İçeriğe geç

Oryantalizm Kitap Alıntıları – Edward Said

Edward Said kitaplarından Oryantalizm kitap alıntıları sizlerle…

Oryantalizm Kitap Alıntıları

İnsani bilimler alanında üretilmiş hiçbir eserin yaratıcısı içinde yaşadığı toplumun insanlarından biri olmanın ötesinde bir varlık taşıyamaz.
Müslümanın iyisi Oryantalistin muhbiridir.
Sayısı belirsiz oryantalistler Doğu’nun Batı için var olduğuna inanmaktadırlar.
1815 ile 1914 yılları arasında Avrupa’nın direkt sömürge imparatorluğu dünya yüzeyi­nin % 35’den % 85’e çıkmıştır.
Herhangi bir sıradan Mısırlı dan bir olguyu ifade etmesini isteyin. Açıklaması bıktırıcı uzunlukta ve muğlaktır genellikle öyküsünü bitirene kadar yarım düzine çelişkiye düşecektir. Azıcık köşeye sıkıştırıldığında ise çözülecektir.
Avrupalının akıl yürütmeleri sağlamdır; olguları açıklarken belirsizlikten kaçınır; mantık dersi almamış olabilir, ama doğuştan mantıkçıdır; doğası gereği kuşkucudur. Öte yandan Şarklının aklı pitoresk sokaklara benzer simetriden yoksundur. Akıl yürütmesi baştan savma betimlemelerle doludur.
Şarkıyatçılık, sırf olgusal bir öğreti olarak değil , düşünce üzerindeki bir dizi zorlama, sınırlama olarak kavranmalıdır
İnsan dünyayı, gerçek ya da imgelemde yaratılmış farklılıkları olan bölgelere bölmüştür hep.
Şarkiyatçılık gibi bir emperyalist geleneğin oluşturulmasına hangi düşünsel, estetik bilimsel, kültürel kuvvetler eşlik etti ? Filoloji ,sözlükbilim ,tarih, biyoloji ,siyaset ile İktisat kuramı , romancılık ve ozanlık
Beşeri bilimler araştırmacılarının çoğu, metinlerin bağlamlar içinde var olduğu , metinlerarasılık diye bir şeyin mevcut olduğu, uzlaşımların ,öncellerin ,retorik biçemlerin baskısının yaratıcılığı sınırlandırdığı görüşü ile barışıktır
Şarkiyatçılık , önünde sonunda, bir yapıt ve yazar alıntılama dizgesidir
Şarkıyatçılık, jeopolitik bilincin araştırma metinlerine, estetik, iktisat, sosyoloji, tarih filoloji metinlerine dağılımıdır
Bilgiyi üreten bireyden (kuşatıcı , kafa karıştırıcı yaşam koşulları ile birlikte bireyden) Görece daha tarafsız olan , bilgi diye bir şey vardır. Yine de bu tarafsızlık bilgiyi kendiliğinden siyaset dışı kılmaz
Fikirler, kültürler ve tarihlerin gerçekten anlaşılması ve araştırlabilmesi için bunların gücünün ya da daha kesin bir deyişle, iktidar yapılarının da incelenmesi gerekir
Şarkiyat , Şarkı ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemidir
Şark, Avrupa’nın maddi uygarlığı ile kültürünun belirleyici bir parçasıdır. şarkiyatçılığı bu bütünleyici parçayı, kültür, hatta ideoloji düzleminde bir söylem biçimi olarak sözcük dağarcığı ile araştırmalarla, imge dağarcığıyla , öğretilerle, hatta sömürge bürokrasileri ve somurge biçemleriyle -dile getirir, temsil eder
Insanın eylemliliği, soruşturma ve çözümlemeye tabidir
İslam’ın olağanüstü ictihad geleneğinin yavaş yavaş kaybolması, zamanımızın en büyük kültürel felaketlerinden biri oldu
Aslında yitirilmiş olan şey, insan hayatındaki yoğunluk ,karşılıklı bağımlılık duygusudur
Ayrıca, humanizmin dayanağı, başka yorumcularla, başka toplumlar ve dönemlerle toplumsal bir ortaklarımızın olduğu düşüncesidir :Yani en açık deyisle söylenecek olursa, tek başına hümanist diye bir şey yoktur
Hümanizm derken Blake’in deyişiyle zihnin tavında dövülmüş kelepçeler den kurtulup aklımızı tarihsel ve rasyonel olarak kullanarak gercek bir düşünsel kavrayışa ve sahici açılıma ulaşma gayretini kastediyorum.
İlk Oryantalistler (Renan, Sacy ve Lane) Doğu’nun anlatımını “mizanseni” olarak gerçekleştirdiler; sonraki Oryantalistler, âlim yahut yazar olsun, sahneye sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Daha sonra ise sahneyi yönetmek gerektiğinde, görüldü ki; “yönetim oyununda” kurumlar ve hükümetler şahıslardan daha ustadırlar.
İşte 19. yüzyılın 20. yüzyıla bıraktığı Oryantalist miras budur. Şimdi biz, mümkün olan isabet ile, 1880’ler de Batı’nın Doğu’yu işgali ile başlayan 20. yüzyıl Oryantalizminin nasıl olup da hürriyeti ve bilimi bu kadar başarılı bir kontrol altında tuttuğuna bir bakmalıyız. Yani resmi kalıplar içinde kendini sürekli olarak üreten bir sistem haline getirilişine
Flaubert’in bütün romanlarında Doğu’yu bir şey simgeler: Cinsel fantazilerle günlük gerçeklerden kaçış. Emma Bovary ve Frederic Moreau hırgürle geçen zengin yaşamlarında biraz heyecan arzu etmektedirler ve nihayet farkına vardıkları gizli istekler kitaplarla kendilerine sunulmaktadır.(haremler, prensesler, prensler, köleler, peçeler, danseden erkekler, dansözler, şerbetler ve yağlar, vs., vs )Bu liste yabancı gelmiyorsa sebebi bize Fiaubert’in yaptığı geziyi ve tutkularını hatırlatması değildir; bir kere daha Doğu’nun şehvetle özdeşleştirilişidir. 19. yüzyılda gittikçe zenginleşen Avrupa’da seks hayatı sayılır bir derecede müesseseleşmiş durumdaydı. Bir yanda, “hür seks” diye bir şey yoktu; öte yanda, toplumda seks, (ayrıntıları hayli karışık) hukuki, ahlâki, hatta siyasi ve ekonomik sorumluluklar getiriyordu. İşte Doğu, müstemlekelerin iktisadi faydaları yanında aynı zamanda “haylaz evlatların, suçluların, fakirlerin ve diğer istenmeyenlerin gönderildiği yer oluşları gibi”, ikinci bir fayda sağlayacaktı: Avrupalı, vatanında tatmin edemediği şehvetini orada tatmin edecekti.
Doğu’nun Ondokuzuncu yüzyılda bir seyyah için mânâsı neydi? İngilizle Fransız arasındaki farka bir bakalım. İngiliz için Doğu tabii ki İngiltere’nin malı olan Hindistan’dı. Yakın Şark Hindistan’a giden yol demekti. Fazla hayâle yer yoktu. Yönetim, toprak meşruiyeti ve icra gücü gibi nosyonlar hayâle yer bırakmıyordu. Jones’dan başlayarak daha sonra Lane, Scott, Kinglake, Disraeli, Warburton, Burton ve hatta George Eliot için Doğu’yu tanımlayan şey, somutluktur, maddi mülkiyettir.
Avrupa sadece şekil olarak ele aldığı alçaltılmış ve saptırılmış bir Doğu kavramı ile kendi kültürünü belirlemiş ve güçlendirmiştir.
Evet işte o saat geldi çattı Şimdi bütün Asya baştanbaşa boşaldığını görerek inliyor. Xerxés onu yerinden oynattı. Yazık. Yazık! Xerxés onu kaybetti, yazık! Xerxés herşeyi deliler gibi savurdu. Yazık sana Xerxés ve senin gemilerine. Ah Daryüs neredesin! On dan daha iyi huylu bir kral var mıydı? Daryüs tam askerdi. Susiana ilinin sevgilisiydi ‘
Anavatanını seven insan, narin bir çaylaktır henüz; her toprağı kendi yurdu gibi gören insansa çoktan güçlenmiş demektir; ama kusursuz insan, tüm dünyayı yabancı bir diyar gibi görendir. Kişi kendi kültür yuvasından ne kadar uzaklaşabilirse, bu kültürü ve tüm dünyayı doğru tasavvur için gerekli olan tinsel ayrı duruş ve yüce gönüllülükle yargılaması da o ölçüde kolaylaşır. Aynı yakınlık-uzaklık bileşimiyle, kendini ve yabancı kültürleri değerlendirmek de daha kolaydır.
Doğu ve Batı arasındaki ilişki her şeyden önce bir güç ve üstünlük ilişkisidir.
“Batıdaki insanların nasıl hiç doğuda bulunmadan doğu hakkında ön yargıları ve fikirleri olabilir?”
Oryantalist aslına uygun olup olmadığını düşünmeden Do­ğu’yu taklid edebilir. Doğu hakkında tüm söyledikleri tek yönlü bir anlatım olarak değerlendirilmelidir. Doğulular konuşmakta ve hareket etmekte, Oryantalist gözleyerek not tutmaktadır. Tüm gü­cü yerlilerin ortasında durarak konuşmak ve yazmaktan ibarettir. Belki ona gizli bir yazar gözü ile bakılabilir. Ve bütün yazdıkları yerliler için değil, Avrupa’nın çeşitli yayın kurumları içindir. La­ne’in metni bizim bunu hiçbir zaman unutmayacağımız biçimde ortaya koymuştur: Mısır’da “ben” demesini bilen kuvvetli bir kişi­ likle dolaşan Lane bu ülkenin gelenekleri, görenekleri, bayramla­rı, çocukları, büyükleri, cenazeleri arasında gezinirken bir Doğulu kişiliğine bürünmüş ve başka türlü elde edilmesi mümkün olma­ yan yollarla bilgileri yakalayıp yayınlayarak yeni bir Oryantalist araştırma metodu keşfetmiştir. Araştırmacı olarak Lane hem görü­nen hem gösterendir. Bir taşla iki kuş vurmakta, iki tarafı da mem­ nun etmektedir: Bir yandan arkadaşlıklar edinerek (yahut öyle gö­ rünerek) Doğu heveslerini tatmin etmekte, diğer yandan şöhretle­ rini sağlayan Doğu bilgilerine sahip olmaktadır.
Bütün bu anlatılanları, kitabın önsözünün son bölümü kadar hiçbir şey kanıtlayamaz. Lane başlıca haber kaynağı ve dostu olan Şeyh Ahmed’i burada bir arkadaş ve meraklı bir insan olarak tanıt­ maktadır. Yerliler Lane’i Müslüman zannetmektedirler, Şeyh Ahmed ancak Lane’in maymunluklarının verdiği korkuyu yendikten sonra onun yanında camide namaz kılabilmiştir. Bundan önce meydana gelen sahnelerde Lane için Şeyh Ahmed, garip bir cam kemirici ve çok kadınla evlenmiş acaip bir Doğuludur. Şeyh Ah­med hikayesinin üç bölümü içinde Müslüman ile Lane arasındaki mesafe bazen açılmakta, hareket doğduğu sırada ise kapanmakta­dır. Denebilir ki Müslüman davranışlarının aracısı ve yorumcusu olarak Lane gülünç biçimde Müslüman şemasının içine girmekte fakat bu sırada sadece gizli bir İngiliz metni hazırlamayı amaçla­maktadır. https://www.bolgegundem.com/service/amp/edward-william-charles-noel-kimdir-nerelidir-nerede-dogdu-kac-yasinda-nerede-ve-nasi-827633h.htm
Şeytan da bir zamanlar Cennet’te otururdu, bu yüzden onu daha önce görmemiş olanların ilk gördüklerinde meleklerle karıştırmaları mümkündür.
– ( ) İslâm’ın Roma’ya üstün gelmesi, Roma’yı gölgede bırakması, geçmişte ya da günümüzde hiçbir Avrupalının zihninden silinmiş olamaz
“İstanbul’da bir ihtilâl yahut arka arkaya gelecek parçalanmalar yüzünden bu imparator­luk dağıldığı takdirde, Avrupa devletlerinden her biri, kongrenin uygun gördüğü biçimde İmparatorluğun bir parçasını himayeleri altı­na alacaklar. Himaye altına alınmış bu topra­ğın tarifi, sınırları, alanı, komşuları ile ilişkile­ri, güvenliği, dinî bütünlüğü, gelenekleri ve çı­karları egemen devletin arzulan doğrultusun­ da yorumlanacak. Bu egemenlik kavramı Av­rupa hukukunun birparçası olarak toprağın yahut kıyının bir bölümünü ele geçirerek bura­ya açık bir şehir yahut bir Avrupa kolonisi yahut da bir ticaret limanı veya iskelesi haline ge­tirme hakkı anlamını taşıyacak. Her devletin kendi himayesi altında yaşayan ülkeye uygula­yacağı politika silahlı ve uygarlık aşılayıcı bir baskı aracı olmaktan öteye geçmeyecek. O ülke­nin varlığı ve ulusal bütünlüğü böylece kendi­sinden daha üstün bir ulusun bayrağı altında garantiye alınacak. ”
ALPHONSE de LAMARTİNE,
Voyage en Orient (Doğu’ya seyahat)
Sömürgeleştirmek her şey­den önce tanımak ve sonra çıkarlar yaratmaktı.
Avrupalılar için Doğu Hindistan’ın zenginliklerine ulaşabil­mek için daima İslâmi bölgelerden geçmek ve aşağı yukarı Aryen bir inanç sistemi olan İslamın tehlikeli etkilerine göğüs germek ge­ rekiyordu. Onsekizinci yüzyılın önemli bir bölümü içinde İngiliz- ler ve Fransızlar bu zor işi başardılar. Bu sırada Osmanlı İmpara­ torluğu uzun zamandan beri ihtiyarlık rahatlığına gömülü olarak (Avrupa düşüncesinde ) kendi yöresinde yaşamına devam edi­ yordu. Bu yüzden bu devlet ondokuzuncu yüzyıl tarihine “Doğu Sorunu” sözcükleri ile yazıldı. İngiltere ve Fransa Hindistan’da ilk defa 1744 ve 1748 arasında çatışmaya başladılar,İkinci olay ise 1753 ile 1763 arasında meydana geldi. İngilizler 1769’dan sonra Hint alt kıtasının sadece ekonomik ve politik işleri ile uğraşmayı yeğ tutarak bu çatışmadan bir ölçüde kendilerini sıyırdılar. Bona- part için İngilizlerin Doğu imparatorluklarını parçalamanın tek ça­ resi onların yollarını Müslüman Mısır’da kesmekten ibaretti.
“Oryantalizme” benzeyen başka bir bilim dalı yok gibidir. Belki yeryüzünün hiçbir bölgesinde sosyal gerçekler, ko­nuşulan diller, politika, tarih ve çeşitli konular bir coğrafi bölgenin sınırları içine alınarak incelenmez. Bir klasikçi, bir Roma dilleri uzmanı hatta bir Amerikancı dahi dünya yüzeyinin pek mütevazı bir bölgesi ile yetinmek zorundadır. Oryantalizm bunların hiç biri ile karşılaştırılamayacak kadar geniş bir coğrafi alana sahiptir. Or­yantalistler geleneksel biçimde Doğu’nun meseleleri ile meşgul olurlar. Bir İslâm hukuku uzmanı, bir Çin dilleri bilgini, yahut Çin- Hint dinleri araştırmacısı hep birlikte oryantalist sayılırlar. Şu gerçeğe alışmak zorundayız ki oryantalizmin boyutları ulaşılama­yacak kadar geniş ve sınırsızdır.
“Bazı belirgin ve ayrışık nesnelerin zihin tarafından üretildiğini,
nesnel varoluşa sahip gibi görünseler de bu nesnelerin ancak
kurmaca bir gerçekliklerinin olduğunu savlamak pekala
mümkündür. Birkaç dönümlük arazilerde yaşayan insan
toplulukları, kendi toprakları ve yakın çevreleri ile ‘barbarların
toprakları’ dedikleri öteki topraklar arasına sınırlar çekerler.
Başka deyişle, kişinin zihninde, ‘bizim’ olan tanıdık bir uzam
ile ‘bizimkinin’ ötesinde ‘onlara’ ait olan yabancı bir uzam
belirlemesi evrensel bir edimdir; tamamıyla keyfi olabilecek
coğrafi ayrımlar yapmanın bir biçimidir bu. Burada ‘keyfi’
sözcüğünü kullanıyorum, çünkü “bizim toprağımız – barbarların
toprağı” dedirten imgesel coğrafya çeşitlemesi, barbarların
da bu ayrımlamayı kabul etmesini gerektirmez. Bu sınırları
kendi zihnimizde çizmek ‘biz’e yeter; ‘onlar’ böylelikle ‘onlar’
haline gelir, hem yurtları hem düşünüşleri, ‘bizimkinden’ farklı
olmasıyla belirlenir.”
Ortadoğu her bakire gibi direnmektedir.
Kısaca, Amerika onların insanlıktan çıkmalarını istiyor.
İslamcı oryantalistler İslam’a karşı yabancılaşmalarını hiçbir zaman önemli bir olay saymamışlar ve bunu kendi kültürlerinin daha iyi anlaşılması için bir araç yerine koymuşlardır.
Marks’ın yargısı şudur: Bu kişiler acı çekmiyorlar Onlar Doğulu’dur. O halde onları başka yollardan anlamaya çalışmalıyız. Şimdiye kadar kullandığımız araçların yerine başka araçlar bulmalıyız . Neticede Marks hızlı adımlarla Goethe’nin yanına geri dönmekte ve Doğululaştırılmış Doğu ile yetinmektedir.
Psikolojik açıdan ise Oryantalizm bir paranoya’dır. Örneğin sıradan tarih bilgisi ile alakası olmayan bir bilgidir.
Büyük Britanya Devletinde , ondokuzuncu yüzyıl boyunca Hindistan’daki ve diğer yerlerdeki genel valileri elli beş yaş gibi çok erken bir tarihte emekliye ayırma geleneği ortaya çıktığında, oryantalizmin gidişatı çok ince bir noktaya ulaşmış bulunuyordu. Artık hiçbir Doğulu , bir Batılı yöneticinin ihtiyarladığını ve çöktüğünü göremeyecekti.
Doğu, Batı’lının vicdanında yer tutabilmek için oryantalizmin süzgecinden geçmek zorundadır.
1935 Kudüs doğumlu Edward Said Batı’lıların Doğu’yu nasıl çarpıtarak ele aldıklarını ve bunu hangi yöntemlerle gerçekleştirdiklerini ve böyle bir davranışa hangi gaye ile baş vurduklarını gözler önüne sermeye çalı­şırken büyük bir duyarlılıkla şu cümleleri tekrarlamaktadır:
“İnsan gerçeğine böylesine uzak ve böylesine gözleri kapalı bir ilmin var­lığını farketmeseydim bu kitabı yazmazdım ”
Biz bu cümlenin derin anlamı içinde yatan aynı duygulara yine aynı şekilde karşılık veriyor ve tek bir kelime üzerinde değişiklik yaparak şu­ nu ilave ediyoruz: “İnsan gerçeğine böylesine uzak ve böylesine gözleri kapalı bir ilmin varlığını farketmeseydik bu kitabı çevirmezdik”.
Nezih Uzel
Üsküdar 1982
Zira İnsanî bilim­ler alanında üretilmiş hiçbir eserin yaratıcısı içinde yaşadığı toplu­mun insanlarından biri olmanın ötesinde bir varlık taşıyamaz, bu­ nu gözden kaçırmak veya umursamak mümkün değildir. Yazar ha­yatın şartları ile sınırlıdır. Doğu’yu inceleyen kişi ister Avrupalı, ister Amerikalı olsun “kendi” gerçeğinin zorladığı temel kuralla­rın dışına çıkamaz. Şunu bilmek zorundadır ki, Doğu öncelikle Avrupalı veya Amerikalı olsun “kendi” gerçeğinin zorladığı temel kuralların dışına çıkamaz. Şunu bilmek zorundadır ki, Doğu ile ön­celikle Avrupalı veya Amerikalı olarak karşı karşıya gelmekte, onu daha sonra tek başına incelemektedir. Bu şartlar altında bir Avrupalı yahut Amerikalı olmak da büsbütün boşuna değildir. Bu oluş vakti ile kişinin sisli dahi olsa Doğu’da kesin çıkarları olan bir toplumun üyesi olduğu bilincine varmış olmamasını gerektiriyor­du. Şimdi de aynı gerek duyulmaktadır. Belki bundan da daha önemli olan bir diğer nokta Batılı araştırmacının, Homer çağından beri Doğu ile ilişkiler sürdürmüş bir kara parçasının insanı olduğu­nu bilmesidir.
Bunlardan ilki okulları, aileleleri ve sendika­ları ile gönüllü yahut en azından akıllı ve zorlaması olmayan bir be­raberliktir. Diğeri ise ordusu, polisi ve merkez bürokrat sistemi ile ayakta durur. Oynadığı rol siyaset ve dolayısı ile direkt üstünlük­tür. Kolayca anlaşılacağı gibi kültür birincisinin işidir. Hans uygar toplumda faaliyet gösterir. Fikirler bu toplumda etkinlik kazanır­lar, kurumlar ve kişiler bu toplumun içinde, zorla değil fakat Gramsci’nin “consensus: çoğunluk” adını verdiği olayla varlıkla­rını sürdürürler.
Meselâ Flaubert’in bir Mısırlı asilzade kadınla karşılaşmasını ele alalım: Tüm doğu kadınlarını ilgilendiren bir olaydır bu.. .Kadın asla kendisinden söz açmaz, duygularını ve gö­ rüşlerini asla açığa vurmaz, yaşadığı zamanı ve geçmişini hiçbir şekilde sözkonusu etmez Kadının namına sadece Flaubert ko­ nuşmakta ve onu takdim etmektedir. Halbuki Flaubert bir yabancı­ dır. Varlıklı bir insandır, bir erkektir. Bütün bu tarihi üstünlükler yazara “Küçük Hanımı” sadece fizikî yönden elde etme değil, aynı zamanda onun hakkında konuşma ve onu okuyucularına “Tipik bir doğulu” olarak tanıtma hakkını vermektedir. Flaubert ile Küçük Hanım arasındaki kuvvet dengesi tek kalmış bir olay değildir. Bu olay Doğu ile Batı arasındaki tüm ilişkiler için mükemmel bir ör­ nek sayılabilir. Batı’nın Doğu hakkında beslediği tüm düşünceler bu misalin altında gizlidir.
Batı , Doğu ile sürdürdüğü tüm ilişkilerin içinde Doğu’dan el çekmemek için aşırı çaba gösterir.
Doğu ile Batı arasındaki ilişki herşeyden önce bir güç ve üstünlük ilişkisidir.
İnsanlar kendi tarihlerini kendi yaparlar.Görünen odur ki bu tarih yapılır ve coğrafyaya intikal eder.
Doğu çok eski çağlardan bu yana garip yaratıklarla dolu , şaşırtıcı anılar ve görüntüler taşıyan ve doğa üstü olaylarla bezenmiş bir fantaziler dünyası olarak Avrupalılar tarafından yaratılmıştı.
Oryantalizm , Avrupa’nın doğu fikridir.
Herşey ya “orijinal” yahut da “eskinin tekrarı” dır. İslâm bu açıdan bir kere daha ele alınmış ve şunlar görülmüştür: İslâm büyük bir zenginliğe sahiptir. Yeni tariflere açıktır. Onun yeni bir yol olduğu anlaşılmadan bu tarifler faydalı kılınamaz. Dolayısı ile Batı’nın Doğu konusundaki fikri bu noktada ikiye ayrılmaktadır: Yakın olana karşı duyulan çekingenlik ve yenilik korkusu
Dolayısı ile oryantalizm, Doğunun meselelerini bir sınıf, bir mahkeme, bir hapishane, bir el kitabı açısından ele alan, analiz eden, inceleyen, yargılayan, gözeten ve yöneten bir Doğu bilimidir.
Eğer bütün bunlar “Doğu” ve “Batı”yı tamamı ile ortadan kaldıracak türden her iki dünya arasında yeni bir ilişkiler halkası oluşturacaksa o zaman Raymond Williams’ın üstünlük anlayışı içinde “Yeniden çıraklığa dönüş” adım verdiği şeye doğru bir adım daha yaklaşmış olacağız.
Alman lirik şiiri Doğu’dan kaynaklanmış, Doğu üzerine geniş hayaller kurulmuş, romanlar yazılmış ancak Doğu hiçbir zaman Chateaubriand, Lane, Lamartine, Burton, Disraeli yahut Nerval’in Suriye ve Mısır’ı kadar gerçek olmamıştır. Bu yüzden Geothe’nin Westöstlicher Dhvan (Doğu-Batı Divanı) ve Friederıch Schle- gel’in Über die Sprache und Wevsheit der İndier (Hintlilerin Dilleri ve Felsefeleri Üzerine) gibi Doğu hakkında yazılmış iki şöhretli eser aslında Ren nehri üzerinde yapılmış birkaç gezinti ve Paris kütüphanelerinde geçirilmiş uzun saatlere bağlı kalmıştır.
kültür ağır baskılar altında kalsa dahi yazarlar ve düşünce adamları üretimlerine devam edebileceklerdir. Bu gerçeği farkettiğimiz zaman hegemonyanın neden inatçı ve sürekli olduğunu da anlayabileceğiz.
Oryantalizm estetik, bilimsel, ekonomik, sosyolojik, tarihe ait ve filolojik metinler aracılığı ile “aktarılmaya” çalışan bir cins jeo-ekonomik görüşler bütünüdür. Oryantalizm coğrafî bir ayırım değil —dünya Doğu ve Batı olmak üzere eşit olmayan iki bölüme ayrılmıştır— bir seri “çıkarlar” toplamıdır.
Zira İnsanî bilimler alanında üretilmiş hiçbir eserin yaratıcısı içinde yaşadığı toplumun insanlarından biri olmanın ötesinde bir varlık taşıyamaz, bunu gözden kaçırmak veya umursamak mümkün değildir.
“Oryantalizm, Avrupa’nın Doğu fikridir ”
Doğu neredeyse tümden avrupa’ya özgü bir buluştu.Antik çağdan beri, gönül maceralarının, egzotik varlıkların, akıldan çıkmayan anılarla görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekanı olagelmişti.Oryantalizm, bize doğu hakkında “bilgi”ler sunmaktadır. Bu bilgi ise, batı’nın aynasındaki doğu’nun bilgisidir. Aynı zamanda bu bilgi, ‘doğu’ diye adlandırılan yerdeki insanların üretemedikleri, onlara kendilerinden olmayan insanlarca sunulan bilgidir.
Oryantalizm bazlı sinemada hindistan genellikle hep bilgeliğin yeri olarak gösterilir. Bu örnek başta oryantalizme ters veya garip gibi gelse de biraz düşününce işin aslının öyle olmadığını anlamak çok zor değildir. Batılı sinema anlayışı, hintlilerin bilgeliğini överek ‘siz bizde olmayan bir şeye sahipsiniz. eğer size yardım edersek siz de gelişir, bizim gibi olur, bu güzel şeyleri kaybedersiniz. Kendi iyiliğiniz için hep böyle kalmalısınız’ diyerek doğuyu ‘öteki’ olarak kalmaya mahkum eder.
Dante’nin Inferno’da yapmaya çalıştığı gibi, bir yandan Doğu’yu “yaban” diye nitelerken, diğer yandan da, seyircisi, yöneticisi, ve aktörleri Avrupa’nın ve yalnızca Avrupa’nın malı olan bir tiyatro sahnesinde, o yabancıyı bir şema halinde kendi sürüsüne katmaya çalışmaktan ibarettir.Aşina olunan ile olunmayan arasında gidip-geilişin sebebi budur; Muhammed daima, o sahtekârdır.Bir bakıma, da Doğu’ya aittir, (yabancıdır, çünkü bazı bakımlardan İsa “gibi” olsa da, ne de olsa onun gibi olamaz.)
İslam’ın Roma’ya üstün gelmesi, Roma’yı gölgede bırakması, geçmişte ya da günümüzde hiçbir Avrupalının zihninden silinmiş olamaz.
(Bugün yaşananlar boşuna değil)
Bilimsel alanda en orijinal sanat gücü taşıyan eserler dahi toplumdan, kültürel teamüllerden, dış şartlar ve temel dengeleyici etkenlerden gelen bir baskı gücünden kurtulamamaktadır. Okullar, kütüphaneler, hükümetler; ayrıca bilimsel yazılar, ister hikaye ister gerçek bilimsel yazılar asla özgür değillerdir.
Örneğin “Binbir gece masalları”nın, “Basit” bir doğulu tarafından düşünülemeyecek kadar canlı ve yaratıcı olduğunu bize söylediler. Zira Doğulu için canlı hiçbir şey yoktur; orada her şey kuru ve bir mumyadan farksızdır.
Oryantalizm bir yandan Doğu’yu mümkün olduğu kadar genişçe ele almak istiyor, diğer yandan elde ettiği bilgiyi Batı’da muntazam şekilde sınıflandırmak, dergilere aktarmak, sözcüklere sıralamak, gramer, açıklama, yayın ve yayın geleneği süzgeçlerinden geçirerek onu Avrupa’ya yarar hale getirmek istiyordu.
Sanki bir yerde üzerinde “Doğu” yazılan bir kutu var ve Batılıların Doğu hakkında uyguladıkları tüm otoriter tavırlar, isimsiz ve alışılmış davranış biçimleri hiçbir şey düşünülmeden onun içine atılıyor
Egoist görünmemeye çalışarak haksız kazanç isteklerini gizliyecek ve yumuşak disiplin uygulayarak sabırsızlığını gözlerden uzak tutacaktı.
İngiltere her yerde olduğu gibi Mısır’da da eşit şartlar­la paylaştırılmış olmasa dahi bir mâlî zenginliği, rahat ve huzurun temel şartı sayıyordu.Ancak bu ülkelerde gerçekten önemli olan Batı tarafından aralıksız biçimde sürdürülen dikta yönetimiydi.Anavatan’dan kopup gelen sayısız bilgin, misyoner, iş adamı, as­ker ve öğretmen bu yönetimin devamı için canla başla çalışıyor ve Cromer ve Balfour gibi yüksek devlet memurları ise piramidin en üst halkasını teşkil ediyorlardı.Bu kişiler için diğerleri yaratan, yö­neten hatta bazı durumlarda Mısır’ı doğulu batağından çıkararak şimdiki örnek yaşam düzeyine ulaştıran kişilerdi.
Doğu kafası ise ülkesinin pitoresk görüntüleri gibi en yüksek noktada simetri duy­gusundan yoksundur.Düşünce sistemi düzensiz ve dağınıktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir