peygambere ve onun her geçen gün artan destekçilerine yol gösterdi. Bazı vahiyler Hz.Muhammed’i destekleyip teşvik ederken, bazıları da uyardı, hatta ihtar etti. Ve vahiy, son tahlilde, onu 7. yüzyılda yaşayan bir Arap tüccarı olmaktan, milyarlarca insanın ebedi kılavuzu olmak gibi erişilmez bir makama yükseltti.
Hz.Muhammed (sav) kuşkusuz bir tefekkür adamıydı: Sık sık yaşadığı şehri terk ederek Hira Dağı’ndaki bir mağaraya çekilir, orada saatler boyunca oturup, tabiatı, toplumu ve hayatın anlamını tefekkür ederdi.

İşte bu inziva anlarından birinde işitti “Oku!” sesini. Vahyin bu ilk kelimesi –Arapça ikra– “ezberden okuma” anlamına gelen “Kur’an” isminin de köküydü.

Halk arasında son derece ahlaklı bir kişi olarak biliniyordu. İnsanlar onu “El-Emin” diye çağırır, bir ihtilaf ortaya çıktığında çözmesi için ondan yardım istenirdi.
Bu şartlar altında, Hz.Muhammed (sav), iyi para kazanıp rahat içinde öleceği kolay bir hayat sürebilirdi. Ama kaderinde bundan fazlası yazılıydı. Hayatı boyunca, içinde yaşadığı topluma ilişkin ahlaki endişeleri olmuştu. Mekkelilerin fakirlere, kölelere ve kadınlara insafsızca davranması, onu çok rahatsız ediyordu. Etrafını saran putperestlikten de rahatsızdı. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaları, ona saçma görünüyordu.
İslam’da kurucu gelişmelerin yaşandığı ve en sonunda Müslüman ortodoksinin belirginleştiği ve ortaya çıktığı zaman dilimi, yaklaşık iki buçuk yüzyıllık bir süreyi kapsar.

– Fazlur Rahman —
(1911-1988), Müslüman ilâhîyatçı.

Türkiye, son yıllarda, dini daha modern bir zihniyetle yorumlamaya başlayan Müslüman orta sınıfın yükselişiyle birlikte, belki de İslam tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir deney sahnesine dönüşmüş durumda. Yüzyıllar boyunca İslam, büyük oranda köylülerin, toprak sahiplerinin, askerlerin ve bürokratların diniydi; ancak Türkiye’de 1980’li yıllarda gerçekleşen “serbest piyasa devrimi”nden bu yana, aynı zamanda kentli girişimcilerin ve profesyonellerin de dini haline geldi. Ortaya çıkan bu “İSLÂMÎ KALVİNİSTLER” –Batılı bir araştırma kurumunun ifadesiyle– sosyolog Max Weber’in ünlü “KAPİTALİZMİN RUHU” tezini çağrıştırır biçimde, demokrasiyi ve serbest piyasa ekonomisini güçlü bir şekilde destekliyorlar.(9) Üstelik, eski kuşaklara göre daha bireyci bir anlayışa sahipler. Dolayısıyla, Müslüman yazar Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle, “Kur’an ve itaat”ten daha çok, “Kur’an ve özgürlüğe” dair bir şeyler duymak istiyorlar.(10)

*********************
Dipnot :
*(9) Alman sosyolog Max Weber 1905 yılında yazdığı Die Protestantische Ethik und der Geist der Kapitalizmus [Türkçede Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adıyla birkaç çevirisi bulunmaktadır] adlı kitabında Avrupa’da Püriten ahlak ve fikirlerin modern kapitalizmin gelişimini olumlu yönde etkilediğini öne sürmüştü. İslami Kalvinistler ifadesi, Avrupa İstikrar Girişimi’nin [European Stability Initiative] bir raporundan alınmıştır (Islamic Calvinists: Change and Conservatism in Central Anatolia [İslami Kalvinistler: Orta Anadolu’da Değişim ve Muhafazakârlık], 19 Eylül 2005, Berlin/İstanbul).

*(10) Dücane Cündioğlu, “Düşünürken Modern, İnanırken Geleneksel”, Yeni Şafak, 13 Aralık 2009. İslami kapitalizmi eleştiren bir muhafazakâr olarak Cündioğlu, bu ifadeyi bir anlamda onaylamadığı bir duruma işaret etmek için kullanmaktadır.

Dahası, bir şey daha fark ettim: Bu otoriter zihniyet, Rusya ve Çin gibi, Asya’da bulunan gayrimüslim ülkelerin de sorunuydu.

Dolayısıyla şu soruyu sordum kendi kendime: Müslüman dünyadaki otoriter rejim ve akımlar, İslam’dan değil de, acaba dünyanın bu kısmında kökleşmiş siyasi kültürler ve sosyal yapılardan kaynaklanıyor olabilir mi?

İslam ile otoriterlik arasında içkin bir bağ olduğu sonucuna ulaşmadım. Aksine, çok anlamlı bir biçimde, Ortadoğu’nun otoriter Müslümanları ile Türkiye’nin otoriter laiklerinin çok benzer bir zihniyet taşıdığını fark ettim. Anladım ki, sorun, DİN veya LÂİKLİK değil, özgürlükten nasibini alamamış bu OTORİTER zihniyetti.
Diğer bir deyişle, Mamak Askeri Cezaevi’ndeki o soğuk kış günü, Müslüman bir çocuk olan ben –bugünlerde bazı Batılıların kolaylıkla varsayabileceğinin aksine– İSLÂM adına değil, LÂİK devlet adına yapılan bir zorbalığa şahit oldum. Yıllar geçtikçe, bu laik zorbalığın başka örneklerine de rastladım. Örneğin, kadınları başlarını örtmeye zorlayan “DİN POLİSİ” görmedim Türkiye’de; ama kadınları başlarını açmaya zorlayan “LÂİKLİK POLİSİ” gördüm.(8)

******************
Dipnot :
(8) “Laiklik polisi” sözüyle, Türkiye’de bazı üniversitelerin giriş kapılarında görevlendirilmiş polis memurlarını kastediyorum. Başörtüsü yasağının fiili olarak kalktığı 2010 yılına kadar laiklik polislerinin görevlerinden biri de, “çağdaş görünüşlü olmayan” öğrencilerin (özellikle başörtüsü takan kız öğrencilerin) hiçbirinin kampüse girmemesini sağlamaktı.

Diyarbakır askeri hapishanesinde en korkunç işkencelere maruz kalan Kürt tutuklular, serbest kaldıklarında intikam istediler. Ve Kürdistan İşçi Partisi (PKK) bayrağı altında Türkiye’yi onyıllarca vuracak olan terörist mücadeleye seve seve katıldılar.

Tüm bu zulümler, halkının ezici çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de yaşandı. Ama, olanların İslam’la bir ilgisi yoktu. Marksistler İslam’a zaten karşıydılar; milliyetçiler ise dine saygı duymakla beraber, vatanseverlikten ilham alıyorlardı. (Birbirine düşman bu iki grup, barışçıl hareket eden İslamcı gençleri de fazla pasif görüyorlardı.) Ve tüm bu gruplar içinde en zalimi olan ordu, Müslüman dünyanın şimdiye kadar gördüğü en laikçi liderlerden biri olan Atatürk’ten başkasının takipçisi değildi.

12 Eylül 1980’de darbe yapan Türk Silahlı Kuvvetleri, böyle nüansları önemsemiyordu. Cuntacı generaller, ister sağ ister sol kesimden olsun, bütün siyasetçi ve aktivistlerin yakalanmasını emretti. Üç yıl içinde tutuklananların sayısı, 600.000 gibi inanılmaz bir rakama ulaşacaktı. Öte yandan aynı dönemde binlerce tutuklu, hapishanelerde vahşice işkence gördü. İşkence yüzünden 175 kişi hayatını kaybederken, çok sayıda kişi de sakat kaldı. 50 kişi asıldı.
Türkiye deyince, sizinle paylaşmam gereken diğer hikâye aklıma geldi. İzninizle, anlatayım
“İslam olmayan”ın ne kadar acımasız olabileceğini;
1981 yılı Ocak ayının soğuk ve karlı bir sabahında –dedemlerin evindeki “yaz okulu”mdan birkaç ay sonra– annem beni çok erken bir saatte uyandırdı. Normalde beni okula hazırlardı ama o gün için başka planlarımız vardı. Hızlı bir kahvaltıdan sonra, evden çıktık ve Ankara’nın uzak semtlerinden biri olan Mamak’a varmak için iki ayrı otobüs değiştirdik. Gittiğimiz yer, bir park ya da alışveriş merkezi değil, biraz korkutucu bir yerdi: askeri hapishane.
Bu hapishane, elektrik verilmiş dikenli tellerle çevrili birçok barakası olan devasa bir tesisti. Ellerinde makineli tüfeklerle nöbet tutan birçok asker vardı. Aralarından bazıları, çirkin gözetleme kulelerinden sert bakışlarla etrafı gözlüyordu. Açıkçası, karşımdaki manzara, bir Nazi çalışma kampını veya Sovyet gulagını andırıyordu.
Hapishanenin girişinde yaklaşık bir saat bekledikten sonra, askerler bizi orada bulunan bir düzine kadın ve birkaç çocukla birlikte iç bahçeye aldı. Bahçe, boydan boya dikenli tellerden oluşan bir çitle tam ortadan ikiye bölünmüştü. “Sıraya geç!” diye bağırdı bir asker ve sonra yine aynı sert ses tonuyla uyardı: “On dakikanız var!” O sırada ben, uygun adım bize doğru yürüyen bir grup tutuklu gördüm. Tutuklular yürürken, askerler onlara bağırıyordu: “Yürüyün; sol, sağ; sol, sağ!” Birkaç saniye sonra, gruba, “Ne mutlu Türküm diyene” diye yüksek sesle bağırmaları emredildi. Daha sonra, tutuklular dikenli tellerden oluşan çitin öbür tarafında sıraya geçtiklerinde onunla yüz yüze geldim: babamla.

Babam, onu en son gördüğüm dört ay öncesine göre çok zayıflamıştı ve başı tıraş edilmişti. Yine de, yüzünde eskiden olduğu gibi kocaman bir gülümseme vardı ve bizi mutlu bir şekilde selamladı. Hayal meyal hatırladığım kadarıyla, bize hapishanede çok rahat olduğunu ve yakında eve döneceğini anlattı. Ama o ve annem, bazı acı gerçekleri benden saklıyorlardı: Mamak Askeri Cezaevi’nde sistematik işkence vardı ve babam da dahil olmak üzere tutukluların çoğu idamla yargılanıyordu.

Peki, sebep? Aslında hiçbir sebep yoktu.
..Marksist-Leninist ideolojiyi ve “Sovyet emperyalizmi”ni eleştiren kitaplar yazmıştı.

Batı dünyasında bile, bazı Müslümanlar, İslam’ı hicveden veya sadece eleştirenlere karşı şiddetli tepkiler göstererek, baskıcı oldukları izlenimi uyandırmışlardır. Bu çerçevede ilk elden tecrübe sahibi olan yazar Salman Rüşdi, Hollandalı film yapımcısı Theo van Gogh ve Hz. Muhammed’e (SAS) hakaret eden karikatürleri yayımlayan Danimarka gazetesi Jyllands-Posten vakalarını sayabiliriz.
Taliban ülke sınırları içinde İslamiyet dışındaki bütün inançları yasaklarken, onların antik sembollerini de imha etti ki, bunlar arasında Bamyan’daki 1500 yıllık iki Buda heykeli de vardı.
Ancak arka kapaktaki son alıntı –ki bu Kur’an’dan bir ayet değil, bir hadisti– pek de ilham verici değildi. Aksine, biraz rahatsız ediciydi: “Eğer çocuklarınız on yaşına kadar namaz kılmaya başlamadılarsa, onları dövün.”

Korkmuştum. Sevecen ve merhametli bir insan olan dedemin, dövmek şöyle dursun, bana sesini yükselterek dahi konuşmayacağını biliyordum.

Bir gün dedemin kütüphanesinde bir “namaz hocası” kitabına rastladım. Arka kapağında üç alıntı yer alıyordu. İlk ikisi Kur’an’dandı ve Allah’ın insanları nasıl ve niçin yarattığı hakkındaydı: “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.”1 Bu mesaj beni derinden etkilemişti. İlk defa görmemin, işitmemin ve duygularımın bana Allah tarafından “verildiğini” fark etmiş ve O’na daha fazla şükretmem gerektiğini hissetmiştim.
İlk büyük başarım ise, İslam’ın özü olan La İlahe İllallah kelimelerini renkli boncuklarla yazmaktı. Dedem bana Hz.Yusuf ve Hz.Musa gibi peygamberlerin kıssalarını da anlatır, ben de çocuksu bir merakla dinlerdim. Allah’a ve O’nun yeryüzüne indirdiği dine dair bir şeyler öğrenmekten sevinç duyardım.
Ben ne “İslam âlimi”yim, ne de öyle bir iddiam var. Sadece İslam’ın modern çağda karşılaştığı problemler üzerine kafa yormaya çalışan sıradan bir Müslümanım. Dolayısıyla bu kitapta savunduğum görüşleri, kendi “içtihad”ım olarak değil, bu konularda görüş bildirmiş geleneksel âlim veya modern ilahiyatçılara atıfta bulunarak savunuyorum.
Bilhassa modern Batı’nın Müslüman dünya üzerindeki emperyalist siyasetlerinin bu dünyadaki “özgürlük açığı”nda önemli bir vebal taşıdığını anlatan Yedinci Bölüm, bu açıdan dikkate alınabilir.

Ancak bu kitabın sadece bir “İslamofobi-savar” olduğu da zannedilmemeli. Aksine, Özgürlüğün İslami Yolu’nu yazmaktaki birincil amacım, kısmen Türkiye de dahil olmak üzere, Müslüman toplumların hemen hepsinde var olan özgürlük açığının kapatılmasına bir katkı sağlamaktı.

Bu kitabın bir Amerikan yayınevi için yazılmış olması demek, çoğunluğu Müslüman olmayan bir okuyucu kitlesine hitaben ve onların zihinlerindeki muhtemel sorular düşünülerek yazılmış olması demektir. Bir başka deyişle, kitap, 21. yüzyılda Batı toplumlarındaki İslam algısının bilinciyle yazılmış ve, tek meselesi bu algı olmasa da, bunu da karşılamaya çalışmıştır. Türk okurun pek de gündeminde olamayan “mürtedin (dinden çıkanın) katli”, “Beni Kureyze kabilesi erkeklerinin topluca idamı” veya “kadın sünneti” gibi meselelerin kitapta ele alınmasının bir sebebi budur. Çünkü Türk okurun pek gündeminde olmayan bu meseleler, Batı’daki İslam-karşıtı dalganın (“İslamofobi”nin) önde gelen istismar konularıdır.

Bununla birlikte, kitapta Batılı zihne verilen mesajların sadece “savunma” amaçlı olmadığını, eleştiri unsurları taşıdığını da belirtmem gerekir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir