Kolektif kitaplarından Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler kitap alıntıları sizlerle…
Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler Kitap Alıntıları
onların kamu ve askeri kesimden işbirlikçileri, ithalatçı ve ihracatçılar, tüccarlar, sanayiciler ve işçileri sömüren işverenler
paralarına para, mallarına mal katmışlardır. Devletin ve
pek tabi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın koruyucu kanatlan altında
servet sahibi olan bu yeni zenginler sınıfı, ekonomik
güçlerini siyasete intikal ettireceklerdi. Nitekim siyasi güçlerine
kurumsallık kazandırmak için ilk önce kendi siyasi örgütlerini
kurmakta gecikmediler. Demokrat Parti işte bu ihtiyaçtan
dogmuştu.
Avrupa savaşta olduğundan, Türk ithalatı duraklamış ve
neticede savaşın sonunda Türkiye’nin altın ve döviz rezervleri
iyice genişlemişti. Sık sık dile getirildiği üzere, ihracattaki
artıştan en çok özel sektör yararlanmıştı. Ali Gevgilili’nin
‘Ikinci Dünya Savaşı’nda, devletin ürettiği tüketim
mallarının aracılar eliyle dağıtılması bir servet birikimine
zemin hazırladı’ şeklindeki tespiti son derece isabetlidir
zengin o lduğu bilinmektedir. 50 Bunlar arasında askeri stokları
karaborsa pazarlayan ordu personeli yanı sıra ithalatçılar
ve bir grup da sanayici vardır. Yukarıda da açıkladığım
üzere , ‘MKK politikaları vurguncu ve stokçulardan oluşan
küçük bir azınlığına yaramıştı. 12 Kasım l 942’de Varlık Vergisi’nin kabul edilmesiyle kanunu çıkaranlar bile bunun hangi hukuk kuralına sığdırılabileceğini bilmiyorlardı. Türk kökenli tüccar burjuvaziye gün doğmuştu.Ancak bu vergi uygulaması Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli Türk vatandaşlarının yıkımı oldu
Acı bir darbe yiyen bu grup,Varlık Vergisi’ni ödemek için varını yoğunu satılığa çıkarınca Türk tüccar burjuvazisi batık geminin maliarına talip olarak servet sahibi oldu
daha da kötüleşti. Devalüasyon yüzünden ı dolar 1.31 liradan
2.80 liraya yükselirken, lira yüzde 50-72 oranında değer
kaybına uğramıştı. Devalüasyona makroekonomik düzeyde
bağlanan umutlar kof çıktığı gibi, bu yüzden hızlanan
fıyat artışları sabit gelirliler için hayatı daha da zorlaştırdı
biri de konut sorunuydu. Savaşm patlak vermesinden sonra
ev kiralannın fırlamasıyla birlikte, sorun çığırından çıkmıştı.
Savaşı takip eden dört-beş yılda kiralar ikiye, hatta üçe
katlanmıştı .
doldutınada en büyük iş kadınlar ile çocuklara düşmüştü.
l939’da 17 milyonluk Türkiye’de toplam nüfusun
yüzde 5.9’u olan bir milyon erkek, silah altına alınmıştı
yanı sıra Devlet Demiryollan ve Liman lşletmeleri’nde de
hafta tatilini yasaklamıştı. Aynı şekilde darphane ve devlet
matbaalarındaki işçiler de hafta sonu dinlencesinden mahrum
bırakılmışlardı. MKK’nm 25. maddesini bütün sanayi
işletmelerinde hafta tatilini kesin olarak yasaklayan bir hüküm
olarak yorumlamak mümkün. Haftada bir günlük tatil
de böylece maziye karışmış oldu
*Şunu belirtmeden geçmemeliyiz; savaş sona erip, normal
çalışma koşullarına geçildiginde yeni yöneımelikler yururlüğe konulacakıı.
Fakat çoğu işveren çalışma saatlerini uzatan, ucretsiz fazla mesai öngören icabında gece vardiyasını sekiz saatin üzerine çı karıveren şavaş dönemi yönetmEliklerini iyıce benimsemiş oldugundan, şimdi savaş sonrasının yeni yönetmeliklerini uygulamaya yanaşmıyordu. Şavaşın sağladığı avantajları kolay kolay bırakacaga benzemiyordu.
Uygulamada ise bir iş günü 12- 13 saati buluyordu.
O günleri savaş sırasında on dört yaşmda bir matbaa işçisi olan sendikacı S. Ağralı’dan dinleyelim:
Darphanenin matbaası, demiryolları ve benim de çalıştığım
Milli Eğitim Matbaası gibi birçok iş yerinde icabında fazla mesai yapıyorduk. O zamanlar şehirlerde geceleri karartma uygulaması olduğundan, gecenin kör karanlığında eve zar zor dönebiliyorduk. O çetin dönemde çalışanlar çok iyi hatırlayacaklardır;yüzde 25 fazla mesai ücreti alırdık Ancak belirtmek
gerekir ki Türk işçileri milletin yararı ve ülke güvenliği
için her türlü fedakarlığı seve seve yapıyorlardı.
çalışıyordu. Sulfit madenlerinde çalışan işçi sayısı ise 300’ün
üzerindeydi. Ayrıca Murgul’daki maden ocakları da yakında
faaliyete geçecekti. Dört grup işçi vardı; daimi işçiler, gönüllü
geçici işçiler, zorunlu işçiler ve hapishanedeki hükümlüler.
Resmi rakamlar zorunlu çalışmayı askerlik hizmeti olarak
sayıyorlardı. 1945 yılına gelindiğinde ekonomiden .sorumlu
bakan E Sirmen Orduya yazılan işçiler maden bölgelerine
sevkedildiler. Buralarda onlara erlere verilen cep harçlıgı değil,
normal işçilerinkine (sivil işçiler) yakın ücretler ödeniyor
şeklinde bir açıklama yapmış
NOT:24 Şubat 2017 yılında yayımlanan kararname ile bütün hisselerinin Türkiye Varlık Fonuna devredilmesi kararlaştırılmıştır
22 Mayıs l940’da Meclis’te kabul edilip, 25 Mayıs 1940’da
Resmi Gazete’de yayınlanan sıkıyönetim kanunu, toplantı ,
gösteri ve örgütlenme hakkını sınırlayan bir dizi kısıtlama getirdi. Bu kısıtlamalardan basın da payını almıştı. Yeni mevzuatın uygulanmasını takip etmekten sorumlu sıkıyönetim
mahkemeleri kurulmakta gecikmedi. 23 Kasım l940’da Koca
eli, Istanbul ve diger Trakya şehirlerinde sıkıyönetim uygulaması başladı; savaş ertesinde de hemen yürürlükten kaldırılmadı
ve 23 Aralık 1947 ye kadar sürdü. Sıkıyönetim işçi sınıfı
ile aydınların üzerinde savaştan sonra da devam eden baskıları yoğunlaştırmasında bir araç vazifesi gördü. lşte çok partili demokrasiye geçiş tam da bu sırada, sıkıyönetimin güdümünde gerçekleşir.
1 Mart 1929 tarihli Ceza Kanunu’nun 20 l . Maddesinde
ise sanayi ve ticaretin tehdit veya zora başvurarak engellenmesi halinde büyük cezalar öngörülüyor ve aynı maddenin
8 Haziran tadil hükmüyle – grev sözcüğü açıkça yer alınamakla birlikte grev sayılabilecek türden tüm hareketler için altı yıla kadar hapis cezası getiriliyordu. 1936 lş Kanunu’yla nihayet grevler ve lokavtlar açıkça yasaklandı.
başlı iş kollanndaki çalışma ilişkilerini düzenleyen özel kanunlar dışında kapsamlı bir iş kanunu mevcut değildi. 24
Çalışma koşullarına dair mevzuat arasında 1921 Hafta Tatili Kanunu, 1935 Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu
ve çocukların çalıştırılmasını yasaklayıp, gençler ile kadınların istihdamını kurallara bağlayan 1930 Umumi Hıfzıssıhha Kanunu sayılabilir.
Iş mevzuatının kollektif ve örgütsel yanına gelince, Osmanlı dönemine ait şu iki kanun Cumhuriyet dönemine de
sirayet etmişti: 1909 Tatil-i Eşgal (Grev) Kanunu ve 1 909
Cemiyetler Kanunu. Bunlardan birincisi grev hakkını sınırIayıp (Madde 6), kamu menfaati ile ilişkilendirilen son derece geniş bir alanda sendika kurulmasını yasaklıyor ve hükümele grevlerde müdahale edip, işin devamını sağlamak üzere gerekli tedbirleri alma yetkisini tanıyordu (Madde10) .
Ikinci kanun olan Cemiyetler Kanunu ise işçi derneklerinin kurulmasına müsaade etmekle birlikte, bu konuda hükümetin sıkı denetimini öngörüyordu.
1924 Anayasası’nın 70 Maddesinde içtima ve cemiyet
kurma Türklerin doğal haklan olarak kabul edilmişti. Ne
var ki uygulamada bu haklar hiçbir zaman kanunlarla gü
vence altına alınmamıştır; tam aksine 1925 Takrir-i Sükün
Kanunu ve 1926 Ceza Kanunu işçi kuruluş ve hareketlerine
katı sınırlamalar getirmiştir.
Kemalistler işçilere öncülük edecek bir parti olmadığı sürece, rahat bir nefes alabilmişlerdir. l945’ten sonra çok partili sisteme geçilmesinden sonra bu tür partilerin açılmasıyla sıkı yönetim makamları tarafından kapatılmaları bir olmuştur.
Değişim ancak 1961 yılında Türkiye lşçi Partisi’nin kurulmasıyla gerçekleşmişti. Bu olay Türk işçi sınıfının tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu arada devlet, aydınların siyasete bulaşmalarını önlemek için elinden geleni yapıyordu. Özellikle Atatürk’ün Kasım 1938’de vefatıyla solcu aydınlar üzerindeki baskılarını iyice arttıran devlet, kanunlar vasıtasıyla dizginleri elinde tutuyordu. Bunların en meşhuru Ceza Kanunu’nun l4l.ve 142 maddeleriydi.
1936’da italyan Ceza Kanunu’ndan uyarlanan bu maddeler
sınıf ve sınıf mücadelesi söylemini önlemek amacını güdü
yordu. Nitekim bu amacı layıkıyla yerine getirmişler ve rafa
kaldırılmaları için 1990’lann başına kadar beklemek gerek
mişti.
Dünya genelindeki ekonomik buhranın bir sonucu olarak, tanm ürünleri fiyatlarında keskin düşüşler kaydedilmiş , Türk köylüsü toprak ağalarına gırtlağına kadar borçlanmıştı. Köylüler geçim derdinden şehirlere göç ediyor veya yeni fabrikalara işçi olarak giriyorlardı.
1935’de açılan Kayseri fabrikasının yapımında 4 500 amele
çalışmış ve bunlardan belki de bir kısmı inşaat tamamlandıktan sonra fabrikanın işçisi olmuşlardı . Zonguldak kömür madenleri ta Erzurum’dan, Gümüşhane’den gelen 10.000 köylüye ekmek kapısı açmıştı.
Köy kökenli işçiler köylüye has zihniyet ve davranış kalıplarını koruyor, köyleriyle baglarını devam ettiriyorlardı. Zaten ücretierin düşük olduğu düşünülürse geç inmek için köylerine muhtaçtılar.
Kemalistler uysal olacağını umdukları muhalefetin böylesine vaveyla koparmasından tedirgin olmuşlardı. Kuruluşundan daha 99 gün geçmişti ki Serbest Fırka lağvedildi.
Ancak halkın iktidara yabancılaşmasından duyulan kaygı
oldugu yerde duruyordu. Işçileri tekrar kazanmak, en azından öfkelerini yatıştırmak için şimdi acilen bir ideolojiye ihtiyaç vardı . Çare korporatizmde bulundu. Korpotalist devlet ideolojisi Mussolini İtalya’sında işe yaramıştı, pekala Türkiye’de de işe yarayabilirdi.
Paşa , polis ne derse desin, birini zincire vurup, günlerce kırbaçlayarak doğruyu söyletemezsiniz. Bana göre bu tutuklamaların asıl amacı askerlerle sivilleri karşı karşıya getirmek, büyük bir skandal yaratıp, işçilerin masumane isteklerini ifade etmek için kullanacakları sendikayı daha doğmadan boğmaktır sivillerle bir örgüt kurmak istediğim doğrudur. Bu örgüt sendikadır. Sendika komünist işidir deniyor; sendika kurmaya kalkışınca komünistlikle suçlanıyoruz.
Evet, lzmir lşçi Birlikleri Cemiyeti’ni kurmayı istedik: şimdi de kurma. aşamasındayız. Reji sigara fabrikası işçileri, tekstil ve iplik fabrikası işçileri, tütün,kuru üzüm, depo işçileri ve daha nice bağımsız işçi ve zanaatkar bu sendika kanalıyla. hükümetten birtakım sosyal haklar elde etmeyi istiyorlar. Paşa bu bir parti değil, sendikadır. Partiler siyasidir, ama sendikalar siyasetle uğraşmazlar. Devleti yıkmak gibi bir niyet de yok ortada. Polis, bu işe siyasi bir anlam yüklemeye çalışırken, haksızlık yapıyor
lbrahim Sırrı sendikalaşmayı siyasi mücadeleden saymıyordu. Zaten bu düşüncesini daha sonraki ifadesinde de
tekrarlayacaktı. İşçilerin tek dileği çalışma koşullarının düzeltilmesi için bir takım haklara kavuşmaktı. 1923 yılından
beri bu konuda diretiyorlardı
*Paşa, Ibrahim Sırrı’nın anlattıklarından etkilenmişti. Yumuşak ve düz bir ses tonuyla Bu söylediklerinde haklı olabilirsin. (Sendikalaşmayı kastederek) Lakin bizim için daha
çok erken dedi.
sunuyordu. Kurulacak veya genişletilecek sınai tesisler için
devlet bedelsiz arazi tahsisi yapıyordu; kapitalistler, bazı vergilerden muaf tutuluyor, ithal sinai makinaları için gümrük
vergisi ödemiyor, devlet demiryolları üzerinden mal nakil ve
sevkiyatında yüzde 30’luk indirimden yararlanıyor ve bazı
ürünler için devlet desteği alıyorlardı. Ancak bu teşvikler
özel sektör üzerinde hükümetin beklediği kamçı etkisini yaratamayınca, bu sefer devlet ekonomiye bilfiil el atarak, sanayiye yatırımlar yaptı. Sonuç olarak işçiler halktan yani
kendilerinin oldugu söylenen devlete karşı örgütlenmeye
zorlandılar. Işçinin kafası karışmış, ikileme düşmüştü
Halkçılık ve milliyetçilik gibi muğlak kavramlar dışında henüz bir ideoloji de tanımlamış değillerdi. Dünya çapındakiekonomik bulıranın Türkiye’yi kritik bir noktaya getirmesiyle birlikte, Kemalistler 1930’lann başında nihayet kendi ideolojilerini ortaya koyacaklardı. Bu arada sosyalizm yeni Türkiye için önerilen sınıfsız korperalist ideolojiyi tehdit etmeye devam ediyordu ve iyice palazlanmadan bertaraf edilmeliydi.
Mustafa Kemal, Sovyet Büyükelçisi Aralov’a Türkiye’de işçi sınıfının olmadığım çıtlatırken haklıydı. Fakat sayıca az da olsalar işçiler haklarını almak için mücadeleye başlamışlardı. 1923 yılının I Mayıs kutlamalarında Ankara’daki Meclis’e yürüyen işçiler lzmir Iktisat Kongresi’nde öne sürdükleri taleplerini aynen tekrarlayarak sekiz saatlik iş günü, hafta tatili ve 1 Mayısın işçi bayramı olarak kutlanmasını istiyorlardı.
Anadolu’yu istila eden Yunanlıları geri püskürttükten sonra kendisine güveni artan hükümetin bu gösteriye cevabı ele başıları tutuklamak, işçi yanlısı bazı gazeteleri yasaklamak ve Arnele Teali Cemiyeti’ni kapatmak oldu. Hemen akabinde bir kanun çıkararak, 1 Mayısı Bahar Bayramı olarak ilan edecekti; böylece 1 Mayısın hafızalarda lşçi Bayramı olarak yer tutması önlenecekti. O tarihten 1976’ya dek. 1 Mayıs ne resmen ne de örgütlü olarak kutlandı. Ancak unutulmadı da
l920’lerde sosyalist hareketin önderliğini Nejat Ethem ve
Dr. Şefik Hüsnü (Değmer) gibi aydınlar yapıyorlardı. Bu iki
aydın Aydınlık dergisini çıkararak fikirlerini duyuruyorlardı.
Yazılan Türkiye’de sınıf bilincinin hangi noktada olduğundan ziyade kendi vizyonlarını yansıtıyordu. Kimi zaman eli
kalem tutan bir erkek veya kadın işçinin yazıları dergide yayınlanırdı.
bu rolün niteliği ve etkisi hala el atılmayı bekleyen ciddi bir
araştırma konusudur. Şu kadarını söyleyebiliriz: Milli mücadeledeki yerleriyle işçiler Şubat 1923 lzmir Iktisat Kongresi’nde kendilerini temsil ettirebilmişlerdir. Işçilerin grubunu kontrol altına alıp yönlendirmek isteyen Kemalistler, grubun başına bir işçi temsilcisi yerine kendi yandaşlarından
Aka Gündüz’ü koymuşlardır. Aka Gündüz’ün uzaktan yakından işçilikle alakası yoktu. Kendisi siyaset yazan olup, Jön Türk döneminde ünlenmişti. Zekası ve belagattaki ustahlığı sayesinde işçileri sindireceği düşünülmüştü
kutlamaları da işçiler ile aydınların politize olmalarının bir
tezahürüdür. 1920’de Karadeniz’in liman şehri Trabzon’da
1 Mayıs vesilesiyle yapılan gösterilerde Enver Paşa ve Lenin’i metheden sloganlar atılmıştı; o zamanlar Mustafa Kemal adı pek telaffuz edilmiyordu.
1919-1922 yılları arasında Kemalistler varolma mücadelesi verirken milliyetçilik ve enternasyonalizm el ele gider
işvereninkiyle çakışmadığını anlayan çekirdek bir işçi kitlesi vardı. Savaş sırasında sıkı yönetim alımdaki imparatorlukta herhangi bir işçi kıpırdanması veya örgütlenmesine fırsat verilmemişti. Ancak 191 8’de çöküşü n ve devrimin eşiğinde olan Almanya’da durum hiç de öyle değildi. Oradaki Türk işçi ve öğrencileri Nejat Ethem gibi radikal kişilerin rehberliginde solun etkisi altına girerek, Türkiye Işçi ve Köylü Partisini kurmuşlardı
Jön Türk döneminin işçileri, bir yandan muhafazakar
güçlere karşı siyasi mücadelenin verildiği , diger yandan iç
meselelerin, emperyalist güçlerin varlıgı altında uzun süre
gölgelendigi ve Hıristiyan azınlıkların milli bilinç kazandığı
çalkantılarla dolu o on yılda olgunlaşmışlardı. Ittihat ve Terakki ilkin bir siyasi örgüt daha sonra ise hükümet sıfatıyla
halkı davaya çekmiş ve bir anlamda hakların ancak savaşılarak elde edilebileceği kanısını yerleştirmişti. Aynı zamanda savaşlardan, özellikle de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkler devlete ve topluma daha eleştirel gözle bakar olmuş, bir dava için ancak menfaatleri varsa seferber olmaözelliği geliştirmişlerdi. Zaten Kemalistler de köylü ve işçileri harekete geçirmek için az ter dökrnemişlerdi. Çünkü
bu insanlar uğruna savaşmaları istenen davamn, ne olduğunu iyice bilmeden, mücadeleye katılmaya yanaşmıyorlardı
bilinçlendiler
çok değil, bir nebze kolaylaştırmıştı. 19 Şubat l 920’de
(muhtemelen daha sonrasında da) İstanbul’daki Meclis-i
Mebusan’da ‘Türk’ ve ‘millet’ kelimeleri hararetle tartışılıyordu. Mebuslar arasındaki ortak görüş Türk kelimesinin
çeşitli etnik gruplan içerdiği yolundaydı. Milletten ise Osmanlı Milleti anlaşılmaktaydı.
lşte o zaman piyasada işçi bulmak zorlaşmış ve buna bir de tütün sektöründeki atılım da eklenince işgücü açıgı büyümüştür.
Böylece Selanikli işçiler müthiş bir pazarlık gücü ele geçirmişlerdi. Selanik’teki pek çok işçi 1908 Devrimiyle beraber başlayıp, daha sonra çıg gibi büyüyen bir harekete, yani işçi sendika ve birlikleri kurup sıkıntılarını yüksek sesle dile getirmeye girişmişlerdir. l910’da Selanik’in önemli sendikalarını kuranlar tütün işçileri , iplik bükümcüler, hamallar ve Selanik-Manastır demiryolu işçileriydi
İmparatorlukta hemen hemen her işkolundan işçiler ayağa
kalkmışlar; tekstil işçileri, garsonlar, berberler, demiryolu
işçileri, eczacılar, tezgahtarlar, yükleme işçileri ve daha pek
çoğu ücret artışı talep etmişler ve sonuçta istediklerini elde
etmişlerdir.
**l905’de tekstil işçileri işi bırakma eyleminde bulunmuşlar, l906’da onlan Allatini tuğla fabrikası işçileri takip etmişti. Çeşit çeşit yeni fabrikaların kurulmasıyla işçiler kıymete binmiş, çok geçmeden işveren işçi bulmak için açık arttırmaya çıkar hale gelmişti
işçiyi istihdam ediyordu; gençler 1912’de on kuruş , diğerleri ise 16-18 kuruş yevmiye alıyorlardı. Rum ve Bulgar işçiler çoğunluktaydı.
*1912’de Musevilere ait Olympos bira fabrikasında da benzer bir duruma rastlanır. Fabrikanın seksen dolayında işçisinden, makina bölümünde çalışanlar genellikle Rum, malt hazırlama ve mayalama işlemlerini yapanlar ise Bulgardı. Bulgarlar aynı zamanda meyhaneleri de işletiyorlardı. lşin kesintiye uğramamasını isteyen Musevi girişimcilerin özellikle Hıristiyan işçileri tercih ettikleri söylenmektedir. Selanikli Musevi işçiler Sebt günlerinde çalışmayı reddettiklerinden, sanayiciler teknolojinin
gereklerinin dini uygulamalarla çelişmesi yüzünden işçilerini Musevi olmayanlar arasından seçmeyi tercih etmişlerdi
yurtdışından getirtiyordu. l880’li ve 90’h yıllarda pamuk bükümhanelerini İngiliz müdürler yönetiyordu; onlara, kalacak
yer ve nispeten yüksek maaş veriliyordu. Aynı şekilde 1890’ların ilk yıllarında tütün rejisinin başında bir İngiliz vatandaşı bulunuyordu. Allatini tuğla fabrikasında üretime İtalyan uyruklular yön veriyordu. Yüzyılın başında ipek sarım
atölyelerini yönetenlerin ekserisi yine Italya’dan gelmeydi. Işçiler ise genellikle yöre halkındandı. Ucuz olduğundan her yerde kadın emeğinden bol bol yararlanılıyordu. Tekstil atölyelerinde çalışan kadın sayısı sekiz-yirmi arasında değişmekteydi. l880’lerde şehirdeki pamuk hükümhanelerinde çalışan toplam 800 işçinin tamamı Museviydi
Osmanlı İmparatorluğu’nda fabrikatörler arasında bu kadar çok Musevi’ye sadece Selanik’te rastlanır. Allatini ailesi imparatorluğun Avrupa vilayetlerindeki en tanınmış ve önemli sanayi grubuydu. Un ve ipek sektöründe önemli başarılara imza atan Allatini’ler servetlerini tarım ürünleri ihracatından kazanmışlardı. Aile bu servetle ilkin şehirde buharlı un imalathaneleri, daha sonra da yine buharlı tuğla fabrikası açmış ve 1890’larda ltalyanlardan teknik yardım alarak sözü edilen tuğla fabrikasını modernize etmişti. Allatini ailesi Makedonya’nın çeşitli yerlerinden Selanik’e yapılan tütün ihracatında söz sahibiydi. l880’li yılların ortalarından itibaren Macar, Amerikan ve diğer yabancı tüccarlar piyasayı ele geçirerek, yerli tü tün imalathanelerini tasviye etmeye başladı. Bunun üzerine 1895’te Allatini tütün imalathanesi tütün ticaretini finanse etmek için Selanik Ticaret Ltd’i kurar ve böylece Macar Herzog and Company firması ardından tütün sanayisinin iki numaralı patronu olarak saltanatını korumayı başarır.
lpek sarım işkolu gerilerken , tütün üretim ve işlemede büyük bir çıkış yapıldı. Yirminci yüzyılın başında Osmanlı imparatorluğu ‘ndan ihraç edilen toplam tütünün yüzde 50 yüzde 75’i Avrupa vilayetlerinde üretilmekteydi. Amerikan Tütün Şirketi’nin adeta ardı arkası kesilmeyen tütün talebininde etkisiyle, Osmanlı’nın son döneminde tütün ihracatı fırladı. 1892- 1909 arasında Avrupa’ daki Osmanlı bölgelerinden yapılan tütün ihracatı tam tarnma yüzde 250 oranında artmıştı. Tütün sanayisi Selanik dışındaki Kavala bölgesini merkez tutmuştu; Avrupa vilayetlerinin tütün ihracatındaki en büyük pay bu bölgenin idi. Selanik ise işlenmiş
tütünün beşte birini sağlıyor ve imparatorluğun en önemli
sigara fabrikalarını barındırıyordu. 1883’te Selanik’teki tütün
rejisine ait fabrika, makinalarla günde 100. 000 adet sigara
üretiyordu; o tarihten sonra fabrikanın yıllık sigara üretimi mütemadiyen artmıştır
alışmıştı ki, Selanik de dahil tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda ipek sanayisi bir bunalım dönemine girdi . lpek böceğine musallat olan hastalık Fransa’dan Ortadoğu’ya sıçramış, bu arada Doğu Asya, Avrupa’ya büyük tarlarda ipek ihraç etmeye başlamıştı. Selanik’te ve genel olarak da tüm Osmanlı’da ham ipek üretimi on yıllarca durgunluktan kurtulamamış ve neyse ki Louis Pasteur’ün ipek böceği hastalığına çare olan buluşları sayesinde dirilerek, uluslararası çapta aranır olma özelliğini tekrar kazanmıştır.
Selanik’te iki büyük iplik fabrikası ile civardaki köylerden altı küçük fabrika 1880’lerin sonuna dek ayakta kalabilmişti.
Selanik hızla açılan çeşit çeşit fabrikayla sanayide şaşırtıcı bir hamle dönemine girdiğinde, Osmanlı Düyun-u Umumiyesi
yerli kapitalist ve müstakbel girişimcilere örnek olsun diye Gevgeli yakınlannda bir ipek sarım fabrikası kurdu.
Boutet Freres adlı Parisli firmaya kiralanan ipek bükümhanesi
ise nispeten büyüktü ve en modern makinalarla teçhiz edilmişti. Bütün bu çabalara ve genelde olumlu ekonomik ortama rağmen Selanik ve· civarındaki ipek sarıcılığı bir işkolu olarak sonunda yok olmaktan kurtulamadı
ekonomisinin on dokuzuncu yüzyıl sonundaki atılımı sırasında
da yok oldu. Avrupa fabrikalarınını dokumalık kumaş için kullandıkları ipek ipliğinin yapımında Batı teknolojisini Osmanlı ipek üreticileri arasında ilk benimseyenler,1829 yılından itibaren, Selaniklilerdir. l840’lara gelindiğinde, Selanik’teki otuz modem bükümhanede birkaç yüz iplik sarım makinası bulunuyor, buralarda belki de 1 .000 kadar kişi istihdam ediliyordu. Eski tarz imalathaneterin tamamı Yahudilerin elinde bulunuyordu. Yeni Batı teknolojisinin şehre sokulmasında anahtar rolü oynayanlar ise ltalyanlardı. Yeni imalathaneler son derece başarılı olmakla birlikte,Selanik halkı bu imalathanelerin yarattığı hava kirliliğinden
şikayet ederek, yerel makamlardan fabrikaların şehir
sınırları dışında kurulması uygulamasını getirmelerini
istiyorlardı.
Tütün sanayisindeki büyük atılım iplik fabrikalarının ucuz kadın emeğini kendisine doğru çekip. iplik sanayisine darbe indiriyordu. Genel olarak söylersek ekonominin 1885’deki şahlanışı sonrasında Selanikli işçilerin önünde farklı istihdam seçenekleri varken, iç bölgelerdeki işçiler için iplik fabrikası dışINda çok fazla ekmek kapısı yoktu.
Ayrıca, daha sonra da göreceğimiz gibi Selanikli işçiler Makedonyalı işçilere göre daha iyi örgütlenmişlerdi. Işte bütün bu etmenlerin sonucu olarak, Selanik iplik fabrikalarının
işçileri, Karaferia, Niausta ve Wodena bükümhanelerinde çalışan Makedonyalı kızlardan üç kat daha fazla kazanmaktaydılar.
açıldı, ancak işletmecisi Yahudi değildi. Osmanlı devleti bu
fabrikaların rekabet gücünü arttırmak için vergi muafiyeti
tanımıştı . Torres-Misrachi hükümhanesi l 886’da ve 1 890’da
genişletildi; on yıl sonra tamamı Ingiliz yapımı, yepyeni makinalara
kavuştuğu söyleniyordu. l905’te Torres-Misrachi anonim şirket haline getirildi. Selanik’teki hüküm sanayisine Yahudiler hakim olmasına karşın, şehrin dışına çıkınca Niausta, Karaferia ve Wodena’daki hükümhanderin tümü Osmanlı Rumlarının elinde bulunuyordu. Bu bükümhanelerden hiçbiri tek kişiye ait değildi; çok ortaklı olmaları riskin paylaşılmasını sağlıyordu. Ortakların ailelerinin de bükümhanede bazen yönetici konumunda bazen de üretim hattında çalıştıklarına sık sık rastlanıyordu.
Epey bir zaman sonra, yaklaşık I 9 l 3’de, iç bölgelerde Rumların işlettiği yedi bükümhaneden altısı piyasaya hakim olmak amacıyla birleştiler. lhtimal ki, birleşme girişim Osmanlı topraklarını kasıp kavuran etnik iç savaş ortamında Rumların Yahudileri piyasadan silme manevrasıydı.
Bükümhane sayısındaki hızlı artışla birlikte Makedonya’da
pamuk ekiminde büyük bir atılım gerçekleşti ; 1880’li yılların
ortalarında bu atılım gözle görülür boyuttaydı
üretimi yünlü kumaş üretimindeki artışa paralel olarak
gittikçe büyüyordu. Yüzyıl dönümünde şehirdeki irili ufaklı
sayısız atölye iki üç tezgahla pamuklu çorap (yanı sıra
yün gömlek ve şal) üretiyordu. Fransız malından taklit edilerek
çok ucuza üretilen yerli çoraplar, ithalatı büyük oranda
azaltmıştı. Yirminci yüzyılın başında kadın hazır giyim
sanayisinde yüzlerce kadın işçi istihdam ediliyor ve büyük
ilerlemeler kaydediliyordu.
Yüzyılın sonunda bir dizi makinalı pamuk imalathanesinin
açılmasıyla Selanik, pamuk ipliği üretiminde atağa geçti.
l900’de Selanik ve Makedonya’nın iç bölgeleri diğer tüm
Osmanlı şehirleri arasında makinalı pamuk hükümhanelerinin
en yoğun olarak toplandığı yerlerdi. En eski hükümhane
Niausta’da l870’lerde kuru lmuştu. l900’den so nra ise
beş tane daha kuruldu. Birinci Dünya Savaşı arifesinde Makedonya’da toplam l0 tane hükümhane vardı. Bunlardan
üçü Selanik’teydi ve sözü edilen on hükümhanedeki toplam
60.000 kirmenin üçte birine sahipti.
edilmeye başlanmıştı. Yirminci yüzyıhn başında yün dokuyan
fabrikaların sayısında çarpıcı bir artış kaydedildi;
**Yün sanayi, makinalarla çok geç tanışmıştır. l908’de birkaç küçük makinalı fabrika açılmıştı. Yeni açılan bir başka imalathanede Bielefeld’den getirilen beş adet dokuma tezgahıyla Osmanlı hükümeti için yuksek kalitede, boyanmış yün kumaş mamulleri yapılıyordu. l9 l l’de Selanikli Yahudilerin finanse ettigi anonim şirket otuz dokuma tezgahıylaikinci makinalı imalathaneyi kurdu.
mala göre gruplara ayrılıyorlardı. Sıkı bir disiplin
içinde çalışıyorlardı. Anladığımız kadarıyla resmiyete dökülmemiş olmakla beraber saglam bir örgüt yapısı oluşturmuşlardı.
**On hamaldan az o lan her grup belli bir tüccarla iş yapardı.
Bankacılık ve tekstil satış merkezi olan Malta köşesinin
(de la köşe Malta) hamalları Makedonya, Sırbistan ve
Arnavutluk’a gönderilecek malların nakil ve ambalaj işini
yapıyordu . Adım ibadethaneleri için kullanılan lakaptan
alan ve tümü Archbarim ailesinden gelen fare grubunun
(los ratones) hamalları metal ev eşyası, büyük makinalar ve
diğer ağır yükleri taşımaktaydılar. Tren istasyonunun hamalları
biri Levy ailesinden, diğeri de Nehame Romano’nun
oğullanndan oluşan iki grup halin de çalışıyorlardı. Aslen
yedi kardeşin kurduğu Levy grubu kuşaklar boyunca aynı
ailenin elindeydi. Levy grubu yük vagonlarına bakıyor, Romano’lar
ise yolcu bagajlarını taşıyorlardı.
***Liman bölgesinin tanınmış harmallan Avusturya-Macaristan
Imparatorluğu’na yönelik 1908-9 boykotunun gerçekleşmesinde
kilit rolü oynamışlardı. Bu hamallar her biri belli bir
alanı tekeli altında alan pek çok gruba bölünmüştü
Emekten tasarruf sağlayan modem teknolojilerin kullanımı sadece yeni sanayi kollarıyla sınırlı kalmamıştır. Kadın işlerinde makineleşmeye örnek dikiş makinalarıdır.
1870’lerin ortalarında Şam’a ithal edilen dikiş makinalarını Müslüman terzi kadınlar çabucak benimsemiştir. l900’de parça başı çalışan genç kadınlar bugün bile turistler arasında çok rağbet gören Şam tarzı masa örtülerini makinayla işliyorlardı.
1860’lı yılların sonlarından itibaren Humus’un zanaatçı tekstil üretim merkezi olarak önemi artmıştır. Humus ve Hama şehirleri ucuz pamuklu kumaş üretiminde uzmanlaşmışlardı ve Avrupa’dan ithal kumaşlarla rekabet edebiliyorlardı. Halep ve Şam’ın kaliteli ipek ve ipek-pamuk karışımı kumaşlardaki öncülüğü, ithal Avrupa kumaşların çoğunlukla pamuklu olması sayesinde devam ediyordu.
Çok sayıda geleneksel işkolunda kadınların varlığı gün geçtikçe azalıyor, geleneksel zevklerin Avrupa veya yeni Osmanlı tarzına kayması yüzünden saçak, kuşak ve bazı işleme türlerine talep yavaş yavaş düşüyordu. Yüzyılın sonunda yün de pamuğun akibetine uğramış , 1940’larda ise ipeğin yerine sentetik iplikler çıkmıştı .
Düşük ücretlere rağmen, günün altı-sekiz saati çalışıyor olmaları , bu işleri zevk için yapmadıklarını göstermektedir. Ancak yine de
ondokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren geleneksel kadın işlerinde düşüş yaşanmıştır. l920’li ve 30’lu yıllarda ortadan silinen binlerce iplik hüküm işinin yanı sıra, saçak, kuşak ve çeşitli nakış işleri yapan kadınlar tüketici zevklerinin Avrupa stillerine kaymasıyla birlikte 1840’lardan itibaren işlerini yitirmişlerdir.
Kadınlar erkeklere kıyasla daha ucuza çalışmaları bir yana, işi evde yapmaları sayesinde işvereni atölye kiralama masrafından kurtarıyorlardı. Üstüne üstlük işveren yeni makinaların maliyetini işçinin üzerine yıkmıştı. Bunu gerçekleştirmenin yollan sadece Suriye’ye özgü değildi. Makinalar istihdam için önşarttı. lşçi tüccar-işverenden makinayı veresiye alıyor, taksitler ücretinden kesiliyordu.
Kadın işçilerin tercih edilme nedeni belli . Kadın emeği ucuzdu. Kalifiye bir kadın el işçisi kalifiye bir erkek kalfanın yarısına -yani erkek çırağa verilen ucrete- çalışıyordu.
‘Geleneksel’ tekstil sektörünün Avrupa menşeli modern kapitalist ekonomiyle ilk ciddi karşılaşması bu döneme rastlar.
Kapitalizm, Avrupa’dan ithal ucuz ürünlerin Suriye piyasasına
akın etmesiyle kendini hissettirmiştir. 1820’lerden itibaren, ithal pamuk ipliği yerli ipliği rekabette başarıyla alt etmiş ,
1830’lu ve 40’lı yıllarda yerli kumaşlara alternatif rakipler,
1870’lerde de yeni tekstil ürünleri peş peşe piyasaya girmiştir.
Şamlı zanaatkarların mücadeleleri Osmanlı Imparatorluğu’nun çöküşüyle son bulmadı. l9l9’da yiyecek fiyatlarını öne sürerek ücretlerinin arttırılması için greve gittikleri biliniyor.
Sanayi , ayaklarının üzerine dikilmeye başladığında,
carlar Şam kumaşlarının piyasa fiyatını artırdı. 1862’de en
ucuz alaya kumaşı 80 kuruştan 85 kuruşa, 1879’da ise 90
kuruşa çıktı.Bu artışlar sayesinde tüccar da , usta ve kalfa da l830’lardan o yana uğradıkları kaybı kısmen telafi ettiler. Yüksek fiyatlar tüccara kar, ustaya daha fazla fason ücreti, kalfaya ise parça başına daha yüksek gelir olarak yansıdı.
1830 lardan 1840 lara
l830’larda tüccar, yeniçeri ve ulema kesiminden birçok kişi tekstil atölyesi sahibiydi. Bunlardan biri de varlıklı bir Hıristiyan tüccar olan Hannah Hannouri idi.
1830’lu ve 40’lı yıllarda işsizlik sorunu daha da büyümüştü. Batı Avrupa’nın nispeten ucuz tekstil ürünleri Osmanlı pazarlarını doldurup, Şam kumaşlarından daha fazla revaçta olmaya başlayınca, binlerce Şamlı dokumacı işsiz kaldı. Şehirdeki dokuma tezgahlarının sayısı 1830’larda 5.000-6.000 civarındayken, 1840’larda 2.000’in altına indi; Şam’ın tekstil sanayisi artık tehlike sinyalleri veriyordu.Bütün bunlar olurken, lonca örgütündeki ustalar sanayide ki gerilemeyi önleyemiyor, ne kendilerine ne de işçilerine iştemin edebiliyorlardı.
On sekizinci yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başında,
Fransız Devriminin ardından Fransızların rekabetten çekilmesi
ve taşra insanının tekstile olan talebinin artmasının da
etkisiyle Şam ve diğer Osmanlı tekstilinin piyasası genişlemiştir
. Yeniçeriler, tüccarlar ve dokumacı camiasının dışındaki
kişiler kar ümidiyle akın akın bölgeye gelip, dokuma atölyeleri açmışlardır. Sanayideki bu büyüme, Şamlı dokumacıların
aleyhine işlemiştir. Lonca yöneticileri öteden beri ücretleri nispeten yüksek tutup, atölye ve dokumacıların sayısını kısıtlayarak işsizliği asgari düzeyde tutmayı başarmışlardı.
Şam’daki dokuma atölyelerinin faaliyetleri konusunda
ustaların devletçe de tanınan tekeli bu işi kolaylaştırmıştır
kalfa-usta çatışmasını daha da körüklemiştir. Dokuma camiasının
kaymak tabakası olan bir grup usta., lonca şeyhiyle birlikte gücü tekeline alarak, kalfanın hayatını kimi zaman pek de hoş olmayan şekilde denetim altında tutmuştur.
Kalfanın ne zaman ustalığa yükseleceğine karar veren ustalar,
böylece onun kendi işini kurma şansını da tayin ediyorlardı.
Ustaların kalfa-usta ihtilaflarını çözerken işverenler ”olarak çıkarlarından feragat etmiş olabileceğini düşünmek
pek akla yatkın değil.
Şamlı dokumacıların militan eylemciliğini sırf sistemin
yarattığı çıkar çatışmalarıyla izah etmek mümkün değil. Zanaata
dayalı üretim yapısı on sekizinci yüzyıl sonlarından yirminci yüzyılın başına değin aynı kaldığı halde, grevler 1870’lerden sonra düzenlilik arzeder. Burada rol oynayan diğer bir faktör değişen ekonomik şartlara bölge insanının tepkisidir.
Osmanlı’nın son döneminde Şamlı kalfalarta dokuma ustaları
arasında uyumdan bahsetmek güçtü. 1 870’lere gelindiğinde
şehirdeki kalFalar yanında çalıştıkları ustalara karşı
düzenli aralıklarla greve gitmeyi adet haline getirmişlerdi.
Belki 1870’lerden önce de grev olmuyor değildi, ancak bunların
kayda değecek sıklığa ulaşması 70’li yıllara rastlar.
Şam’daki Ingiliz konsolosu 1879’da Sanayinin bu iş kolunda
grevin yaygın olduğu gözleniyor diye yazıyordu. Kalfalar
her zaman sonuç elde edemese de şartlarının düzeltitmesi
için Birinci Dünya Savaşı’ nın sonuna dek başkaldırmaktan
vazgeçmemişlerdir.Bunlar, kolektif ve disiplinli
hareketlerdi; güruh hezeyanıyla kendiliğinden ortaya çıkan
protesto eylemleri değillerdi. 1879’un ilk aylarındaki bir
grev bu hareketlerin niteliğini açığa vurmaktadır. 16 O tarihlerde
Şam’ da çalışan 4.000-5.000 kalfadan 3.000’i parça başına
verilen ücretin 16 kuruştan 13 kuruşa düşürülmesini
protesto etmek için greve gitmiştir
Usta ile kalfanın mensubu olduğu zanaat cemiyetleri veya
diğer deyişiyle loncalar ortak rnenfaatlerin ve mesleki kimlik
nosyonunun pekiştiği yerlerdi. Lancalardaki lider ustalar istihdamı yüksek tutup, tüm üyelerine iyi bir yaşam seviyesi sağlamak ü,:in ugraşıyorlar, bu arada üyeler arasındaki anlaşmazlıkları gideriyor, böylece kalfanın da çıkarına hizmet ediyorlardı. Loncadaki uyumun güçlendirilmesi için zanaatçı dayanışması söyleminden ve birtakım ritüellerden yararlanılıyordu.
Örneğin üyeliğe kabul merasiminde olduğu gibi üyelerin
eşit olmayan konumlan bir mesleğin ard arda gelen basamakları
olarak sunuluyor, mesleğin ayrılık yaratması muhtemel
konularına özde birleştirici anlamlar yükleniyordu. Ancak
bütün bu dizginleme mekanizmasına rağmen, kalfalar
arasında ustalara karşı bir hoşnutsuzluk baş gösterdiğinde, işgücünün ufak üretim birimlerine parçalanmış olması kolektif
bir hareketin oluşmasını zorlaştınyordu.
-İstanbul, Selanik ve izmir yoğunlaşmıştır.
1839-1923 Dönemi bu özelliğinden dolayı kent işçisinin ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Bir çoğu kırsal kökenli olan işçiler köyleriyle olan bağlarını bir ölçüde devam ettirmişlerdir. Yeni yapılan demiryolları, liman ve tersaneler sayesinde kentlerde yeni iş imkanlarıyla beraber işgücü de doğmuştur. Kısacası yeni fabrikalar yeni iş kolları yaratırken, sömürünün, başkaldırının, öfkeli kıpırdanmaların, işçi örgütlerinin, sınıf bilincinin, işçi hareket ve grevlerinin de başlangıcı olmuştur.
Zaten gerek devlet gerekse Tatil-i Eşgal Kanunu bu tür işletmeleri kamu kuruluşu olarak kabul etmişti. En önemli grevler Batılı şirketlerin elindeki demiryollarında meydana gelmişti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ve üyelerine de dilekçe vermişlerdi. İttihat ve Terakki’nin ihtilaflarda, hakkını arayan işçinin yanında devreye gireceği düşünülüyordu. Bu da makul bir düşünceydi çünkü lttihatçılar Fransız devriminin
Özgürlük , Eşitlik, Kardeşlik (Hürriyet, Adalet , Müsavaat)
ana sloganıyla yola çıkmışlardı.
Ne var ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti hürriyetin ilanını
takip eden ilk aylarda karşılaştığı sosyal ve ekonomik sorunlarla nasli başa çıkacağını bilmiyordu. Henüz bir yeraltı örgütüyken ll. Abdülhamit istibdatı yıkılınca onun yerine ne tür bir yönetim getirileceği konusunda herhangi bir plan yapmış değildi
Aynca ilginçtir ki, örgütlü işçilerin büyük kısmı gayrimüslimdi. Örnegin, işçi kuruluşlarının daha etkin ve yaygın olduğu Balkan yanmadasında Türk içiler, işçi sınıfı içinde azınlık olmaları bir yana örgütlenmede de en yavaş davrananları idi. Her ne kadar Abraham Beranoya 1910’da örgütlü işçi sayısını 125.000-15.0.000 civarında hesaplamışsa da bu rakamlar gerçek olmaktan uzaktır. Dolayısıyla Balkan yarımadasının kaybı, Osmanlı’da örgütlü işçi kesiminin büyük bir kısmının da kaybıdır bir anlamda..
1912-13 BALKAN SAVASLARI
1913 BABIALİ BASKINI
1914-1918 I.DÜNYA SAVASI
1918-1923 .
OSMANLI İŞÇİLERİ ARASINDA SOSYALİZM YILLARI
l9l2’ye gelindiğinde sol hareketler ve işçi örgütlerinde
canlanma görülür. Ancak ardarda patlak veren savaşlar 1911-12 Trablusgarp Savaşı , 1912-13 Balkan Savaşı ve 1914-18 Birinci Dünya Savaşı- ve 1913 Babıali baskınından sonra iyice artan lnihat ve Terakki istibdadı Osmanlı’da yeni yeni serpilen işçi örgütü hareketinin sonunu getirmiştir.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ardından sol hareketler muhtemelen Bolşevik Ihtilali’nin de olumlu etkisiyle İstanbul’da tekrar boy göstermeye başladı . 1918-23 döneminde özellikle de lttifak Güçlerinin işgalinden sonra Osmanlı işçileri ve onların örgütleri sosyalist harekete iyice yakınlaşmıştır.
1908 devrimi, Osmanlı toplumunu işçi dernekleri ve siyasi kuruluşlarla tanıştırdı. Osmanlı Amele Cemiyeti’nin
kurucuları Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti adı altında
sendikalarını yeniden -bu sefer yasal olarak- örgütlediler.
Sendika, Tatil-i Eşgal Kanunuyla beraber çok geçmeden lağvedildi, ancak Nisan 1910’da Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti adıyla tekrar sahneye çıktı.
Dünyadaki işçi örgütleriyle ilişki kuran ilk Osmanlı sendikası Osmanlı Mürettipler Derneği (Mürettibin-i Osmaniye Cemiyeti) de l908’de kurulmuştu. Anadolu Osmanlı Demiryolu Memurin ve Müstahdemini Cemiyeti Uhuvvetkaranamesi adlı işçi derneği gerek lideri olan Dr. Arhangelos Gabriel’le gerekse talepleriyle şirkette de Osmanlı hükümetinde de huzursuzluk yaratıyordu.Öte yandan Şark Demiryolu işçileri bir Dayanışma Cemiyeti çatısı altında örgütlenmişlerdi. Selanik’teki 3.200’den fazla tütün işçisi bir sendikada örgütlenmişti.
Manastır’da işçiler Sınıf Bilinci adında bir örgüt kurarak işçiler arasındaki emik çatışma ve gerginliklere karşı mücadele etmeyi amaçlamışlardı. Iskeçe tütün fabrikalarmdaki işçiler Türk Bulgar Tütün İşçileri
Sendikası’nı (Le Syndicat Turca Bulgare des Ouvries de Manufactures de Tabac) kurdular.61 l909’da sosyalizm sempatizanı bir öğretmen Vodina’da Tekstil İşçileri Sendikası’nı
kurdu.
Sınıf bilinci taşıdıgı söylenebilecek gerçek anlamdaki
ilk işçi örgütü İstanbul Tophane fabrikalarında çalışan işçiler tarafından 1894’te gizlice kurulan Osmanlı Amele Cemiyeti’dir. Harbiye Nezaretine bağlı Tophane fabrikalarında
4.000’den fazla işçi çalışıyordu.
Bu işçiler bir örgüt kurmak üzere kendi aralarında sekiz kişilik bir komite seçtiler. Komite Avrupa’daki Jön Türklerle de temasa geçti. Ancak resmi makamlar komitenin faaliyetlerini öğrenince kurucular surgüne gönderildiler. 1902’de komite üyelerinden bir
kısmı lstanbul’a dönerek örgütü tekrar faaliyete geçirmek
istediyse de, bu ikinci girişim de, belki de Avrupa’dan dönenlerin sosyalist ideolojiyi de beraberlerinde getirmeleri yüzünden başarısızlıkla sonuçlandı. Topkapı Mezarlıgı’nda bir kongre yapılacağını öğrenen rejim, örgütü bir kez daha çökertti. Kurucu üyelerden Osman Abdullah ve Ethem Nejat Avrupa’ya dönerek sol hareketlerde yer aldı.
1908-1918 işçi hareketlerinin 1919-1923 dönemi üzerinde
önemli bir etkisi oldugunu söylemek mümkün degil. Ancak bununla birlikte , 1919 ve 1922 yıllan arasında işgal altındaki İstanbul ve civarında on dokuz greve rastlanır.
Bu grevlerin hemen tamamı ulaştırma sektöründe, özellikle de
yabancı sermayenin elindeki demiryolu şirketlerinde gerçekleşmiştir. Ayrıca işgalin yarattığı siyasi kargaşa ortamından yararlanan Osmanlı solcuları başkentteki işçi kuruluşlarıyla kaynaşmayı başarmışlardır.
1908 yılının bazı grevlerinde, işçiler, taleplerini geri çeviren şirket yöneticisinin istifasını istemişlerdi. Örneğin Istanbul Tramvay şirketinin işçileri görüşmelerin başlatılması
için şirket müdürü Bay Perdikari’nin istifasını şart koşmuşlardı.
Yine Anadolu Demiryolu şirket müdürü Bay Huguenin’ in görevinden istifa etmesi talebi, başlıca örneklerden biridir. Bazı tarihçiler bu türden taleplerin 1908 grev dalgasının anti-emperyalist iklimini yansıttığını öne sürmektedirler.
Oysa tam aksine böylesi bir talep Osmanlı işçisinin yabancı sermaye konusundaki tutumunu içselleştirdiğini göstermekte ve dönemin işçisinin duyarlılığını örneklemektedir.
Her şey bir yana, bu talepler Osmanlı yöneticilerini korkutmuş olmalı ki, sonunda Tatil-i Eşgal Kanunu (Grev Kanunu) çıkarılarak işçiler işverenin yönetimine müdahalede bulunmaktan men edilmişlerdir.
Grev Kanununun Osmanlı Meclis’inde görüşülmesi esnasında, her milliyetten, çeşitli üretim kollarını temsilen 5.000’i aşkın işçi 6 Haziran 1 909’da Selanik’te bir mitingdüzenlemiş, Osmanlıca, Bulgarca, Rumca ve Yahudice olmak üzere dört dilden söylevler verilmiş ve beş dilde bildiriler da§ıtılmıştır.45 Osmanlı işçisinin düzenlediği birkaç siyasi mitingden ilkidir bu.
Tatil-i Eşgal Kanunu çıkınca grev dalgası da dinmiştir.
Grevlerin hızı kesilmiştir; nitekim 1 909-1912 arasında sadece 33 greve rastlanmaktadır. Özellikle l3 Ocak 1913’deki Babiali baskınından sonra, kökleşen Ittihat ve Terakki baskısı işçi eylem ve grevierine son noktayı koymuştur. 1913- 1918 yıllannda görülen grevierin sayısı sadece beştir.
tedirgin eden talepler işin niteliğini, çalışma esaslarını , iş
disiplinini ve şirket idaresini belirleyen düzenlemelere ilişkin olanlardı; Anadolu Demiryolu grevinde olduğu gibi, işçiler açığa alma ve işten çıkarmaları kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı. Ayrıca atamalarda rol oynama ve işe kimin alınacagını belirleme hakları olduğunu öne sürüyorlar ve işle ilgili konularda söz hakkına sahip olmak için işverenden işçi sorunlarını ele alacak daimi bir komite oluşturmasını istiyorlardı. Ne var ki işverenler bu tür talepleri şirket yönetimine müdahale etme şeklinde algılayarak reddediyorlar; dolayısıyla ihtilaflar ve grevler çözümsüzlüğe mahkum ediliyordu.
terzi işçileri işlerini bırakarak ücretlerinin yüzde 70 arttırılmasını istemişlerdi. Ücret artışı talebiyle ortaya çıkan ilk grev
muhtemelen budur.
Mart 1879’da Şirket-i Hayriye vapur işletmesindeki dökümhane işçileri ücretlerinin kaime olarak ödenmesini protesto etmek için greve gitmişlerdir. Temmuz l879’da Tersane işçileri yedi yılda dördüncü kez greve giderek, ücretlerinin kaime veya bakır para ile değil altın parayla ödenmesini talep ederler. Kasım 1880’de ise bu sefer aynı istek Haliç gemilerinde çalışan işçiler tarafından tekrarlanır.
Osmanlı hazinesinin l875’de iflas etmesiyle bu tür olaylara daha sık rastlanır oldu. 1876 yılının ilk aylarında Haydarpaşa lstasyonu, Tersane (üçüncü kez) ve Fişekhane’deki işçiler birikmiş ücretlerini talep ederek greve gitmişlerdir.
Osmanlı hükümeti 1877-78 Osmanlı Rus savaşının yenilgiyle sonuçlanmasından sonra parasının değerini bir kez daha düşürmüş ve zamanın kağıt parası olan Jkaime’nin satın alma gücü kat kat gerilemişti.
Istanbul Tersanesinde çalışan 500-600 işçi Ocak 1873’de
işlerini bırakarak, Babıali önünde protesto düzenlemişler,
Sadrazama bir dilekçe verip on bir aydan beri ödenmeyen
ücretlerini talep etmişlerdir. Ertesi gün greve katılmayanları
koruyan askerlerle çatışmışlardır. Ayrıca açlıktan kırıldıklarını söyleyerek askerlere ait ekmekleri yağmalamışlardır.
lşin asıl ilginci; bu olaylarda en mililan rolü üstlenenler ellerindeki sopalarla işçilerin zevceleriydi; çünkü biliyorlardıki, kadınların dövülmesi veya hapse atılması çok uzak bir ihtimaldi.
Haziran 1875’de yeni bir greve giden Tersane işçileri bu
sefer altı aylık birikmiş alacaklarını istiyorlardı. Aynı yılın
Ağustos’unda Taksim’de inşaat işlerinde çalışan Müslüman
işçiler greve gitmişler ve yabancı mühendisleri hırpalamışlardır. Ekim’de ise Sirkeci hamalların ücretlerinin yükseltilmesi için grev yapmışlardır.
bir tepkisi olarak ortaya çıkan, makineleri tahrip hareketleridir. 1839’da Slevne’de Dobrijokeslov’un fabrikasında kadın işçilerin kendilerini işlerinden edeceğine inandıkları makinelere karşı isyan elliklerini görüyoruz.
1851 ‘de ise kadın tekstil işçileri Samakof’ta mekanik bir tekstil tarağını kırma girişiminde bulunmuşlar, ancak tarağın bir daha kullanılmayacağı konusunda kendilerine söz verilmesinden
sonra bu girişimlerinden alıkonabilmişlerdir. 186l’de mezarlık üzerinde kurulu olduğu gerekçesiyle Bursa’da bir
fabrika ateşe verilmiştir.
1873 yılının Nisan başında Haydarpaşa-Izmit demiryolunun yapımında çalışan bir grup işçi, taşeron tarafından işten çıkarılınca, demiryolunu tahrip etmişti. 6 Nisan 1 907’de Elektrik ve Tramvay işletmesi’nin üç arabası on iki yaşındaki Müslüman bir erkek çocuğunun yaralandığı tramvay kazasını protesto eden öfkeli bir Müslüman grup tarafından tahrip edilmiştir. 11 Elimizde en sağlam belgeleri bulunan makine tahrip olayı çoğu kadından· oluşan Uşaklı halı dokumacılarının Mart 1908’deki isyanıdır.
İstanbul Kadırga’da 1835 yılında üretime başlayan Feshane
örneğinde olduğu gibi Tanzimat döneminin ilk sanayi kolları yeni yeni oluşturulan modern Osmanlı ordusu Asakir-i
Mansure-i Muhammediyye’nin ihtiyaçlarını temin etmek
üzere devlet eliyle kurulup, finanse edilmiş ve işletilmiştir.
Tanzimat döneminde Osmanlı sanayisini belirleyen şey piyasadaki talep değildi; bu sanayi devletin devlet için açtığı
fabrikalardan ibaretti.
Fabrikalar Osmanlı toplumunun değil, yeni ordunun ihtiyaçlarına cevap vermek için vardı. Serbest piyasa koşullarından soyutlanan bu fabrikalar ordu için çuha, deri, silah ve barut gibi askeri mühimmatı üretiyordu.
Üstelik Harbiye Nezareti’nin ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla kurulan ilk fabrikaların işçileri askerlerdi; keza Osmanlı ekonomisi yapı itibariyle emeğini satarak geçinen işçinin doğmasına imkan tanımamıştı. Bu yüzden Osmanlılar için işçi, Harbiye Nezareti’nin fabrikalarındaki askerdi bir nevi.
l838’de i mzalanan ekonomik anlaşmalarla 1839 Tanzimat
Reformlan Osmanlı İmparatorluğu’nda daha liberal bir
ekonomiye geçişin yasal zeminini oluşturmuştur. Tanzimat
tüm Osmanl tebasına eşil haklar tanımış, ticareti şer’I mahkemelerin yetki alanından çıkarmış, padişahın müsadere
hakkını kaldırmış ve Osmanlı uyruklarına ilk defa özel
mülk edinme hakkı tanımıştır. 1938 tarihli Ingiliz-Türk Anlaşmasıyla beraber Tanzimat Reformları Osmanlı İmparatorluğu’nun sivil topluma geçişine damga vurmakla kalmamış. Osmanlı ekonomisinin kendi içine kapalı, geleneksel yapısının pazar ekonomisine dönüşmesine devletin resmen cevaz verdiği yeni bir dönemin de başlangıcı olmuştur.
Modern anlamda sınai işletmeler ve üretim tarzı ile yine ilk
makinalı fabrikalar Tanzimat’ın yan ürünleridir.
ettiğini söyleyebiliriz