İçeriğe geç

Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet Kitap Alıntıları – Halil İnalcık

Halil İnalcık kitaplarından Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet kitap alıntıları sizlerle…

Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet Kitap Alıntıları

Almanya’da “Türk korkusu” (Türkenfurcht) bir gerçekti; bir Osmanlı istilası, yakın bir tehlike olarak hissediliyordu. Öyle ki tehlikeye karşı Türk çanı (Türckenglocken) ve Türk vergisi ihdas olundu. İlk gazete de (Newe Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıktı.
Köylerde gençler, geceleri yârân veya konuk odasında toplanıp bu fütüvvet kurallarını öğrenirler. Bu yârân, misafir odaları eski zâviyeleri anımsatır. Bu âdet bugüne kadar gelmiştir.
Adalet, hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törünün(kanun) doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır.
İki neng bile ilçi beglik buzar
Kirür eğri yokla könidin azar

Bey iki şey ile kendi beyliğini bozar
Eğri yola girer ve adaletten şaşar

Bu küçkey kişi kendü beglik yimez
Bu küçkey küçini budun kötrümez

Zalim adam beyliğe sahip olamaz
Zalimin zulmüne halk uzun müddet dayanamaz

Hükümdarın gücü askerî güce, askerî güç hazineye, hazine reayanın ödediği vergilere, vergilerin artışı adalete bağlıdır. Bu nedenle akıllı hükümdar, kendi egemenliğini korumak ve gücünü artırmak istiyorsa, reyaya adaletle muamele etmeli, zulümden kaçınmalıdır: “Adalet mülkün temelidir.”
Fatih Mehmet, 1461’de Trabzon dağlarına yaya tırmanırken şöyle demiştir: Bu zahmetler Allah içindir. Elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmesevüz, bize gazi demek layık olmazdı.
Türkiye bağımsız ulus devleti varlık ve gelişimini, devlet ve toplumu tam olarak Batılılaştırma idealini benimseyen seçkin bir zümrenin liderliğine borçludur.
Türkmen- Yörükler, Osmanlı sultanlarının merkeziyetçi- bürokratik ezici rejimine karşıdırlar.
Böylece Atatürkçülük, Türk tarihinin doğal gelişiminin kesin, vazgeçilmez bir sonucu olarak görünmektedir.
Bugün Türkiye, içerisinde Ortaçağ Osmanlı bürokratik, patron-kul sistemine yer olmayan, sosyal bakımdan giderek farklılaşan, çoğulcu bir topluma doğru gelişme gösteren bir ülkedir. Yeni koşullarda, sivil ve askeri bürokrasi ve İslamcı partiler, bu sosyal farklılaşmayı anlamak ve sorunları çoğulcu demokrasi içinde çözmeyi benimsemek zorundadır.
İmparatorluğun hakiki kurucusu Fatih olduğu gibi, Osmanlı hukuk telakkisi ve kanunları üzerinde de kesin ve sürekli bir tesir yapmış olan Osmanlı hükümdarı Fatih’tir.
Esasen, Fatih Kanunnamesi büyük kısmı itibarıyla 1451’den önceki kanunların bir araya getirilmesiyle vücut bulacaktır.
Osmanlı Kanun-i Esasi’si devletin dini din-i İslam’dır derken, öbür taraftan bürokratlar, Fransız kanunlarını tercüme edip uygulamakta, bunu din ve devletin selameti için yaptıklarını ileri sürmekteydiler.
Atatürk yalnızca büyük bir askerî stratejist değil, aynı zamanda usta bir siyasetçidir.
Atatürk üzerine yazılan eserlerin en çok eleştiriye açık tarafı, belli bir zamana ait tarihî koşulların ve aşamaların göz önünde tutulmamasıdır.
II. Abdülhamid dönemi (1876-1909), siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber, kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği bir dönemdir.
Kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki Osmanlı Türkiyesi, Batılı olmayan ülkeler arasında, Batı medeniyeti ile yakın ilişkiye girmiş olan ilk ülkedir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Fatih Sultan Mehmed döneminde ilahiyat-din felsefesi konuları serbestçe tartışma konusu yapılmakta idi.
Osmanlılarda hilâfet-i kübrâ iddiası, zayıflayan siyasî gücü desteklemek amacıyla gittikçe kuvvetlendi ve 18. yüzyıldan itibaren bütün İslâm dünyasının meşrû halifesi biçiminde gelişme gösterdi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İmparatorluğun hakiki kurucusu Fâtih olduğu gibi, Osmanlı hukuk telakkisi ve kanûnları üzerinde de kesin ve sürekli bir tesir yapmış olan Osmanlı hükümdarı Fâtih’tir.
Zulüm yanan ateştir, yaklaşan ı yakar.
Zâlim, zulmü ile birçok sarayları harap etmiş ve sonunda kendisi açlıktan ölmüştür.
Tarafsızlık adaletin ilk mihengidir.
İnsan kendi saadetini bulmak için başkalarının saadetine saygı göstermelidir.
Akıllı hükümdar, kendi egemenliğini korumak ve gücünü artırmak istiyorsa, reayaya adaletle muamele etmeli, zulümden kaçınmalıdır.
Bugün Türkiye’nin, seküler siyasi sistemle yönetilen tek İslâm ülkesi olması ve diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemesi olgusunun, büyük oranda Osmanlı geçmişinin deneyimine dayandığını söylersek abartmış olmayız.
Türkiye bağımsız ulus devleti varlık ve gelişimini, devlet ve toplumu tam olarak Batılılaştırma idealini benimseyen seçkin bir zümrenin liderliğine borçludur.
İstanbul’un fethinden sonra Akşemseddin, fethin evliyanın eseri olduğunu söylediği zaman Fâtih, Bu şehir kılıcımla alınmıştır yanıtını vermiştir.
Şerîat karşısında sırf devlet menfaati için hükümdarın kendi iradesiyle ayrı kanûnnâmeler çıkarması İslâmî esaslara değil, ancak yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, Türk-Mogol ananesine bağlanabilir.
Biz 27 Temmuz 1302 tarihini Osmanlı hanedanının, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin kesin kuruluş tarihi olarak kabul etmekteyiz.
Bugün Türkiye’nin, seküler siyasi sistemle yönetilen tek İslâm ülkesi olması ve diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemesi olgusunun, büyük oranda Osmanlı geçmişinin deneyimine dayandığını söylersek abartmış olmayız. Tarihte Türk devlet geleneğini temsil eden hanedanlar yönetimindeki bazı İslâm topluluklarının da, bir bakıma, benzeri bir deneyimden geçtiklerini söylemek mümkündür.
10. ve 11. yüzyıllarda İslâm topraklarında Türk devletlerinin kurulmasıyla beraber, devlet ve hukuk kavramında, bağımsız sivil otorite ve onun kanûn koyucu gücü lehine derin bir değişiklik ortaya çıkmıştır.
Başlangıçta belirtmeliyiz ki, bu sıkı Sünni yorum, İslamın birliği ve devamlılığı bakımından İslam tarihi boyunca çok önemli bir rol oynamıştir. İslam, zaman ve mekan içerisinde birlik ve bu tünlüğünü sadece, Şafi’i, Malik ve ibn Taymiyye gibi büyük fakih imamlar sayesinde korumuştur. Kaynaklara sadık şekilde gerçek Islamin tanımını yaparak onlar, İslamı, farklı tarihi süreçlerinde karşılaştığı yıkıcı saldınlardan korumuşlardır. Kuşku yok ki İslam benzersiz bir inanç sistemi olarak devamlılığını ve sağlamlığını, bu çizgiyi canla başla takip eden bu kişilere borçludur.
Yukarıda Tanrı basmasa aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni töreni kim bozar.
Halkın huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu otoriteyi tehlikeye düşüren, fakirliğe yol açan bir durumdur. Hükümdar bundan olabildiği kadar kaçınmalıdır. Bu da, âdil olmakla mümkündür.
İstanbul’un fethinden sonra Akşemseddin, fethin evliyanın eseri olduğunu söylediği zaman Fatih, Bu şehir kılıcımla alınmıştır. yanıtını vermiştir.
Türk devlet ananesinde törü, İlâhi menşeli hâkimiyetten (kut)
ayrılmaz. Bir kağan, hususiyle devlet kurucu Türk kağanı mutlaka
bir törü koymalıdır.
1416’da Şeyh Bedreddîn Mahmud hareketi bir bakıma, merkezin gittikçe kuvvetlenen Sünnî ve devletçi karakterine karşı, askerî hudud eyaletlerinde ve göçerler, Türkmenler arasında kendini gösteren hoşnutsuzluğun bir yansımasıdır.
Papa İskit neslinden geldiklerine inandığı Türkleri, öteki Müslüman kavimlerden cesaret ve yiğitlikte üstün gördüğünü belirtir ve Fatih kendi kavmiyle beraber Hıristiyanlığı kabul ederse, imparatorluğa namzeddir, diye mektubu bitirir.
Bağımsız bir hukuk, bağımsız bir siyasi yetkinin varlığını gerektirir.
Garpçılara göre, din bireyin bir vicdan işidir.
Fâtih devrindeki hukukî gelişim bir esas amile dayanır, o da İstanbul’un fethinden sonra Fâtih’in sınırsız bir otorite kazanması ve merkezî ve mutlak imparatorluğu kesin olarak kurmuş olmasıdır. İstanbul Fâtihi mutlak otoritesini devlet teşkilatında ve kanûnlarda yaptığı yeniliklerle tam mânasıyla gerçekleştirmek gayesini takip etmiş ve bu otorite sayesinde örfî hukuku hâkim mevkiye çıkarmıştır. İmparatorluğun hakiki kurucusu Fâtih olduğu gibi, Osmanlı hukuk telakkisi ve kanûnları üzerinde de kesin ve sürekli bir tesir yapmış olan Osmanlı hükümdarı Fâtih’tir.
Atatürk hiçbir zaman dinî bir reformcu olmaya özenmediği halde, gerçekte İslâmiyet’te ileriye dönük derin bir devrim yapmıştır.
Türkmen-Yörükler, Osmanlı sultanlarının merkeziyetçi-bürokratik ezici rejimine karşıdırlar Onlar devletçe benimsenen düzenin simgesi olan
her şeye, sultana ve adamlarına karşı her çeşit köktenci dinî-sosyal harekete katılmaya hazırdırlar. Menşede fakir çoban oldukları Velâyetnâme’nin ifadesinden anlaşılan Baha’nın abdalları, velîye gönülden inanıp katılmakta; ondan, Fâtih gibi güçlü bir sultana ve onun temsil ettiği her şeye meydan okuyan insanüstü güce sahip kutsal bir önder yaratmışlardır.
Fatih eskiye nazaran getirmiş olduğu derece farkı, neticede bir nitelik farkı doğuracak derece kuvvetli olmuştur, denilebilir. Osmanlı padişahlarının en nüfuzlusu ve serbest fikirlisi olarak o mutlak, hükümranlık haklarını, devleti belirli bir maksada göre düzenleme ve serbest kanûn koyma istikâmetinde kullanmıştır. Kısaca o yasa ve kanûn hükümdarı olmuştur.
Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu
seçkin sınıfına hitap eden Celâleddin Rumî ile halk adamı Türkmen merkezi Kırşehirli Ahî Evren arasında düşmanlık vardı. Bu düşmanlık Mevlanâ Celâleddin’in şeyhi Şems-i Tebrizî’nin katliyle (1247) ilişkilidir. Nasireddîn’in ahîleri, Moğollarla mücadeleye giren II. İzzeddin Keykâvus’u destekliyorlardı, Keykâvus 1254’te Kırşehir’e gitti. Moğol kuvvetleri onu yenilgiye uğrattılar (Sultan Hanı Savaşı, 1256). Anadolu’da isyanı bastırmaya çalışan Moğolların soykırımından Nasireddîn de kurtulamadı.
”Kanun ile ülke genişler ve dünya düzene girer. Zulüm ile ülke eksilir ve dünya bozulur. Zâlim, zulmü ile birçok sarayları harap etmiş ve sonunda kendisi açlıktan ölmüştür. ”
Modern ilme inanan Müslüman, bilgisiz bir Müslüman’dan yüz kere daha Müslüman’dır.
”Kanun ile ülke genişler ve dünya düzene girer. Zulüm ile ülke eksilir ve dünya bozulur. Zâlim, zulmü ile birçok sarayları harap etmiş ve sonunda kendisi açlıktan ölmüştür. ”
”Memleket tutmak için çk asker ve ordu lâzımdır, askerini beslemek için çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir. Halkın zengin olması için de, doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar. ”
Almanya’da “Türk korkusu” (Türkenfurcht) bir gerçekti; bir Osmanlı istilası, yakın bir tehlike olarak hissediliyordu. Öyle ki tehlikeye karşı Türk çanı (Türckenglocken) ve Türk vergisi ihdas olundu. İlk gazete de (Newe Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıktı. Anonim Türcken pluclein risâlesinde yazar şöyle diyordu: “Hıristiyan dünyası için kudretli sultana boyun eğmek ve haraç ödemek en iyi yoldur, adaletle ve âlicenaplıkla bizi idare etmesine güvenebiliriz”.
Eğer Türkiye, kendi kimliğini ve millî kültürünü geliştirerek modern dünyada bağımsız bir millî devlet olarak ortaya çıktıysa, bu başlıca eğitim, gazeteler ve bu kuşak içinde sivrilen aydın liderlerin çabaları sayesinde olmuştur. Başka bir deyişle, Türkiye bağımsız ulus devleti varlık ve gelişimini, devlet ve toplumu tam olarak Batılılaştırma idealini benimseyen seçkin bir zümrenin liderliğine borçludur.
İstanbul’un fethinden sonra Akşemseddin fethin evliyanın eseri olduğunu söylediği zaman Fatih Bu şehir kılıcımla alınmıştır yanıtını vermiştir.
Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu seçkin sınıfına hitap eden Celaleddin Rumi ile halk adamı Türkmen merkezi Kırşehirli Ahi Evren arasına düşmanlık vardı.
Almanya’da “Türk korkusu” (Türkenfurcht) bir gerçekti; bir Osmanlı istilası, yakın bir tehlike olarak hissediliyordu. Öyle ki tehlikeye karşı Türk çam (Türcken gloeken) ve Türk vergisi ihdas olundu. İlk gazete de (Netve Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıktı. Luther Türklere karşı papanın kutsal savaşını (bellum sanctum) onaylamıyor ve Türk saldırılarını, Hıristiyanlara Tanrı’nın cezası doğal afetlere benzetiyordu. Önceleri, “Türk’e karşı direnme Tanrı’nın iradesine karşı gelmektir” diyordu.
Fâtih, Kayser-i Rûm unvanını benimseyerek, Rum Ortodoks patrikliği makamına da kendi beratıyla bir patrik seçerek açıkça Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu mirasına sahip çıkıyordu. Batıda bu iyi biliniyordu.
Modern ilme inanan Müslüman, bilgisiz bir Müslüman’dan yüz kere daha Müslüman’dır.
Namık Kemâl ve Ziya Paşa, asıl sorunun ekonomik nitelik taşıdığını görüyorlardı. Kapitülasyon rejimi altında ithal edilmiş Avrupa makine dokumalarının, ülkedeki yerel sanayiyi öldürdüğünü ve geleneksel sanatların yerini alabilecek hiçbir yerel sınaî işletme olmadığından işsizliğin yaygınlaştığını acı acı gözlemlemekteydiler. Batı’ya olan bağımlılık ile zorla kabul ettirilen reformları eleştiren Yeni-Osmanlılar, aynı zamanda Batı’nın kültür, ahlak ve âdapta taklit edilmesini şiddetle eleştirmekteydiler. Avrupa kanûnlarının ithaline karşıydılar. Yeni-Osmanlılar, hars (kültür) ile medeniyet arasında kesin bir ayrımyapmaktaydılar. Endüstrileşmek, ticaret ve diğer maddi alanlarda Batılı usullerin alınmasına taraftar olmakla beraber, kültür ve yaşam tarzında Avrupa ile özdeşleşmeyi reddediyorlardı. Yeni-Osmanlılar, aynı zamanda mutlak kanûn egemenliğine dayanan meşru (anayasal) hükümet ve idare programlarım, İslâmî ilkelere bağladılar. Anayasa hazırlanırken her maddenin müftü tarafından incelenmesini ve müftünün oyuna bağlı kalınmasını talep ettiler. İslâm toplumundaki bozuklukların kaynağının, İslâm dini olduğu iddiasına şiddetle karşı çıktılar. Onlara göre, tam tersine anarşi ve çöküşün sebebi, Şerîat’ın tam uygulamaya geçirilmemesi ve ikili bir adlî sistemin sürdürülmesidir.
Osmanlı toplumunda başlangıçtan beri medrese karşısında tasavvuf ve tarikatlar önemli bir yer tutmaktaydı. Bu konulardaki görüş ayrılığını aslında, “Tanrı bilgisine ve Tanrı’ya nasıl erişilir?” sorusu belirler. Medrese tahsili yetmez diyen tasavvuf ehli, batınîler buna yalnız aşk ve vecd haliyle erişildiğine inanır. Tanrı’ya eriştiren yol, sırf bilgi değil, mistik aşktır. Tarikatlarda dört kapıdan geçilerek Tanrı’ya ulaşılır: I. Şeriat (İslâmî temel bilim), II. Tarikat (kutsal sözün iç anlamına, batna erişme, ancak bir mürşidin yol göstericiliğiyle gerçekleşebilir), III. Mârifet, bireyin batınî anlama erişmesi, IV. Hakikat, ilahi gerçeğe, tanrısal nûra erişmedir. Türk tarihinde büyük mutasavvıflar (Mevlânâ Celâleddîn, Şeyh Bedreddîn), hayatlarının ilk döneminde medrese âlimleriydiler. Gerçeğe yalnız mistik hads (ilham) ile birtakım ayin ve pratiklerle vecd (extasy) halinde erişilir. Büyük Varlık içinde yok olmak, kendini unutup Tanrı’yla birlik haline gelmek, vahdeti vücûd (pantheism) tasavvuf felsefesinin özüdür.
İslâm medeniyetinde din bilgisi ve Tanrı’ya erişme inancı iki kolda yürümüştür: Biri, kutsal metinlerin doğru şekilde okunup hadîs ve tefsir (yorum ilmi) ile yetinmiş olanlar (medrese ulemâsı), ikinci yolu neoplatonist vahdet-i vücûd (varlığın birliği) görüşüyle aşk-cezbe yolunu seçenlerdir. Osmanlı sultanları klasik dönemde Mevlevîlik, Halvetîlik, Nakşibendîlik gibi yüksek tarikatları benimsediler ve onların desteğini aldılar. Yeniçeriler Bektaşîliği benimsediler, halk onlara Bektâşîyân diyordu.
Böylece esnafla devlet arasında gittikçe kuvvetlenen sıkı bir işbirliği ortaya çıktı. Osmanlılardan önce bu işlevi, şehirde esnafın lideri olan güçlü zengin ahî babalar yerine getirirlerdi. Öbür yandan mal kalitesini koruma, esnafın çırak-kalfa-usta nizamı, imtihanlarla sağlanırdı. İç-örgüt böylece, devlet kontrolü dışında idi. Osmanlı döneminde devlet, ihtisab kanûnları ile mal kalitesini belirlemiş ve pazarda muhtesip teftişi ile kontrolünü artırmıştır. Bununla beraber esnaf kendi iç nizamlarını oldukça korumuştur; her esnaf kendi usta ve idarecilerini kendisi seçerdi. Seçimden sonra kethüda, yiğit-başı, padişah beratı aldıktan ve devlet bürolarında saklı defterlere kaydolunduktan sonra loncada gerçek otorite ve yetki sahibi olurdu. Ahîlik, Sünnî İslâm çerçevesinde bir sosyal örgütlenme olarak kabul edilebilirse de, göçer Türkmenler arasında dinî hayatı heterodoks tarikat dervişleri temsil etmekteydi.
İslâm prensiplerine göre genellikle gazâ, farz-i kifâye’dir, yani ancak bazı koşullar yerine getirildiği takdirde yapılması gereken bir dinî ödevdir. Fakat İslâm ülkesi hayati bir tehlike altına düşerse, gazâ, emîrü’l-mii‘minîn tarafından farz-i ‘ayn ilan olunabilir.
Bu Türkmen beyliklerinde gelişen kültürün en belirgin vasfı, İslâm kültürü içinde öz Türk kültür geleneklerini devam ettirmeleridir. Bu bakımdan en anlamlı olanı, Türkçenin devlet dili ve yazılı edebiyat dili olarak kabul edilmesidir.
Osmanlılar, kendilerini Allah’ın kılıcı saymakta idiler
Kutadgu Bilig’de bu köklü Türk devlet anlayışı îran devlet anlayışındaki adalet kavramını hayli değiştirmiştir: Adalet hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törünün doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır.
İslâm devlet kavramına Türk katkısı, sadece sultanın otoritesinin mutlak şekilde bağımsızlığı noktasında değil, aynı zamanda genel hukuk ve adaletin yorumlanmasında da kendini gösterir. MÖ 8. yüzyıla kadar giden en eski kaynaklarımıza göre, Orta Asya Türk hükümdarlığı, kağanın tahta oturduğunda ilan ettiği törü veya yasaya, yani imparatorluğun düzenini belirleyen bir temel kanûna dayanmaktaydı. Başka bir deyişle, hükümranlık otorite ve gücünün, törü veya yasanın ilanıyla oluştuğuna inanılmıştır. Bunun yazılı kanıtı, Orhon Kök Türk yazıtlarında tekrar tekrar ifade edilmiştir. Aynı uygulamaya yüzyıllar sonra, Osmanlı sultanı, İstanbul Fâtihi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusu II. Mehmed’in hükümdarlığında da (1451-1481) tanık olmaktayız.
bapheus (koyun-hisar) savaşı osman’a bir hanedan kurucusu karizmasını kazandırmış, kendisinden sinra oğlu orhan itirazsız beylik tahtına geçmiştir.

biz 27 temmuz 1302 tarihini osmanlı hanedanının, dolayısıyla osmanlı devleti’nin kesin kuruluş tarihi olarak kabul etmeliyiz.

bilge kağan devletin kudretini anlatırken, böyle kazanılmış, tanzim edilmiş ülkemiz törümüz var idi (1 D 22) der.

kitabede şu meşhur parçada, yukarıda tanrı basmasa aşağıda yer delinmese türk milleti ülkeni törünü kim bozar demektedir (1 D 22).

eski hint-iran geleneğini aksettiren sonraki dönemlere ait bir eserde, kâbusnânede (yazılışı 1082) aynı görüşü şu şekilde formülledirilmiş buluruz: şunu bil ki, hükümdarlık askerle, asker de altınla kudret kazanır, altında bayındırlıkla ele geçer, bayındırlık ise adl ve insafla ile yayılabilir. onun için adl ü insaftan gafil olma.
osmanlı impadatorluğu’nda bürokratik arızalar;

osmanlı kanûn-i esâsi’si devletin dîni dîn-i islâm’dır derken, öbür taraftan bürokratlar, fransız kânunlarını tercüme edip uygulamakta, bunu din ve devletin selâmeti için yaptıklarını ileri sürmekteydiler.

“Türk’e karşı direnme Tanrı’nın iradesine karşı gelmektir.”
Yukarıda Tanrı basmasa aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni töreni kim bozar
İleride Martin Luther de Osmanlılar hakkında aynı şeyi düşünecek, Allah’ın onları, hıristiyanları günahlarından dolayı cezalandırmak için gönderdiğini söyleyecektir.
Osmanlılar, kendilerini Allah’ın kılıcı saymakta idiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir