İçeriğe geç

Osmanlı Ordusunda Dört Yıl 1915-1919 Kitap Alıntıları – Rafael De Nogales

Rafael De Nogales kitaplarından Osmanlı Ordusunda Dört Yıl 1915-1919 kitap alıntıları sizlerle…

Osmanlı Ordusunda Dört Yıl 1915-1919 Kitap Alıntıları

&“&”

Pelerinime sarılmış, gün do­ğuşunun sakin ve güzel tadını çıkartıyordum. Yakınımda Sfenks gibi hareketsiz duran nöbetçilerden birini, kıvrık burunlu bir Anadolu gencini gördüm.Kendisinin yüksek elmacık kemikleri vardı ve kafasının arkası düzdü. Ciddi ve gururlu bir biçimde çölün tozlu ufuklarına bakıyordu. Öne doğru çıkık alnıyla düz bir çizgi yapan burnu, orta boyu, kurşuni üniformasıyla, namlunun ağzını tutan nasırlı ve biçimli elleriyle, eski Hitit heykellerine benziyordu. Irklar eski çağlardan beri birbirine karışmıştı.
Öğleden sonra iki olmuştu ki, tozu dumana katan bir emir subayı üzerimize geldi, atını durdurdu, selam verdi ve Albay Esat Bey’e ilerleme emrini verdi. Bu bir idam hükmüydü ve bunu herkes de biliyordu, gözümü subayların yüzü üzerinde gezdirdim. Yanık yüzlerinde hiçbir hareket yoktu. Gördüğüm bu sonsuz cesaretleri, Osmanlı Ordusu’nda bulunduğum dört yılın en aziz anısı olacaktır.
Hıristiyan yerine puta tapar olsaydım, Müslüman olurdum.
Kudüs’ün bütün kiliselerini gezdim. Kutsal Mezar Kilisesi’nden, Gethsemane bah­çesine ve Jehoşafat Vadisindeki Meryem’in Çeşmesi’ne kadar her yeri gezdim. Her tarafı gezdikten sonra, mutluluğuma, Kudüs’ün her düşünen kişi de bıraktığı düş kırıklığının karıştığını duydum. Bunun anlatımı, Ömer Camisi’yle, Kutsal Mezar Kilisesi’nde, Rum Ortodoks ruhbanlarının nerdeyse puta tapar ayinlerini karşı­laştırmaktır. Kutsal Mezar Kilisesi’ndeki minbere bakınca, bir küçük kent nalbur dükkanını hatırladım. Hıristiyan yerine puta tapar olsaydım, Müslüman olurdum.
Türk yapısal olarak “Hayır” sözünü söyleyemez. Bugün derse “Yarını” kast etmiştir. “Yarın” derse, o söz hiçbir zaman demektir.
Bu tarafların ahalisi, yıkıntılardan temel taşlarını söküp, evlerini ve kiliselerini inşa ediyorlar. Zayıflayan duvarlar çöküyor ve moloz dağları bırakıyor. Yakındoğu’nun ahalisinin büyük kısmı, zaman içerisinde, mimarlık bakımından parazitleşmiş öncellerinin yaptıklarının dibinde sürünüyorlar. Şimdilerde kendilerine bir şey yaratamıyorlar. Başkalarının yaptıklarını yıkıyorlar. Bunun en iyi kanıtı İstanbul’un kendisidir. Kıyıları çürümenin her basamağında olan kalıntılarla doludur. Kent geçmiş zaferlerin bir mezarlığına benziyor.
Düşünceme göre Kürtler Yakındoğu’da geleceğin ırkı olacak. Onlar daha eski uygarlıkların kötülükleriyle körelmemişler. Genç ve canlı bir uluslar. Kuzey İran ile Anadolu’nun güneybatısını yavaş yavaş ele geçirmekteler. Fetih ettikleri halklara kendi dillerini ve adetlerini kabul etmeleri için zorlayan Kürtler kendileriyle temasa geçen halkları özümsüyorlardı. Çoğunluğu Müslüman olan Kürtlerin içinde Şiî olanlar da vardır. Geri kalanları Hristiyan olup Nesturi mezhebinden olup içlerinde Yezidiler de vardı.
Kürtleri silahları dışında Anabisis’in anlattığı gibi buldum. Ok ve mızrak yerine, Mavzer tüfekleri ve yinelemeli ateşli tabancalar kullanıyorlardı. Kamaları, değişik adetleri ve ekmek pişirecek küçük fırınları eski zamanların aynısıydı. Bingöl Dağları’nın doruklarını hiçbir zaman unutmayacağım. Sarımtırak bir sise bürünmüş doruk sanki ölüm uykusundaydı. Hiçbir yönde görülecek bir tek ağaç yoktu. Hatta çalı bile. Yalnız sulu kar ve karla kaplı sonsuz adette göl vardı. Üzerlerinden geçerken atlarımızın ayaklarından boş nal sesleri geliyordu. Eğer gölün birinin üzerindeki buz bizi taşınmazsa gölde kaybolurduk.
Eski Ermenistan’a yolculuğum tehlikeliydi. Oraya varmak için kış ortasında Bingöl Dağları’nı aşmam gerekiyordu. Bu sıra dağlar 4300 metre yükseklikte olup yazın bile geçmek zordu. Buzla uğraşmanın yanında, bu yüksekliklerde yaşayan Kürt aşiretlerle de uğraşmam gerekecekti. Bu aşiretler Sultan’ı ismen tanıyorlardı ve yaşamlarını eşkıyalıkla geçiriyorlardı. Doğrusunu isterseniz binbir güçlük vardı. Türk İran sınırına ulaşmak için tek yol vardı. Hasankale vadisini neredeyse geçilemeyecek kar yığınlarını bata çıka geçmek. O dağları tırmanmaya çalıştık. Bizden iki bin yıl önce, onbinlerin çekilişi esnasında Xenophon’da geçmişti buralardan.
Kafkas cephesinin merkezi ve Hasankale’den yedi kilometre ötede olan Köprüköy bölümünde arada bir topa tutmaktan ve ileri karakollar arasında çatışmaktan başka bir hareket yoktu. İşimiz soğuğa dayanmak, tifusten korunmak ve kışın geçmesiyle eylemlere başlamak için umutla beklemekti. Bu durumdan sıkılıp Van Jandarmasına atanmak istedim. Bu isteğim hemen kabul edildi. Hazırlıklarımı yapıp Mahmut Kemal Paşa’ya veda etmeye gittim. Yanıma otuz atlı Jandarma verme teklifini reddederek emir erim ve seyisimle yola koyulduk.
Beni en çok etkileyen Küçük Asya’nın ağaçsızlığıydı. Dolayısıyla kuşlar da yoktu. Yerlerde çok leş olduğu halde onları parçalayacak kuşlarda ortada yoktu.
Yırtıcı kuşların bile kaçtığı topraklar biçaredir.
Eğer bir gün İstanbul’da ki merkezin gücü tükenirse, bu uluslar tortusu ve etnik çekirdek vakit kaybetmeden ikinci Makedonya’yı veya yeni bir Balkan’ı ortaya koyacaklardır. Zaman geçtikçe belki Avrupa’nın kendini ama kesinlikle Avrupa’nın İslam dinindeki sömürgelerini ayağa kaldıracaktır. Bu volkanın krateri İslam dünyasının merkezinde oldukça kaçınılmazdır.
Çok önemli bir ticaret merkezi olmanın yanında Kayseri, Küçük Asya’nın etnik sınırıdır. Doğu’ya doğru Lazlar ve Ermeniler, eski Hitit-Alardik ırkının ardılları ve Batı’da Yunan ve Levantenlerin karışımı olanlar. Değişik dillerde, örf ve adetlerdeki ulusların bu olağanüstü karışımıyla ırkların geri kalanı iki bölüme ayrılır. Bunlardan biri olan müslümanlar halkın yüzde seksenini kapsar. Geri kalanın içinde Ortodoks Rumlar, Ermeniler, Asurlu Katolikler, Yakubiler, Nesturiler, Yezidiler ve Kızılbaşlar vardır.
Osmanlı beyleri misafirlerini onurlandırmaya alışıktır. Bu kimse zengin veya fakir olsun farketmez çünkü onu Allah göndermiştir. Birisi Müslümanlığı anlamak isterse onu İstanbul’da aramamalı. Anadolu’ya bakmalı. Oralarda insanlar ruhsalı, maddeselin üzerinde tutmaktan çekinmezler. Ülkü orada nicelik değil niteliktir. Yakındoğu kentlerinin Avrupa’dakilerden daha az kültürlü olduğunu sananlar aldanıyorlar.
Geceyi etrafı ağaçlıklı, Niğde denen yerde bir köy evinde geçirdim. Orası ürkütücü yalnızlıkların ortasında bir vaha gibiydi. Aynı yönde giden Türk subaylarıyla orada buluştum. Gün doğarken, mavi renkli Anti-Toros sıradağlarına paralel olarak yürümeye başladık. Uzaktan bir karaltı gibi görünen Nevşehir’i sağımıza alarak basılmış toprak platformundan Erciyes Dağı’nın, turuncu ve kan kırmızısı göğün altında ki tek bir elmas gibi parlayan doruğunu gördük. 18 Şubat 1915 sabahı, Erciyes’in ayağını dolaşarak eski bir kent olan Kayseri’ye girdik. Kayseri uzaktan neşesiz ve kasvetli görünmektedir.
Doğu’ya doğru bir askeri trenle sabah sekizde yola çıktım. Nedense bir huzursuzluk duyuyorum. Bir tek Türkçe kelime bilmeden Anadolu’yu bir baştan ötekine geçmek, Kafkasya’da hatta belki İran’da kış ortasında savaşmak kolay bir iş değildi.
Çekinmeden şunu söylemek isterim; Ermeni soykırımından Osmanlı Ordusu sorumlu değildir. Elinden gelseydi bu soykırımı güç kullanarak önlemek için gerekeni yapardı. Bu soykırımın müsebbibi İttihat ve Terakki Komitesinin üyesi olan sadrazam ile Dr Nazım, Rahmi ve Bedri Bey’dir.
Savaşın başında rakibi Cemal Paşa’nın Kanalı sözde fethetmesi dolayısıyla büyük şöhretini görünce Enver onu söndürmek istedi. General Bronsart’ın uyarılarına kulak asmadan kışın ortasında Üçüncü Ordu’nun başına geçip, Kafkasya’dakı alınması mümkün olmayan yerlere saldırdı. Ordusunun Erzurum bölgesinde ki işe yarar kanadını oluşturan on beş sahra bataryasını çarpışma esnasında düşmana kaybetti. Vurulmaktan, soğuktan ölen ve kaybolan askerlerin sayısı otuz bin civarında. Böylece parlak bir ordu kişisel tutkuları nedeniyle bir gecede yok oldu. Oynamak istediği Napolyon rolüne göre de küçük düşmüştü.
Müttefiklerin kapısında aradığım konukseverliği, hiç ummadığım yerde, Türkler ve Alman ordusunun parlak subay kadrosunda bulmuştum.
Ülkem çok uzaklardaydı ve dönmeye başlasam da varabilir miydim? Bir tavşan gibi kâh kaçarak, kâh saklanarak, Avrupa’yı geçmiştim ve dolayısıyla da, seyahatin rahat ve güvenli olmadığını öğrenmiştim.
Benim Latin ırkı üzerine olan sonsuz tutkum, bana çok pahalıya mal olmuştu. Çok kere de hayatıma mal olacaktı. Bana deli gözüyle bakmaya kat, casus diye bakıyorlardı.
Müttefiklerin kapısında aradığım konukseverliği, hiç ummadığım yerde, Türkler ve Alman ordusunun parlak subay kadrosunda bulmuştum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir