İçeriğe geç

Otizm Salgını Kitap Alıntıları – Gil Eyal

Gil Eyal kitaplarından Otizm Salgını kitap alıntıları sizlerle…

Otizm Salgını Kitap Alıntıları

Otizm, sık sık tekrarlayan ama geçici bir durum değildi. Kalıcı bir var olma tarzıydı. Dünyadan bir geri çekilme değil, dünyayla farklı tarzda bir temas kurma şekliydi.
Otizme karşı değil, otizmle birlikte
Bir kişi ne kadar engelli veya kaç yaşında olursa olsun, içinde kendini engelsiz hissedeceği bir çevre oluşturmak ve sonra da bu çevreyi giderek genişletmek her zaman için mümkündür.
Günümüzde her ikisi de, otizmi yaşam boyu devam eden bir yetersizlik olarak sunma konusunda işbirliği yapıyor. Bu anlayışa göre otizmin altın standart tedavisi tıbbi olmayan terapilerin bir bileşiminden oluşur. Tedavinin amacı ise iyileştirmek değil, yetersizlikleriyle daha iyi baş edebilmelerini sağlamak için çocukları alışkanlıklar, beceriler ve protezler ve donatmaktır.
her insan farklı özelliklerin bir alaşımı, yeteneklerin ve eğilimlerin benzersiz bir karışımıydı.
Çocuklar için otizm, sık sık tekrarlayan ama geçici bir durum değildi. Kalıcı bir var olma tarzıydı. Dünyadan bir geri çekilme değil, dünyayla farklı tarzda bir temas kurma şekliydi.
Otistik çocuğu olan ebeveynler, çocuklarının savunuculuğunu her gün yapmak zorundalar.
Otistik çocukların ebeveynlerinin diğer ebeveynlerden farklı olmaları, tam da otistik bir çocukla birlikte yaşamaları, annenin başlangıçta sunduğu duygusal ilişkiye kayıtsız kalan ve kendine özgü davranış sorunları gösteren bir çocukları olması yüzündendi. Annenin farklılığı çocuğun farklılığın nedeni değil daha ziyade sonucuydu.
Ebeveynler profesyonellerden daha büyük bir siyasi etkiye sahip
“Otizmli çocuğun tipik görünüşü şaşırtıcıdır. Diğer ciddi gelişimsel bozukluklardan mustarip çocuklara aşina olanlar, bu çocukların genelde engelli göründüklerini bilirler. Otizmli çocuk ise, tersine, çoğu zaman büyüleyici ve bir şekilde uhrevi bir güzelliğe sahiptir. Bu bebeksi görünüşün ardında incelikli fakat tahripkâr bir nörobiyolojik anormalliğin yattığını tahmin etmek güçtür” (1989,1).
“Çocuklarınız sizi eksiksiz bir tekâmüle doğru götüren rehberlerinizdir” (Egg 1964, 151).
Kanner, açık bir biçimde, otistik çocukların ne evde bakılmaları ne de bir kuruma yerleştirilmeleri, fakat “serbestlik tanıyan şefkat dolu” bir çevreye konulmaları gerektiğini düşünüyordu.
Tanrı her hayat için bir amaç belirlemiştir ve zorluklarla, bazen acılarla dolu da olsa, hayatı gelişmek, kabullenmek ve inanmak için bir fırsat olarak görebiliriz.
Otizm yakalanıp sonrasında iyileşebileceğimiz bir hastalık gibi, kişiye sonradan eklenen bir şey değil kişinin dünya deneyiminin her veçhesine nüfuz eden bir varoluş tarzıdır.
Otizm tanılarındaki mevcut yükseliş, bize göre, zekâ geriliğinin 1960 ‘ların sonundan itibaren kurumdışılaştırılmasının yarattığı depremin bir artçı sarsıntısı olarak anlaşılmalıdır.
İçinde bulunduğumuz hasta hakları çağında, eğer nerede bulunduğunuzu, kim olduğunuzu, nerede yaşadığınızı biliyorsanız ve kendiniz ya da başkaları için bir tehlike oluşturmuyorsanız, bir akıl hastanesinde tutulmanız için bir neden de yoktur.
“Hakiki olan hiçbir şey delilik olamaz.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Otizme karşı değil, otizmle birlikte.”
Zekâ geriliğinin tedavisinin bugün hâlâ kurumsal açıdan ekonomik olmadığı düşünülmektedir, özellikle de belirli bir yaştan sonra. Oysa otizmin içerdiği “kritik pencere fikri ve bunun doğurduğu yeni etik müdahale tarzı, otizmin tedavisini ekonomik kılmaktadır. Zekâ geriliğinin aksine, otizm tanısı toplumsal kaderin tıbbi tanısını erteler.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Lovaas açıkça belirtiyor: geri zekâlı kimse kalmayacak (1981).
“Bir kere alkolik olduysanız, artık hep alkoliksinizdir sözüne benzer bir şekilde, otizmin bir kimlik olarak benimsenmesi, kendi kendine şifa bulma veya ilerleme sürecine başlamanın çelişkili önkoşulunu oluşturur. Otistikler ve ebeveynler hızlı bir iyileşme beklememeleri yönünde uyarılır ve beklentilerini ona göre ayarlamaları istenir. Lovaas, Anonim Alkolikler’in her seferinde bir gün sloganını hatırlatırcasına, şu tavsiyede bulunur: Kendinize küçük hedefler belirleyin ki, hem siz hem de çocuğunuz çabalarınızın karşılığını alabilesiniz. Küçük ilerlemelerden memnuniyet duyun. Mutlak ve erişilmez bir normallik idealinin peşinde koşmayın. (1981).
Lovaas, öfke nöbetlerinin rasyonel ve etkili bir iletişim aracı olduğunu söyler (1981). Çocuğun amacı sizi sindirmek ve üzerinizde kontrol sahibi olmaktır. Aslında terapistlerin öfke nöbetlerine bizzat yol açmaları gerekir, çünkü bu nôbetler iletişim kurulmasını ve çocuğun temelde yatan insaniyeti nin açığa çıkmasını sağlar.
Grinker’in (2007) çocuğunuzun yakasından düşmemek adını verdiği veya Reichler’in (1971) yetişkinin çocuğu belirsiz bir şekilde zorlaması olarak betimlediği türden tekniklerdir. Hepsi de çocukla -dokunma da dahil olmak üzere- büyük ölçüde dolaysız bir fiziksel yakınlık ve çalışma gerektirir. Çocukların vücudu fırçalanır, hamakta sallanır (DBT), birlikte oyun oynanır (DIR), resimli kartlar kullanılır (HİY), klavyenaracılığıyla yazı yazma öğretilir (KI), çocuğun elleri yönlendirilerekndoğru yanıt için ipucu sunulur, dil alıştırmaları yaptırılır, hatta şaplak atılır (1980’lerin ortasına dek) ve bağırılır (UDA). Peki tüm bunların amacı nedir? Çocuğunuzun yakasından düşmemek.
Çocuklara küçük yaştayken kulak enfeksiyonlarına karşı antibiyotik verilmişti. Bu antibiyotikler, mantarın beden ve rakip mikroorganizmalar tarafından kontrol altında tutulduğu hassas dengeyi bozmuştu. Mantarın yaymaya başladığı toksinler ağrıya yol açmış, bağışıklık sistemine zarar vermiş ve bu arada beyni de etkilemişti. Bunun sonucunda çocukların gelişimi gerilemişti. Mantar ilaçlarıyla tedavi, bedenin eski dengesine yeniden kavuşmasına yardımcı oluyor ve bu sayede çocuklar düzeliyordu. Rimland, tıp doktorlarının bu kurama şüpheyle yaklaştığını, fakat terapiye annelerin büyük bir ilgi gösterdiğini belirtir.
Bağımlılık ahlaki çağrışımları olan bir metafordur. Ahlaki bir imgeyi bedensel bir durumla ilişkilendirir ve irade hastalıkları ndan konuşan bedenlere dek -eğer hiperaktif davranıyorlarsa, der Rimland, “bu onların daha çok folik aside ihtiyaç duyduklarını söyleme şeklidir – melez varlıklarla dolu bir dünya yaratır.
Rimland ve McCandless, yerleşik tıbbı otistik çocukları etkili bir şekilde tedavi etmek [yerine] sırf ilaca boğmak la eleştirir.
Bir iskelede durduğunuzu hayal edin. Çocuğunuz boğulmak üzere (ya otistik ya da otizm spektrum bozukluklarının birinden mustarip). Ama siz yüzme bilmiyorsunuz. Çaresizlik içinde bir yardım ya da bir can yeleği (bir doktor veya işe yarayabilecek bir tedavi) bulmaya çalışıyorsunuz. İskeleye bağlı bir halat olduğunu fark ediyorsunuz (özel diyetler, gıda takviyeleri, mantar/virüs önleyici tedaviler, Sekretin, ağır metal zehirlenmesine karşı şelasyon tedavisi – bunların hepsinin de güvenli olduğunu ve benzer durumdaki çocukların çoğunda işe yaradığını öğrenmişsiniz). Fakat yetkililer halatı kullanmamanız yönünde sizi uyarıyor, çünkü halatın yeterince sağlam olduğu kanıtlanmamış (yetkililer bu tedavi seçenekleríni henüz kesin olarak onaylamamışlar, bunun için bilimsel çalışmaların tamamlanıp sonuçların hakemli dergilerde yayımlanmasını bekliyorlar). Fakat bu sırada çocuğunuz boğulmak üzere (otizm/OSB belirtileri gösteriyor).

(McCandless ve diğ. 2003)

“Spektrumda birbirine benzeyen iki çocuk bulmak mümkün değildir,
“herkese uyan bir otizm tedavisi yoktur,
eğer otistik bir çocuk tanıyorsanız, sadece tek bir otistik çocuk tanıyorsunuz demektir

gibi sıklıkla yinelenen sloganları, saygın klinisyenlerin bile ağzından duymak mümkün (Siegel, 1996).

Çocuklarımız hem otizmin hem de dogmanın kurbanıdır.

Rimland

“Eğer ihtiyaç duyduğu eğitim hizmetlerini almasını sağlayacaksa, bir çocuğa zebra demeye bile hazırım.

Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüleri çocuk psikiyatrisi şefi Judith Rapoport

Otizmin bir engel değil, bir farklılık olduğunu söylüyorlar.
Birleşik Devletler’de ve başka yerlerde, belli başlı otizm örgütleriyle artık ilişkilendirilmek istemeyen “Aspies, yani Asperger sendromlular, çok sayıda bağımsız örgüt kurdu. Verdikleri mesaj, Sinclair’in ifadesiyle, şöyleydi: “Bizim için yas tutmayın.”
Günümüzde Otizm Eşgüdüm Komitesi gibi kurullar ve komiteler, içlerinde otizmli birinin bulunmasını şart koşuyor. 1980’ler ve 90’lardaki engelli hakları hareketinin izinden giden bu özsavunucular biz olmadan bizim için asla sloganını kullanıyor.
Irk, sınıf ve cinsiyet farklılıklarında olduğu gibi, “nöro-çeşitlilik e saygı gösterilmesini talep ediyorlar.
Grandin köprü vazifesi gören bir figürdür. Çocukken Kanner’in infantil otizm prototipine aşağı yukarı uyduğu için otizm tanısı almıştı. Fakat büyüdüğünde, birçoklarının imkånsız olduğunu düşündüğü bir şeyi başardı: bağımsız bir yaşama sahip, kendi üzerine düşünebilen ve kendine özgü bir tarzda olmakla birlikte düşüncelerini son derece açık bir şekilde ifade edebilen otistik bir yetişkin oldu.
Asperger’in bir ortam terapisi uygulaması (çocuklar ailelerinden ayrılarak Asperger’in klinigine yerleştiriliyor ve birkaç ay ile birkaç yıl arasında değişen sürelerle orada kalıyordu), gördüğü çocukların okullardan gelip tekrar okula dönmeleri ve daha yüksek işlevli becerilere sahip olmaları- tüm bunlar, Asperger’in yüzünü gözetimci kurumsal matriksin dışına çevirdiği anlamına geliyordu. Asperger, “sosyal yetersiz denemeyecek bu çocuklar için, okullarına ve ailelerine dönmelerini sağlayacak kısa vadeli bir ortam terapisi sunuyordu.
Ayrıcalı kişilere, onların özel zorluklarını dikkate alan ayrıcalı bir eğitsel tedavi sunulmalıdır. İnsanlar, anormalliklerine rağmen, toplum içinde sosyal rollerini yerine getirebilir, özellíkle de anlayış ve sevgiyle karşılanıp kendilerine yol gösterildiğinde

Asperger, 1944

Kanner’in betimlediği çocuklar kendi dünyalarında yaşar ken Asperger’inkiler bizimle aynı dünyada fakat kendince yaşıyor du.

1971

Erken İnfantil Otizm’i olan bir hastanın beyin hasarlı bir otistik psikopat olduğu söylenebilir.

Van Krevelen, 1963

Asperger’in sendromunu yeterince anlayamıyorum. Tek bildiğim, çocukların oldukça parlak bir zekâya sahip oldukları (IQ puanları 130’un üzerinde), fakat hiçbir şekilde samimiyet kuramadıkları.

(Rimland 1964)

Otizmin adı konulmadan önceki yirmi yılda, klinisyenlerin benzer belirtilere sahip çok sayıda küçük çocukla karşılaşmış oldukları tartışmasız bir gerçektir. Fakat bu çocuklar için farklı adlandırmalar -genelde psikoz ve çocukluk şizofrenisi – kullandılar. Kanner de Asperger de kendilerinden önceki bu çalışmaların doğrudan bir devamı niteliğindeydiler. Neticede onlar da şizofreni nin kara kutusunu açmaya karar vermiş ve içinden tek bir ifadeyi, otizm i çekip almışlardı.
Otizm, sık sık tekrarlayan ama geçici bir durum değildi. Kalıca bir var olma tarzıyda. Dünyadan bir geri çekilme değil, dünyayla farklı tarzda bir temas kurma şekliydi.
Atlas Okyanusu ve Ikinci Dünya Savaşı’yla birbirlerinden ayrılmış olan Leo Kanner ve Hans Asperger, gördükleri çocukları betimlemek için tamı tamına aynı terimi kullandı: “otistik. Bu terimi ilk kez onyıllar önce İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler, kendi şizofren hastalarını tanımlamak amacıyla kullanmıştı. Bleuler’in hastaları, zaman zaman dış dünyayla tüm bağlarını koparmış gözüktükleri bir duruma giriyordu. Bleuler’e göre, dış dünyadan kopup hayal dünyasına dalmak bir dereceye kadar herkesin yaptığı bir şeydi. Bu kopukluğa otizm adını verdi ve otistik düşünce nin tüm insanlarda görülen bir düşünme şekli olduğunu söyledi.

Bleuler, 1913

“İdiotlar bebeklere denk düşüyordu. Yaşamlarını kendi başlarına sürdürme gücünden yoksun, sıradan fiziksel tehlikelere karşı kendilerini korumaktan acizdiler.

Embesiller küçük çocuklara denk düşüyordu. Basit kişisel ihtiyaçlar açısından kendi başlarının çaresine bakabilir, fakat ne kendilerini veya işlerini çekip çevirebilirler ne de bunu nasıl yapacaklarını öğrenebilirlerdi.

Moronlar veya zayıf akıllılar ise, kendilerini çekip çevirebiliyor olmaları bakımından, daha büyük yaştaki çocuklara benziyordu. Ancak hem kendilerinin hem de başkalarının korunması açısından bakım ve gözetim altında tutulmaları gerekiyordu.

Bugün zekâ geriliği terimini duyunca yüzümüzü buruşturuyor, onun yerine zihinsel yetersizlik veya gelişimsel yetersizlik gibi örtmeceler kullanmayı tercih ediyoruz.
Giriş bölümünde belirttiğimiz gibi, zekâ geriliği, zekâ eksikliği ya da akıl zayıflığı gibi terimler başlangıçta hafif vakalar için çoğu zaman birer örtmece olarak kullanılmıştır. Fakat zamanla hepsi de daha şiddetli vakalarla ilişkilendirildi ve aşağılayıcı bir anlam kazandı. 1970’e gelindiğinde, zekâ geriliği terimi de bu döngüyü tamamlamak üzereydi. Damgalayıcı bir anlam kazanmış ve en ağır vakaları bile kapsamış olduğundan, kullanışlılığını yitirmeye başlamıştı.
Zeka geriliği alanında yaklaşık elli yıldır kabul gören ayrımlar darmadağın olmuştu. 1952’ye dek, alışılagelmiş ayrımlar en şiddetlisinden başlayarak idiotlar, embesiller ve moronlar (veya zayıf akıllılar veya geri zekālılar veya normalin altında olanlar ) şeklinde sıralanıyordu.
Rimland, iki farklı klinisyen tarafından muayene edilen 445 çocuktan sadece 55’inin aynı tanıyı aldığını ortaya koydu.
Otistik tanısı konulan bir çocuğun ikinci bir klinisyenden de aynı tanıyı alma ihtimali % 25’ti ve pekâlâ (hatta daha yüksek bir ihtimalle) çocukluk şizofrenisi, zekâ geriliği, beyin hasarı ya da duygusal bozukluk tanısı da alabilirdi.
“Otistik çocuğu olan ebeveynler, kendi çocukları ‘adına konuşma’ sorumluluğuyla çok erken yüzleşmek durumunda kaldılar.

Lapin ve Donnellan-Walsh, 1977

Bunu bir radyo olarak düşünebiliriz. Wing’e göre, otizmli çocuklar hiçbir şey iletmiyor değildi. Her çocuk kendi frekansına sahipti ve ancak kendini bu işe adamış bir ebeveyn doğru ayarı bulup mesajı alabilir, çocuğun özel dil inin şifresini çözebilir ve başkaları için tercüme edebilirdi.
Lovaas’ın (1981) ifadesiyle, geri zekâlı kimsenin kalmayacağı, bunun yerine sadece gelişimsel yetersizlik gösteren, dilsel ve günlük yaşam becerilerinde farklı düzeylerde yardıma ihtiyaç duyan kişilerin olacağı bir gelecek öngörülüyordu.
Otizmin bir spektruma dönüşmesi, otizm ile zekâ geriliği arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyordu. Artık aynı anda hem otizm hem zekâ geriliği tanısı alınabiliyordu.
Otistik çocuk sahibi psikiyatr bir babanın (Kysar 1968) açıklamalarına dayanarak, ebeveynlerin umarsız bir şekilde iki karşıt kamp arasında sıkışıp kaldığından bahsediyordu. Bir taraf sorunun tümüyle tıbbi olduğunu, diğer taraf ise tümüyle eğitsel olduğunu söylüyordu.
“Bu engelli çocukların ulaşılamaz ve öğretilemez olduğu fikrinden kesin olarak kurtulmamızın vakti gelmiştir.

(Burns 1969)

NSAC’ın başlangıçtaki ana amaçlarından biri de otistik çocukların eğitilemez olmadığını göstermekti. Rimland, her şeyden önce, edimsel koşullamayı keşfetmiş olmasının ve ebeveynlere çocuklarını eğitebileceklerini gösterme arzusunun kendisini NSAC’ı kurmaya yönelttiğini sık sık belirtir.
Otizm o kadar inatçı ve tedavisi imkânsız bir bozukluktu ve otistik çocuklar iletişime öylesine kapalıydı ki en iyimser ve yorulmak bilmez oyun terapisti bile hüsrana uğruyordu. Otistik Çocukların davranışları kafa karıştırıcıydı. En yaratıcı psikanalistler bile dinamik bir açıklama ve yorum getirmekte zorlanıyordu. Bir kenara ítilmiş olan, başarısızlık ve hayal kırıklıklarını bilinçdışı bir şekilde telafi etmeye çalışan psikanalistler ebeveynleri suçluyor ve gerçekçi olmayan vaatlerde bulunuyordu.
Schopler “günah keçisi kavramını kullanmaya başladı. Klinisyenler, ebeveynin çocuğa değil de çocuğun ebeveyne zarar verdiğini neden görememişti? Çünkü, diyordu Schopler, otizm karşısında kafaları karışmış, gizliden gizliye hüsrana uğramış ve bir günah keçisi bulmaları gerekmişti. Böylelikle Schopler dinamik terapiye yine dinamik bir yorum getiriyor, klinisyenleri hasta konumuna indirgiyor ve tanıklıklarına olan güveni sarsıyordu.
Schopler, ilk olarak, Kanner’in bahsettiği takıntılı ya da soğuk ebeveynliğin otizme kısmen bile olsa yol açmadığını, tersine, otizmin bir sonucu olduğunu iddia etmeye başladı. Bir orta yol bulma arayışını artık bir kenara bırakmış, zararın işaret ettiği yönü tersine çevirmişti – bu, Rimland’ın aksine, bozukluğun kapsamını daraltmaya gerek duymadığı anlamına geliyordu. Buzdolabı anne varsayımında, aslında normal olan çocuğa zarar veren veya onu örseleyen şey, annenin (ve belki babanın) sevgi göstermemesiydi. Schopler ise bunun tersini ileri sūrüyordu. Otistik çocukların ebeveynlerinin diğer ebeveynlerden farklı olmaları, tam da otistik bir çocukla birlikte yaşamaları, annenin başlangıçta sunduğu duygusal ilişkiye kayıtsız kalan ve kendine özgü davranış sorunları gösteren bir çocukları olması yüzündendi. Annenin farklılığı çocuğun farklılığının nedeni değil, daha ziyade sonucuydu. Schopler’in ifadesiyle, psikotik çocuk sahibi ebeveynlerde görülen aksaklığın, kendi çocuklarındaki aksaklığa bir tepki olduğu giderek daha iyi anlaşılıyordu

(Schopler ve Reichler 1976, 355).

Kanner’e göre, ebeveynlerin ayrıntılı günlükleri ve raporları, çocuğun gelişimine dair en küçük ayrıntıları bile hatırlamaları, ebeveynlerin takıntılı kişiliğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymakta ydı. Fakat, aynı gözlemleri kendisi yaptığında ve annelerin notlarına ve güçlü hafızalarına dayanarak bu çocukların sıra dışı davranışları üzerine otuz üç sayfalık bir yazı kaleme aldığında, otizmin babası’ olarak adlandırıldı ve yetenekli bir gözlemci olmakla övüldü – ki şüphesiz öyleydi.
Katkı sağlayıcı uzmanlık sahibi olmanın tek yolu, bilim icra etmektir. Bilim icra etmenin tek yolu ise en son teknoloji ile donatılmış bir laboratuvarda çalışmaktır.
ACT-UP aktivistleri AIDS’i bir damga olmaktan çıkarmak için mücadele etti; otistik çocuk sahibi ebeveynler de kendilerini kõtü ebeveyn damgasından kurtarmak için mücadele etti.
ACT-UP aktivistleri tıp kurumlarını hedef alıyordu; NSAC ebeveynleri ise iktidar sahibi psikiyatrları.
ACT-UP aktivistleri AIDS’le ilgili iyi kötü bir bilimsel bilgi sahibi oldular ve nihayetinde siyasi forumlarda güvenilir birer uzman olarak kabul gördüler; otistik çocuk sahibi ebeveynler de doymak bilmez bir şekilde okuyorlar ve edindikleri bilgileri etkili bir lobi çalışması için kullanıyorlardı.
Geçmişte otizm neden nadirdi? Çünkü otizmin iki model haricinde düşünülmesi imkânsızdı: akıl hastalığı modeli (otizmi çocukluk şizofrenisine benzetme ve çocukluk çağına özgü biricik psikoz olarak nitelendirme çabasının ardında bu yatar) veya zekâ geriliği modeli. Üstelik bu iki model karşılıklı olarak birbirini dışlıyordu, özellikle de inceleyeceğimiz etik müdahale programları düzeyinde.
Şekilden şekle giren otizm, birçok farklı şiddet formunu ve derecesini kuşatan çok geniş bir spektruma dönüştü. Aynı anda birçok şey olabilen, bir şeyi ve karşıtını -aşırı zekâ geriliği ve dahice yetenekler, aşırı duyarlılık ve düşük duyarlılık, başkalarından uzak durma ve aşırı bağlanma, tekdüze duygulanım ve ani öfke nöbetleri- aynı anda ifade edebilen “yüzer gezer bir gösteren” halini aldı.
Normalleştirme iyileştirmenin yerine habilitasyon ve onlemeyi getirerek tedavinin amacını değiştirmekle kalmıyordu. Tedavinin nesnesi yani tedavi edilecek olanlar da yeniden tanımlanıyor ve akut bir kriz nedeniyle kliniğe gelen bireysel hastanın yerini zihinsel hijyen hareketinin önem sıralaması tarafından dışarıda bırakılan ve ihtiyaçlarının kronikligiyle tanımlanan bir popülasyon alıyordu.
Fazladan harcanan her 1 milyon dolar otizmin idari yaygınlığını %0,02 oranında artırıyor, fazladan her çocuk doktoru ise %0,06lık bir artış anlamına geliyor.
Mandell ve Palmer(2005) Otizmin bir eyalette görülme sıklığı ile o eyaletin eğitim harcamaları, eyaletteki çocuk doktoru sayısı ve okul tabanlı sağlık merkezlerinin sayısı arasında pozitif bir ilişki bulunduğunu ortaya koydular.
Psikiyatrlar ortadan çekildiğinde, kimse onların yerini doldurmaya talip olmamıştı. Toplumsal kaderi tanılama yetkisi üzerinde kimse hak iddia etmemişti.
Rutter, otizm için tıbbi bir tedavi bulma arayışının başarısız olduğunu itiraf ediyordu.
En son araştırmalar, otistik çocuğu olan ebeveynlerin 111 farklı tedavi yöntemi kullandığını gösterdi.
Günümüzde kimileri, çocuklar arasında bipolar bozukluk salgını yaşanacağı öngörüsünde bulunuyor.

(Groopman 2007)

“duygusal buzdolapları”
“Neredeyse bir gece içinde sanki bütün ülke çok sayıda otistik çocukla dolup taşmıştı ve her nasılsa bu eğilim denizaşırı ülkelerde de görülmeye başlamıştı.”

(Kanner 1965)

Büyük bir devrim sessiz sedasız gerçekleşmeye başlamıştı bile.
Örneğin otistik bir çocuğa yetişkinlerle kucaklaşmak öğretilebilirdi; ama bu, Kanner’in “otistik yalnızlık” ve “temel geri çekilme” adını verdiği esas bozuklukta gerçekten bir düzelmeye yol açıyor muydu?
“Alışkanlık” karma bir kategoridir. Muhafazakârdır, fakat değişmez değildir. Ne bir reflekstir, ne de bilinçli bir tercihin ürünüdür.
Uzmanların rolü, hastanın aslında kendi kendini tedavi ettiği bir sürece destek olmaktı.
“İyileştirme” amacı hem bir bağımlılığa hem de bir damgalanmaya yol açıyordu. Bu, geri zekâlılara yapılan acımasız bir şakaydı, zira geri zekâlılığın “iyileştirilmesi imkansız”dı.

(Wolfensberger 1972)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir