Halil İnalcık kitaplarından Osmanlı ve Modern Türkiye kitap alıntıları sizlerle…
Osmanlı ve Modern Türkiye Kitap Alıntıları
Atatürk’ün yakınlarından Falih Rıfkı Atay,Atatürkçülüğü en başta millî egemenlik,anti-emperyalizm,Türkçülük ve laiklik (sekülarizm) olarak tanımlar.
Bana öyle geliyor ki, ağır siyasi ve ekonomik sorunlar karşısında bulunan Türkiye’nin, son yıllarda istikrarlı bir hükûmete kavuşamamasının başlıca nedeni, siyasetin görülmemiş derecede kişisel bir nitelik kazanması, siyasiler arasında kişisel rekabetlerin her şeyi unutturacak Kadar derin bir husumete dönüşmesidir.
Şehirler, kendi manevi liderlerini yaratırlar. Nasıl ki, Ortaçağ’da Paris’in koruyucu meleği Mont Saint-Michel ise, İstanbul’un manevi lideri de Ebû Eyyûb el-Ensârîdir.
Kültür, bir halkın sanat, folklor, örfüadet, davranış biçimlerini belirleyen, onun duygu dünyasını kapsayan en aslî kimliğidir. Kültür, bir toplum için organik bir bütündür; vazgeçilemez, değiştirilemez ve başka bir kültürle bütünleşemez.
Atatürkçülük, yüz elli yıllık bir tarihî gelişimin son ve radikal ifadesi olarak yorumlanabilir.
Tanzimat dönemi, Mustafa Kemal kuşağını ve Batılı düşünce potansiyelini hazırlamıştır. Tanzimat ve 2. Abdülhamid dönemindeki gelişmeler, Atatürkçülüğün temel kavramlarını getirmiştir.
Mustafa Kemal’in önderliği altında Anadolu’da milli ve seküler bir cumhuriyetin ortaya çakması, bütün İslâm dünyasını temellerinden sarsan gelişmelerin başlangıcıdır.
Türk devriminin en derin etki yaptığı memleket Hindistan’dır. Bu geniş memlekette gerek Müslümanlar gerek Hindular, İngiliz koloni idaresine karşı özerklik ve bağımsızlık hareketlerinde Türkiye’de gelişen olaylardan ilham almışlar ve Türkiye ile dayanışma halinde bulunmuşlardır.
Sakarya’dan sonra bütün dünya, Anadolu’da yeni bir Türk devletinin yükseldiğini kabul etmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyıllık değişim ve dönüşümü, 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile noktalanmıştır.
3. Selim, Osmanlı-Türk Batılılaşma hareketinin babası ve devlet içindeki umumi reformların temsilcisi olarak telakki edilir. O, gerçekten de Batı medeniyetinin muhtelif cepheleri ile ilgilenmişti.
Merkezi otoritenin zayıfladığı dönemde yeniçeriler, Kuzey Afrika, Bağdad ve Belgrad gibi imparatorluğun uzak bölgelerine kadar, her tarafta yönetimi ele geçirdiler. Başkentte de iktidara kimin geçeceğini tayin edebiliyorlardı.
Balkanlarda beşyüz yıldır yurt tutmuş Türklerin ve Müslümanların soykırımı karşısında Batı Hristiyan dünyasının tasvip derecesine varan kayıtsızlığı insanlık tarihi için bir lekedir. “Çadırları ile geldiler, çadırlarını toplayıp gidiyorlar” lafı, 19. yüzyılda bir Avrupalı devlet adamının ağzından çıkmıştır.
Osmanlı hoşgörüsü, devletin Müslim ve gayrimüslim bütün tebaayı korumayı kendine vazife bilmesi, Osmanlı egemenliğinin hızla yayılmasını sağlayan faktörlerin başında gelir.
Osmanlılar, Atina ve Mora’yı ancak Fatih Mehmed zamanında, 1458-1460’ta kesin olarak fethedip yerleşebildiler.
”Gökalp’e göre Gazi Mustafa Kemal, Türkçülük emellerini gerçekleştiren kahramandır. ”
Moğol hanları zamanında Türkmenlerin bir kısmı Anadolu’ya geri dönmek için göç etmişler (1301); kalanlar ise yerli Kumanlar arasında Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bunlar, Keykavus’un halkı anlamına gelen Gagavuz adıyla günümüze kadar gelmişlerdir ve bugün kendi siyasi varlıklarını tanıtmaya çalışmaktadırlar. Dil araştırmaları Gagavuzların Anadolu lehçesini konuştuklarını ortaya koymuştur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Fatih döneminde eski akçe saklanması bir suçtu, herkes elindeki külçe gümüş veya akçeyi darphaneye getirmek zorundaydı. Eski akçe saklayanlar ,etrafı gümüşarayıcı kullar çıkılarak araştırılır ve cezalandırılırdı. Bu uygulama, halkın şiddetli tepkisini çekmiş ve Fatih’in ölümünde (1481)ayaklanmalar olmuş ,yeni padişah II. Bayezid yeni akçe çıkarmama koşuluyla tahta oturabilmiştir.”
Böylece 1371’de Balkanlar’da yeni bir imparatorluk doğmuş oluyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“İşte!”, diyordu Mustafa Kemal, “Ben milletimizin bu haklı talebi üzerine Amasya Tamîmi ile bu millî çağrıya yanıt verdim Ve dedim ki, istiklal-i millîmiz uğrunda bütün mevcûdiyetimle çalışacağımı temin ederim. Bu kutsal emel uğrunda milletle beraber nihayete kadar çalışacağıma mukaddesâtım nâmına söz veririm.”
Etnik menşeini deşmek isteyenlere karşı Ziya’nın (Gökalp) cevabı açıktır: “Cedlerim (atalarım) Türk olmayan bir bölgeden (Çermik) gelmiş olsa bile, kendimi Türk sayarım, çünkü bir adamın milliyetini tayin eden ırkî menşei değil, terbiye ve duygularıdır.”
“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar çıkmaz Mustafa Kemal’in gönderdiği beyannamelerde, milletin kendi iradesiyle kurtulacağı konusu üzerinde durması bu açıdan anlamlıdır. Milli ayaklanmayı örgütlemek için “müdafaa ve muhafaza-i hukuk-i millet ve memleket” adı altında örgütlenmeler başlamıştır. Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 nutkunda durumu yorumlayarak, o zaman milli ayaklanmanın tam anlamıyla gündeme geldiğini bu hareketin “milli vicdanın azim ve iradesinden” dolmuş olduğunu vurgulamıştır.”
Atatürk, yalnız büyük bir askeri stratejist değil, aynı zamanda usta bir siyaset stratejistidir.
Ziya Gökalp’ın etkisiyle Türk millî kimliği, İslâm kimliği karşısında öncelik kazanmıştır. Atatürk’ün din fikirleri kuşkusuz bu fikrî akımın etkisi altındadır. Mustafa Kemal’e göre İslâm dini her şeyden önce akla, mantığa dayanan tabii bir dindir. Onun içindir ki, insanlık için son din olmuştur (1922 ve 1923’teki beyanları). Ona göre, gerçek İslâmiyet, dine sonradan bulaşmış bâtıl inançlardan, hurâfelerden arınmalıdır (1923 yılı Mart ayındaki beyânı). Hükümdarlar akvâmın cehlinden ve taassubundan istifade ederek, binbir siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini âlet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunmuşlardır. İslamiyet’te mümin ile Allah arasında aracı bir ruhban sınıfı yoktur. Din ve ibâdet kişinin bir vicdan işidir.
Özetle Balkanlar’da, Deliorman ve Varna’dan Tuna’ya kadar giden bölge Osmanlı’dan yüzyıllar evvel gerçek bir Türk yerleşim alanı olmuştur.
Atatürk’ün yakınlarından Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülüğü en başta milli egemenlik, anti-emperyalizm, Türkçülük ve laiklik (sekülarizm) olarak tanımlar.
TBMM’yi oluşturan 390 üyeden 233’ü asker ve memur; 47’si din adamı; kalanlar çiftçi, tüccar ve aşiret reisiydi. Mustafa Kemal’i destekleyen çoğunluk aydınlardan oluşmaktaydı. Bunların 54’ü de askeri bürokratlardandı.
O zaman Hindistan’da ‘Hilafet Hareketi’ denen bu girişim, İngiliz hükumetini hayli kaygılandırmaktaydı. Halifeyi himaye altına almak suretiyle İngiliz hükumeti, bu girişimleri kendi kontrolü altına almak amacını gütmekteydi. Hilafet hareketini Ghandi de destekliyor ve İngiliz başbakanı Müslüman isteklerinin haklı olduğunu kabul etmiştir diyordu. Aynı zamanda İngiliz hükumeti, halifenin İngiliz himayesini aradığı söylentilerini Türkiye’ de yaymaktaydı.
İngilizler, kendi vesayetlerini kabul eden halife-sultanın kişiliğinde Anadolu ile beraber Mekke-Medine ve Arabistan’ ı içeren Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtarılabileceği ümidini veriyor ve sultanla beraber Damat Ferit Paşa hükumeti böyle bir planı benimsiyordu.
Balkanlarda beşyüz yıldır yurt tutmuş Türklerin ve Müslümanların soykırımı karşısında Batı Hıristiyan dünyasının tasvip derecesine varan kayıtsızlığı insanlık tarihi için bir lekedir. Çadırları ile geldiler, çadırlarını toplayıp gidiyorlar lafı, XIX. yüzyılda bir Avrupalı devlet adamının ağzından çıkmıştır.
Balkanlar, Ege ve Girit’ in de katılımıyla Osmanlı siyasi birliği içine alınır. Nasıl ki, Bizans İmparatorluğu da aynı sınırlar içinde bir Balkan imparatorluğu, daha doğrusu Anadolu Balkan imparatorluğu halinde idi (Fatih Mehmed bu jeopolitik birliği, Sultanü’l-Berreyn ve Hakanü ‘l-Bahreyn, yani Anadolu ve Balkanların Sultanı ve Ege ve Karadeniz’in Hakanı unvanıyla ifade etmiştir). Bu jeopolitik tarihi bölgenin kilit noktası İstanbul, daha doğrusu Çanakkale Boğazı ve İstanbul Boğazı ile birlikte İstanbul olmuştur.
Bunlar, Keykavus’ un halkı anlamına gelen Gagavuz adıyla günümüze kadar gelmişlerdir ve bugün kendi siyasi varlıklarını tanıtmaya çalışmaktadırlar. Dil araştırmaları Gagavuzların Anadolu lehçesini konuştuklarını ortaya koymuştur.
Bulgarların Dobruca’ da bıraktıkları kitabelerde, hükümdar
Han unvanı ile anılır ve Oniki Hayvanlı Türk Takvimi kullanılır. Bulgar Hanları IX.-XI. yüzyıllarda (1018’e kadar) Balkanlarda Bizans İmparatorluğu’nun yerini almıştır. XIII. ve XIV. yüzyıllarda, yine Bulgaristan’ da, Kıpçak/ Kuman aslından Slavlaşmış Terteri ve Şişman hanedanları hakim oldu.
Han unvanı ile anılır ve Oniki Hayvanlı Türk Takvimi kullanılır. Bulgar Hanları IX.-XI. yüzyıllarda (1018’e kadar) Balkanlarda Bizans İmparatorluğu’nun yerini almıştır. XIII. ve XIV. yüzyıllarda, yine Bulgaristan’ da, Kıpçak/ Kuman aslından Slavlaşmış Terteri ve Şişman hanedanları hakim oldu.
Balkanlar tarihi, Türk tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. Balkan
kelimesi dahi, sıradağ veya dağlık anlamına gelen Türkçe bir sözcüktür.
kelimesi dahi, sıradağ veya dağlık anlamına gelen Türkçe bir sözcüktür.
Milletvekilleri, milletvekilliği elde etmek ve gelecek seçim için garanti altına almak amacıyla parti liderlerine mutlak bağlılığını göstermek gereğini duymaktadır.
Türkiye’de Batı’ya direniş hareketi, ilkin sosyalist, sonra İslamcı cepheden, Bülent Ecevit’ ten ve Refah Partisi’nden geldi. Refah’ın karşı tutumu, o zamana kadar uysal bir çizgide Türkiye imajına alışmış olan Amerika’yı şaşırttı.
“Mustafa Kemal bağımsızlık savaşının en bunalımlı günlerinde, düşmanı Sakarya üzerinde durdurup geri püskürttüğü zaman TBMM, kendisine, Gazi ünvanı ile Müşirlik (Maraşellik) rütbesi tevcih eder. Gazilik, 11. yüzyıldan beri Türkler için en kutlu ünvandır.”
”Mustafa Kemal’in düşlediği devlet, bir yandan sultan-halifenin şahsi egemenliğinden, öbür yandan Avrupa’nın emperyalist sömürüsünden ve egemenliğinden kurtulmuş, Avrupa devletleriyle eşit, haysiyetli, modern bir devlet ideolojisi idi. ”
”Gökalp’e göre Gazi Mustafa Kemal, Türkçülük emellerini gerçekleştiren kahramandır. ”
”Tarihçi,kendi olguları olmadan köksüz ve boş;olgular ise tarihçilerini bulmadan ölü ve anlamsızdır. ”
-Edward Hallet Carr
-Edward Hallet Carr
”Cedlerim (atalarım) Türk olmayan bir bölgeden (Çermik) gelmiş olsa bile,kendimi Türk sayarım,çünkü bir adamın milliyetini tayin eden ırkî menşei değil,terbiye ve duygularıdır ”
-Ziya Gökalp
-Ziya Gökalp
”İktidara geçen parti gelecekte kendi iktidarının bir garantisi olarak memur tasfiyesini uygular.Şayet iktidardaki parti,toplum içinde çok belirgin eğilimlere,bir yandaş gruba dayanmak istiyorsa,tasfiye,birçok suçsuz insanın hayat ve maişeti ile oynayan acımasız bir şekil almaktadır.Öbür yandan,ihtisas isteyen bürokratik hizmetlerde uzun yıllar boyunca uzmanlaşmış kişiler,gelişigüzel işlerinden alınıp yerlerine deneyimsiz kişiler getirildiği zaman bu hizmetler büyük ölçüde aksamaya makhûmdur. ”
”Türk tarihinin yüzyıllar boyunca en büyük sorunu,Avrupa ile boy ölçüşme kompleksidir.Önce sorunu,onu altetmekle yanıtlamış;bunu başaramadığı zaman da onunla bütünleşmekte aramıştır.Atatürkçülük,yüz elli yıllık bir tarihî gelişimin son ve radikal ifadesi olarak yorumlanabilir. ”
1963’e doğru Validedeoğlu ”Çıkarcılar ve sömürücüler daima üst plandadır ” tanımını yapıyor ve bununla mücadele etmek gerektiğini vurguluyor.Validedeoğlu,dinci ve solcu hareketlerin birbiri karşısında mücadele ettiği o yıllarda Atatürkçü ilkeler bakımından karamsardır. ”Büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunuyoruz Zıtlaşmalar,ikilik Türk halkı yarım yüzyıldan beri bir türlü okutamadığımız Türk halkı,dinî taassubu ile uyutulup maddi ve manevi çıkarlara âlet olarak kullanılıyor. ”
”Sosyal Darvinizm teorisi Mustafa Kemal’de güçlü bir mümessilini bulmuştur.Hayatta kalmak,var olmak yalnız ve yalnız güçlü olmaya bağlıdır.Bu hedef,her şeyi haklı ve meşrû kılar. ”
Modernleşmede Atatürk inkılâbı topyekûn bir ihtilâldir.O,Batı’yı hayat felsefesi ile ve onun bütün sembolleri ve değer hükümleriyle benimsiyordu.1925’te diyordu ki: ”Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı zihniyetliyle medeni olduğunu ispat ve izhâr etmek mecburiyetindedir Aile hayatiyle,yaşayış tarziyle medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. ”
Millî ayaklanmayı örgütlemek için ”Müdafaa ve muhafaza-i hukuk-i millet ve memleket ” adı altında örgütlenmeler başlamıştı.Mustafa Kemal 24 Nisan 1920 nutkunda durumu yorumlayarak,o zaman millî ayaklanmanın tam anlamıyla gündeme geldiğini,bu hareketin ”millî vicdanın azim ve iradesinden doğmuş ”olduğunu vurgulamıştır.Bu örgütlerden Mustafa Kemal’e gelen telgraflarda,kendisi,millet ve vatan hizmetine çağrılıyordu. ”İşte! ”,diyordu Mustafa Kemal ”Ben milletimizin bu haklı talebi üzerine Amasya Tamîmi ile bu millî çağrıya yanıt verdim Ve dedim ki,istiklâl-i millimiz uğrunda bütün mevcûdiyetimle çalışacağımı temin ederim.Bu kutsal emel uğrunda milletle beraber nihayete kadar çalışacağıma mukaddesâtım nâmına söz veririm. ”
”Tüm vakıf eserleri devletin nezareti altında ise de evkaf bütünüyle Tanrısal müeyyide altına konmuştur.Yani prensip olarak devlet müdahale edemez.Tüm vakfiyelerde,vakfiye şartlarını değiştirene karşı,sultan da olsa Tanrı’nın laneti zikredilmiştir. ”
”Eski akça saklanması bir suçtu,herkes elindeki külçe gümüş veya akçayı darphâneye getirmek zorundaydı.Eski akça saklayanlar, etrafa ”gümüşarayıcı ” kullar çıkarılarak araştırılır ve cezalandırılırdı.Bu uygulama,halkın şiddetli tepkisini çekmiş ve Fatih’in ölümünde (1481) ayaklanmalar olmuş,yeni padişah II.Beyazid yeni akça çıkarmama koşuluyla tahta oturabilmiştir. ”
“Padişah,Mustafa Kemal’i İstanbul’dan ayrılmadan önce saraya çağırmış ve “Boğaziçi nde bulunan İngiliz zırhlılarının saraya müteveccih olan toplarını göstererek ‘Görüyorsun’, demiş,’ ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geldiğini tasavvurda tereddüte düçar oluyorum .’Ve ellerini kaldırarak ,’İnşallah millet mütenebbih ve mutayyakız olur, bu vaziyet-i elimden gerek beni ve gerekse kendini tahlis ‘eder demiş.”
Camiye gitmeyene kafir,zındık,komünist denmez;camiye devam edene de yobaz diye hakarete yeltenilmez.
“İnsan, kültür farklılığı ile birbirine karşı olabildiği gibi akıl sayesinde ben ve öteki bilincini aşabilen, yeni kültür sentezleri meydana getirebilen bir varlıktır. Medeniyet budur.”
“Velidedeoğlu’na göre, Atatürkçü olmak dindar olmaya engel değildir. “Atatürk dini kaldırdı” propagandası bir siyaset aracı gibi kullanılmıştır. Vicdan özgürlüğüne saygı gösteren kimse, Velidedeoğlu’nun deyimiyle, “Camiye gitmeyene kafir, zındık, komünist denmez; camiye devam edene de yobaz diye hakarete yeltenilmez.”
Velidedeoğlu’na göre, İleriye, daima ileriye, aydınlığa ve refaha doğru götürmek Atatürkçülüğün özüdür.
“Mustafa Kemal bağımsızlık savaşının en bunalımlı günlerinde, düşmanı Sakarya üzerinde durdurup geri püskürttüğü zaman TBMM, kendisine, Gazi ünvanı ile Müşirlik (Maraşellik) rütbesi tevcih eder. Gazilik, 11. yüzyıldan beri Türkler için en kutlu ünvandır.”
“Başka bir deyişle, her olay ve gelişim kendi tarihi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Atatürk’ün kişiliğinin, sözlerinin, kararlarının, devrimlerinin, yeni kurum ve kurallarının, belli bir zamanda belirli koşulların etkisi altında nasıl ortaya çıktığının ve nasıl belli bir biçim ve yön aldığının objektif bir şekilde açıklanmasına çalışılmalıdır.”
“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar çıkmaz Mustafa Kemal’in gönderdiği beyannamelerde, milletin kendi iradesiyle kurtulacağı konusu üzerinde durması bu açıdan anlamlıdır. Milli ayaklanmayı örgütlemek için “müdafaa ve muhafaza-i hukuk-i millet ve memleket” adı altında örgütlenmeler başlamıştır. Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 nutkunda durumu yorumlayarak, o zaman milli ayaklanmanın tam anlamıyla gündeme geldiğini bu hareketin “milli vicdanın azim ve iradesinden” dolmuş olduğunu vurgulamıştır.”
“Lloyd George, Türkleri savaştan başka bir şey bilmeyen Amerikan yerlilerine benzetiyor, onların Anadolu’yu tamamen boşaltmaları gerektiğini ilan ediyordu. Avrupa’da Haçlı zihniyetinin bir ifadesi olarak bütün yazılarda yer alan bu Türk imajı, sonradan Mustafa Kemal’in Türk tarihine verdiği önemin ne kadar yerinde olduğunu kanıtlamaktadır.”
Sadece oy kazanmak için, şehirlerimizin yapısını kangren eden ve bunu bilerek gecekondu uygulamasını teşvik eden parti liderlerine ancak Türkiye’de rastlanabilir.
Parti lideri, hazineden büyük tahsisleri kendi bölgelerine veya belediyelerine akıtır.. Yoksullar tespit edilir ve ha zineden sağlanan büyük meblağlar sadaka gibi dağıtılır.Bu sadakada dağıtma ve hediye verme eğilimi son zamanlarda her siyasimiz İçin bir adet haline aldı. Bunun insan onurunu küçülten Ortaçağ niteliği bir yana, bu kitlelere geçim imkanları götürmek bakımından hiçbir kalıcı yararı yoktur.
Velidedeoğlu’na göre, Atatürkçü olmak dindar olmaya engel değildir. “Atatürk dini kaldırdı” propagandası bir siyaset aracı gibi kullanılmıştır. Vicdan özgürlüğüne saygı gösteren kimse, Velidedeoğlu’nun deyimiyle, “Camiye gitmeyene kafir, zındık, komünist denmez; camiye devam edene de yobaz diye hakarete yeltenilmez.”
Atatürk, yalnız büyük bir askeri stratejist değil, aynı zamanda usta bir siyaset stratejistidir.
10 Ağustos 1920’de Sevres Antlaşması resmen imzalanmıştır. İngiliz desteğiyle saray ve hükümeti, bu antlaşmayı Türk milletine kabul ettirmek için, haince bir kampanya açmaktan çekinmemiştir. Mustafa Kemal idama mahkum edildiği gibi, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde hilafet orduları Harekete geçmiştir.
Damat Ferit hükümeti, gerçek yüzünü kaybediyordu. Ankara hükümeti açıkça bir isyan biçiminde yorumlayarak, Dürrizâde’nin fetvasına göre “hainlerin devlete karşı ayaklandığı ve katilleri meşru olduğu” ilan ediyor ve bu fetva İngiliz-Yunan uçaklarını tarafından Anadolu’da halkın üzerine atılıyor, TBMM Hükümetine karşı halk açıkça isyana kışkırtılıyordu.
Atatürkçülük, 150 yıllık bir tarihi gelişimin son ve radikal ifadesi olarak yorumlanabilir.
Mustafa Kemal bağımsızlık savaşının en bunalımlı günlerinde, düşmanı Sakarya üzerinde durdurup geri püskürttüğü zaman TBMM, kendisine, Gazi unvanı ile Müşirlik rütbesi tevcih eder. Bundan sonra ölümüne kadar Gazi Paşa diye anılır.
“Genç Osmanlılar, Türkiye’de milliyetçi ve demokratik hareketin gerçek müjdecileri idiler.“
“Osmanlı Devleti, belli bir çağın gerçeklerine yanıt vermiş bir tarihtir, geçip gitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluktan sonra kurulmuş bir milli devlettir, bir Balkan milli devletidir.”
“1867’de gizli bir cemiyet olarak Genç Osmanlılar’ kuruldu; bu münevverler, geleneksel İslami-Türk kültürünü muhafaza ederken, o sırada Avrupa’da hüküm süren romantik milliyetçiliği benimsemekte ve Batı Medeniyetinin unsurlarını ülkeye taşıyacak olan meşruti bir rejim tavsiye etmekteydiler. Böylece ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetimden bağımsız hareket eden ve resmî reform programına karşı çıkan ilerici bir grup görmekteyiz. Genç Osmanlılar, Türkiye’de milliyetçi ve demokratik hareketin gerçek müjdecileri idiler.”
“Tebaa arasındaki din ve mezhep farklılıkları, sadece şahısları ilgilendiren, vatandaşlık haklarına tesir etmeyen şeylerdir. Aynı ülkede ve aynı hükümetin idaresi altında yaşayanlar olarak bizlerin, aramızdakilere farklı muameleler yapmamız hatadır.”
“XX. yüzyılda artık Balkan milletlerinin, Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı gibi görmemeleri zorunludur. Osmanlı Devleti belli bir çağın gerçeklerine yanıt vermiş bir tarihtir, geçip gitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluktan sonra kurulmuş bir milli devlettir, bir Balkan devletidir. Kurulduğundan beri Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri öteki Balkan devletleriyle iş birliği yapmak ve ahenk içinde yaşamak için çaba göstermektedir. Osmanlı düşmanlığı, Türk düşmanlığına dönüşmemelidir. Tarihi olguların saptırılmasıyla bir husumet ve çatışma dünyası yaratmaktan kaçınmak herkesin yararınadır. Anlayış ve iş birliği ruhunu, beş yüzyıllık ortak tarihimizin objektif bir şekilde bilimsel araştırılması ve ortaya çıkan gerçekler getirecektir.”
Balkan tarihçilerine göre, Osmanlılar gelince Balkanlarda daha önce gelişmiş ticaret hayatı, şehirleşme ve tarım ekonomisi gerilemiş, Avrupa’dakine eş gelişmeye ayak uyduran bir ileri,feodalizm yerine parazit bir geri-feodalizm rejimi yerleşmiştir. XIII. yüzyılda Pax Mongolica sayesinde kıtalararası ticaretin gelişmesi gelişmesi sonucu, Karadeniz, İstanbul, Balkanlar ve İtalya’nın görülmemiş bir ticari-ekonomik gelişme ve zenginlik dönemine eriştiği doğrudur. Fakat XIV. yüzyıl ortalarında Osmanlılar gelmeden Çin ve Orta Asya ticaret yollarının engellenmesi ve yaşanan büyük veba salgını sonucunda, Levant’ta, Balkanlar ve İtala’da uzun bir iktisadi bunalımın başladığı da doğrudur. Bu düşüşten Osmanlılar sorumlu değildir. Aksine, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlarda göze çarpar bir iyileşme ve gelişme dönemi başlamıştır.
Balkanlarda beşyüz yıldır yurt tutmuş Türklerin ve Müslümanların soykırımı karşısında Batı Hristiyan dünyasının tasvip derecesine varan kayıtsızlığı insanlık tarihi için bir lekedir. Çadırları ile geldiler, çadırlarını toplayıp gidiyorlar lafı, XIX. yüzyılda bir Avrupalı devlet adamının ağzından çıkmıştır.
“Vakıflar yalnız dini hizmetleri yerine getirmek için camii ,mektep ,medrese ,imaret ve külliyeler değil ,onları idare etmek için gerekli ekonomik kurumlar ;hanlar , bedestanlar ,çarşılar vücuda getiriyordu. Tüm vakıf eserleri devletin nezareti altında ise de evkaf bütünüyle tanrısal müeyyide altına konmuştur. Yani prensip olarak devlet müdahale edemez. Tüm vakfiyelerde, vakfiye şartlarını değiştirene karşı ,sultan da olsa tanrının laneti zikr edilmiştir. Vakfın karşılığı hizmetler daima dinin bir hayır hizmeti olmalıdır.”