İçeriğe geç

Otorite Kitap Alıntıları – Richard Sennett

Richard Sennett kitaplarından Otorite kitap alıntıları sizlerle…

Otorite Kitap Alıntıları

İleri kapitalizm çağı inşa etmek için yıkıyordu. Örneğin 19.yy’da kentlerin büyüme hızı ve ulaştıkları büyüklük, benzeri görülmedik bir orandaydı. Bu büyümenin gerçekleşmesi için taşranın nüfusu hızla azaldı; köyler terk edildi, topraklar ekilmedi. Bununla birlikte, eski düzenin yıkılması, unutulduğu anlamına gelmiyordu. Tam tersine eski düzen idealleştirildi, süslenip püslendi ve özlemle anılır oldu. Köy yaşantısının bönlüğü ve katılığı unutuldu; taşra bir zamanlar insanlar arasında derin ve açık ilişkilerin var olduğu pastoral bir huzur mekanı olarak görülmeye başlandı.
Irwin Howe şöyle der: “ Modernizm, egemen üsluba karşı bir ayaklanma, resmi düzene duyulan amansız bir öfkedir…(ancak) modernizm her zaman için mücadele etmek ama tam anlamıyla zafer kazanmamak, sonra, aradan bir süre geçince, kazanmamak için mücadele etmek zorundadır. “
Bir kavram olarak “otoriter kişilik” iki güç arasındaki kesişmeye göndermede bulunur: Kişinin kendisini umutsuzca güç gereksinmesi içinde hissetmesine yol açan psikolojik güçler ve bu gereksinmeleri ifade ediş biçimini belirleyen tarihsel ve toplumsal güçler.
Weber’e göre insanlar iktidar hakkında birçok açıdan düşünce üretirler; ancak yalnızca belirli bazı düşünceler, iktidardakileri otorite olarak algılamalarına yol açar ve bu düşünceler de iktidardakilerin uyguladığı çeşitli denetimler tarafından belirlenir.
Mutlak’a ilişkin olarak şu söylenmelidir: Mutlak, esas olarak bir sonuçtur; yalnızca sonunda, gerçekten neyse o olur.
Hegel
Otoritenin yadsınması kapitalizmin ethosunu aşmaz : Egemen güç hala mülkiyet tir.
Monteux kendisine bütünüyle hakimdi ve çok rahattı; bu güvenli görünüm, otoritesinin temel taşıydı.
Grupların iç yapısının, bireysel çeşitlemelerden arınmış duygular yaratan bir güç olduğuna, ayrıca kişinin grubun içinde eridiği oranda kendisini kaybettiğine inanıyordu.
Her bunalım kişinin daha önce inandığı şeye inanmamasıyla başlar.
Aristoteles’e göre duygularımız değişiklik gösterir; çünkü kıskançlık, kızgınlık ve sevgi duyumlar üzerinde düşünüp taşınmanın bir sonucudur.
Yalnızlık, yokluk duygusudur; otorite, eşit olmayan insanlar arasında bir bağdır; kardeşlik, benzer insanlar arasında bir bağdır; ritüel, eşit olsun olmasın, birleşmiş insanlar arasında bir bağdır
Hegel sosyal hayatta olduğu gibi, insanın içinde iki kişilik bulunduğundan bahseder. Bunlardan biri efendi diğeri köledir.
Anne ve babalar, patronlar yada sevgililer, acı veren kişiler olarak öne çıkarlar. Toplumsal açıdan bu görüşü Marx ifade etmiştir. Anne ve baba çocuğun acısını gerçekte olduğundan daha fazla tasavvur ederler. Mesela çocuğun düşmesini, bir yetişkinin çocuğun kafasına vurması şeklinde algılarlar. Bu tür olaylara “ikileme” denir. İkileme, kişinin, kendini diğer bir kişiyle yarı yarıya özdeştirmesidir. İkileme sempatiden çok empatiyi gerektirir. Empati; bir başkasının duygularını anlayabilmektir.
Kapitalizm nedir, biliyor musunuz? Kapitalizm bir kanserdir. Kansere ne yapılır, biliyor musunuz? Kesilip atılır. Kanserle oynamayın, ona iyi davranırsanız iyileşeceğini ummayın. Kesip atın. Kapitalizm insanları mutsuz eder. Bilmeniz gereken yalnızca budur. Kesip atın ve mutlu olun, daha ne bekliyorsunuz?
İnsanlar iktidar hakkında düşünmezler; iktidardakilerin onlara telkin ettiği şeyi düşünürler.
İnsanlar öylesine ürkek, alıştıkları rahatı korumaya öylesine istekli ve öylesine cahildir ki efendileri olmadan edemezler; kendilerini güvencede hissetmek için köle olmayı isterler.
İnsanlar iktidar hakkında düşünemezler; iktidarların onlara telkin ettiği şeyi düşünürler.
«Özgürlük, benim seni tanımam, benden bir şey eksiltmediği zaman nihai olarak var olur.»
Bu aşamalar stoacılık, şüphecilik, mutsuz bilinç ve rasyonel bilinçtir. Bu yolculukta uğranılan istasyonların belirgin özelliği otorite bunalımlarıdır. Her bunalım kişinin daha önce inandığı şeye inanmamasıyla başlar. Bunlar inanmama değil yeni inanç kalıplarına geçiş araçlarıdır.
Hegel sosyal hayatta olduğu gibi, insanın içinde iki kişilik bulunduğundan bahseder. Bunlardan biri efendi diğeri köledir.
Paternalizmde insanlara sahte bir ilgi gösterildiği gibi, özerklikte bir yanılgı içindedir. Gücün maskelenmesi etki sözcüğünde somutlaşıyor.
İnsanları disiplin altına almanın bir diğer yolu onların kendisinden utanmasını sağlamaktır.
ABD’deki kolej öğrencileri arasında yapılan “istenen kişilik özellikleri” araştırmasında açıklık ve kendine güven ilk sıralarda yer almıştır. Sonra, sebat, bir amaca inanmak, iddialı olmak güven ve sadakat gelmektedir.
Başkalarının size olan ihtiyacı, sizin onlara olan ihtiyacından daha fazla ise egemenlik kurabilir ve siz otorite olabilirsiniz
( ) hükümdarın haşmeti, kendisini halkın gözünde, öfkesi korkunç, ne zaman iyilik yapacağı bilinmeyen, erişilemez ve üstün bir varlık olarak kabul ettirme yeteneğine bağlıdır. Bunu başaran bir fatihin uyruklarını katletmesine ya da hapislere doldurmasına pek gerek kalmaz; halk, korkudan emirlere kendiliğinden uyar. Korkunun yarattığı bu bağı herhangi bir biçimde gevşeten bir otorite bunalımı, ne kadar küçük de olsa, bir motordaki çatlak gibi, otoriteyi tümden yok eder.
Sana karşı ayaklanıyorum, senin kurallarını çiğniyorum, senin değersiz olduğunu söylüyorum; bu nedenle kendimi senin güvenli ellerine bırakıyorum.
Hegel, mutsuz bilinçten, kişinin kendi içindeki köleyi ve efendiyi tanıdığı an olarak söz eder. Artık dünyanın ezdiği zavallı ben yoktur; bir biçimde içimizdeki zalimi de tanırız.
İnsanlar öylesine ürkek, alıştıkları rahatı korumaya öylesine istekli ve öylesine cahildir ki efendileri olmadan edemezler; kendilerini güvencede hissetmek için köle olmayı isterler. Gönüllü kölelerin içlerindeki efendi tembelliktir.
Özgürlük, bölünmeyi yaşama deneyimidir; her insanda bir tiran ile bir kölenin yaşadığının nihai olarak kabulüdür; insanın düellocu olmayı aşabilmesi, ancak ve ancak bu gerçeği kabul etmekle olanaklıdır.
Otoritenin kötü etkileriyle, yalnızca otoriteye gitgide yakınlaşarak savaşılabilir. Bir otorite figürü sizden ne kadar uzaksa, o kadar çok korku ve huşu uyandırır. Otorite size ne kadar yakınlaşırsa, o kadar az güçlü görünür.
Her bunalım, kişinin daha önce inandığı şeye inanmamasıyla doğar.
( ) her insanın içinde bir efendi ve bir köle vardır.
Freud için siyasal söylemin en duygusal bileşenidir bu: Dönme, teslim olma tutkusu. Otoriter kişilerin yararlandığı şey de budur; ve son yapıtlarını yazmaya başladığı 1930’larda Avrupa’da Freud’un gördüğüne inandığı şey işte bu “kitlelerin yeniden çocuklaşmasıdır.
Zamanımızda otoriteye ilişkin ikilem ve yol açtığı tuhaf korku meşru olduğuna inanmadığımız güçlü kişilerin çekimine kapılmamızdan kaynaklanır. Bu çekim yalnızca günümüze özgü bir olgu değildir; Dante’nin cehenneminin orta katları Tanrı’yı sevdiği halde Şeytan’ın peşinden gitmiş insanlarla doludur; ancak, bu insanlar hayattayken toplumun kurallarını çiğnemiş günahkârlardır.
Egemen gücü temsil edenler gerçekten gayri meşruysa ne olacaktır? Bunlar kötüyse, dürüst değilse? Bu koşullar altında onlara karşı ayaklanmak mantıksız değildir.
Kiliseler, ne politikada ne özel yaşamda hiçbir zaman var olmayacak olan düzen, güven ve ebediliğin taştan temsilcileridir. Peki bizi, kiliseler inşa etmeyi sürdürmeye zorlayan şey yalnızca bir yanılsama mıdır?
Eşlerden birinin diğerinden sürekli şikâyet ettiği, ancak hiçbir zaman da ayrılmayı beceremediği evliliklere çoğumuz tanık olmuşuzdur. Ortadaki mesele insanların çok zayıf olmaları yüzünden ortaya dökemedikleri bir nefret ya da tiksinti hissi değildir. Aksine, diğer kişiye yönelik itiraf edilemeyen, maskelenmesi gereken ve ret beyanlarıyla güvence altına alınan bir gereksinim söz konusudur. Diğer kişiyi reddetme ve gene bu kişiye bağlanma birbirinden ayrılamaz şeylerdir.
Birisiyle yüz yüze gelmek, hem onu tanımaktır hem de dünyadaki kendi yerini bilmektir.
Proust, kayıtsızlık sevileni üstün duruma getirir diye yazar; sevilenin karşısındakiyle arasına mesafe koyması onu erişilmez bir ideal yapmaktadır. Böylece romandaki anlatıcı Albertine’in kölesi durumuna düşer. Yalvarışlar fark edilir, bakışlara karşılık verilirse büyü bozulacaktır. Proust’a göre, birinin özerkliğinin yıkılması “bağımlılık hastalığı ndan iyileşmeye benzer.
Stalin döneminin doruğunda, Nisan 1948 tarihli Sem’ya i Şkola [Aile ve Okul) adlı dergide şöyle deniyordu: “Sosyalist rejim, kapitalist dünya insanlarının çektiği yalnızlık trajedisini ortadan kaldırmıştır.”
Helen’ın herhangi bir kişiyle yakınlaştığı zaman kendini güvenli hissetmesi için, kendisiyle bu kişi arasında aşılmaz bir duvar örmesi gerekmektedir.
Fransız Devrimi’nin modern düşünce üzerinde bıraktığı en derin izlerden biri, iktidarlarını yıkmak istediğimiz yöneticilerin meşruluklarını yok etmemiz gerektiğine bizi ikna etmiş olmasıdır. Yöneticilere olan inancı ortadan kaldırırsanız, onların rejimlerini de ortada kaldırabilirsiniz.
Başka bir deyişle tahakküm, her yerdedir. Devrimlere önderlik edenler de Kilise’yi ve Kral’ı savunanlar kadar birer efendi konumundadırlar. Özgürlük, ne tür iddialarda bulunursa bulunsun içimizdeki efendi”nin kovulmasıyla gelir. Bu efendinin meşruluğuna inanmamakla onu dışarı atarsınız; en azından zihniniz özgürleşir.
İnanmamak özgürlüktür; fiilen olmasa da, manen özgür olmaktır.
Mal toplumdaki yerin göstergesiydi. Ancak bir de korkuları vardı: Malik olduklarının keyfini çıkarırken, Victoria dönemi’ne özgü deyişle, insan zevkin esiri olup kendini yok edebilirdi de. Burada şu cinsel ima yerindedir: Sahip ol ama keyif alma. Bir şeyden keyif alan biri olasılıkla zevkin esiri olup kaynaklarını çarçur edecektir. Bu nedenle birey kazanmak için çok çalışmalı, malik olduklarından gurur duymalı, ancak, bunun şehvetine kapılmamalıydı.
Otoriteye inançsızlık bu özgürlüğü asla getirmeyecektir; çünkü son tahlilde insanlar özgür olmak istemezler. İnsanlar, yalnızca, özgür olmak istediklerini tasavvur etmek isterler.
Otorite somut bir şey değildir; başkalarının gücünde, elde edildiğinde somut bir şeyi andıracak olan bir sağlamlık ve güvenlik arayışıdır.
Yalnızlık, yokluk duygusudur; otorite, eşit olmayan insanlar arasında bir bağdır; kardeşlik, benzer insanlar arasında bir bağdır; ritüel, eşit olsun olmasın, birleşmiş insanlar arasında bir bağdır.
Otorite; iktidarın duygusal ifadesidir.
Duygusal bağların belirsizliğinin bir sonucu da, bunların ender olarak kararlılık göstermesidir. Duygu kavramının Latincedeki kök anlamı bu istikrarsızlığı ifade eder. Aristoteles, De Anima (Canlılık Üzerine) adlı yapıtında duygudan, insan deneyiminin hareket ilkesi olarak söz eder Ancak bu sözcüğün kökeni, duygunun anlamının yalnızca istikrarsızlık olmayıp, daha geniş kapsamlı olduğunu düşündürür. Aristoteles’e göre, duygularımız değişiklik gösterir; çünkü kıskançlık, kızgınlık ve sevgi, duyumlar üzerine düşünüp taşınmanın birer sonucudur. Bunlar yalnızca sıradan birer duyum değil, üzerinde fikir yürüttüğümüz birer duyumdur. Bu süreç, çeşitli davranışlarda bulunmamızı, dünyayı etkilememizi ve değiştirmemizi sağlar. Aristoteles’e göre, duygudan yoksun olsaydık, çevremizdeki olguların tam anlamıyla farkında olamazdık ve yaşamlarımızda pek az şey meydana gelirdi.
Yöneticilere olan güveni ortadan kaldırırsanız , onların rejimlerini ortadan kaldırabilirsiniz.
insanlar, iktidar hakkında düşünmezler; iktidardakilerin onlara telkin ettiği şeyi düşünürler.
Günümüzde., modern sanat yadsıma güçlerini yitirmeye başlamaktadır. Bir süredir sanattaki reddediş ritüel yinelemelerden ibarettir: Ayaklanma bir prosedüre, eleştiri retoriğe, kural yıkma törene dönüşmüştür. Yadsıma artık yaratıcı değildir. Sanatın sonuna geldik demiyorum: Modern sanatın sonuna geldik.
Yadsımanın sağladığı güvenlik aynı zamanda efendilerle aramızdaki bağı güçlendirmektedir. Efendilerimiz, gerekli korku nesnelerine dönüşmektedir. İçimizden çıkarılıp atılmak şöyle dursun, bu efendiler içimizde iyice kök salmaktadır. Onlara yabancılaşıyoruz, ama onlardan kurtulamıyoruz.
Modern toplumlarda gözlenen tepki, insanların kendilerini zayıf hissetmekten utanmaları biçiminde ortaya çıkmaktadır. İnsanlar bu utanma duygularını savuşturmak ve kötücül görünen güçlü insanların baskısına karşı korunmak için yadsıma araçlarını kullanır. Uyruklar, efendilerini gayri meşru ilan ederek kendilerini savunurlar.
1797’de genç Hegel şöyle yazıyordu:
ayrım, [özgür olan biri ile köle olan biri] arasında yapılmamalı. Aslında, özgür kişi dıştan egemenlik altına alınırken, efendisini kendi içinde barındıran köle bu nedenle kendi kendisinin kölesidir.
Başka bir deyişle tahakküm, her yerdedir. Devrimlere önderlik edenler de Kilise’yi ve Kral’ı savunanlar kadar birer efendi konumundadırlar. Özgürlük, ne tür iddialarda bulunursa bulunsun “içimizdeki efendi”nin kovulmasıyla gelir. Bu efendinin meşruluğuna inanmamakla onu dışarı atarsınız; en azından zihniniz özgürleşir
Başta Fransız Jules Guesde olmak üzere bu Marksistlere göre şu apaçık bir gerçekti; Egemen sınıfların düşünceleri çağın egemen düşünceleridir. İnsanlar iktidar hakkında düşünmezler; iktidardakilerin onlara telkin ettiği şeyi düşünürler.
Özel yaşamda olduğu gibi toplumda da istikrar ve düzen duygusunu ararız ve bunları, otorite sahibi bir rejimden bekleriz. Bu istek kamusal yaşamdaki otorite anıtlarında kendisini gösterir: Devasa kiliseler, anıtkabirler, hükümet binaları; bütün bunlar, şimdi yöneten ve şimdi itaat eden kuşaklardan sonra da varlığını sürdürecek egemen iktidar düzenini simgelemektedir. Bu arada, “otorite”nin Latince karşılıklarından biri olan auctor’un bir anlamı da, otoritenin, yaptığı işin kalıcılığı konusunda diğer insanlara güvence verebilmesidir. Otoritenin yaptığı iş sapasağlamdır. Bununla birlikte, toplumsal bağ, kişisel bağlardan hiç de daha kalıcı değildir. Toplumsal bağlar tarihseldir; değişmek zorundadır. Bu otorite anıtlarında simgelenen güç, tarihe bir meydan okuma, zamana bir meydan okumadır.
Kötü ya da beceriksiz bir müzisyenin bir orkestra üzerindeki otoritesini uzun süre korumayı başardığım hiç duymadım. Müzik güçlerini orkestra üzerinde otoriteye dönüştüremeyen çok güçlü, hatta dâhi müzisyenler vardır; yaşlılık dönemindeki Schumann buna en çarpıcı örnektir.
Günümüzde otoriteye ilişkin bir başka korku daha vardır: Var olan otoritenin kendisinden duyulan korku. Aile içinde olsun, genel olarak toplumda olsun otoritenin özgürlüklerimize yönelik bir tehdit olmasından korkmaya başladık. Tam da otoriteye gereksinim duyulması bu modern korkuyu iki katına çıkarır; Birilerinin bize bakmasını çok istiyoruz diye özgürlüklerimizden vazgeçecek ve köle gibi bağımlı mı olacağız?
Artık babasız olduğuna göre bir babanın anısıyla başetmek zorundasın. Çoğu zaman bu anı, hayattaki bir babadan daha güçlüdür; emredici, uzun ve sert konuşmalar yapan, evet ve hayır diyen bir iç sestir; bir tür ikili koddur: Evet hayır evet hayır evet hayır; zihinsel ya da fiziksel her hareketinizi, en küçük bir hareketinizi bile yönlendirir Hangi noktadan itibaren kendiniz olursunuz? Tam olarak asla; her zaman onun bir parçasısınızdır İç kulağınızdaki bu ayrıcalıklı konumu, babanıza çektiğiniz son “kıyak”tır. Tüm babalar bu ayrıcalığı kullanır.

The Dead Father
Donald Barthelme

Zaman zaman, doyurucu duygusal ilişkiler kurma gereksinimi, insanları, yetersiz buldukları kurumlara karşı çıkmaya yöneltir.
etkili bir yönetici asla sınır tanımaz ve koşullara teslim olmaz.
Gücün maskelenmesi etki sözcüğünde somutlaşıyor.
insanlar yöneticilerine gönüllü itaat ettikleri zaman otorite vardır.
Yalnızlık, yokluk duygusudur; otorite, eşit olmayan insanlar arasında bir bağdır; kardeşlik, benzer insanlar arasında bir bağdır; ritüel, eşit olsun olmasın, birleşmiş insanlar arasında bir bağdır.
Otorite temel bir gereksinimdir. Herkes otoriteye gerek duyar.
Son kategori karizmatik otori­tedir; bu otorite, bir müritler topluluğunun bir bireyin kutsallığına ya da kahramanca gücüne ya da örnek alınacak bir kişi oluşuna ve onun ortaya koyduğu ya da yarattığı düzene olağandışı biçimde kendini adayışına dayalıdır. Weber, bu tür otoriteye örnek olarak Hz. İsa’yı ve Hz. Muhammed’i gösterir. Bu peygamberler geleneksel yöntemleri yıkmışlardır; varolan düzenin mantığı sahte denilerek reddedilmiştir.
Egemen sınıfların düşünce­leri çağın egemen düşünceleridir. İnsanlar iktidar hakkında düşün­mezler; iktidardakilerin onlara telkin ettiği şeyi düşünürler. Weber ve onun kuşağından birçok kişi bu görüşü tatmin edici bulmuyordu.( ) İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin daha sonraları kısaca işaret edeceği gibi bu mekanik görüş, her halükarda, kötü bir Marksizmdi; çünkü kapitalist bir toplumdaki iktidar koşulla­rı çelişkilidir ve bu çelişkiler ve uyumsuzluklar insanları düşünmeye sevk eder.
Günü­müzdeki otorite korkusu tam da, insanlar üzerindeki denetimlerini en yıkıcı eylemleri gerçekleştirmek için kullanan kişilerden duyulan korkudur.
İngilizcede otorite [authority] sözcüğünün kökeni yazar dır [author]; yani otorite üretkenliği çağrıştırır. Bununla birlikte, otoriter sözcüğü baskıcı bir kişiyi ya da sistemi tanımlamakta kullanılır.
“İnsanları disiplin altına almanın bir diğer yolu onların kendisinden utanmasını sağlamaktır. Kayıtsız kalmak insanlar üzerinde utandırıcı bir etki yapar. Disiplini devam ettirme 18.yy’da şiddetle 19.yy’da ehemmiyet vermeme, nazara almamayla sağlanmıştır.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir