İçeriğe geç

Ortaçağda Entelektüeller Kitap Alıntıları – Jacques Le Goff

Jacques Le Goff kitaplarından Ortaçağda Entelektüeller kitap alıntıları sizlerle…

Ortaçağda Entelektüeller Kitap Alıntıları

Tıpkı aklın aydınlatamadığı hitabetin cüretkar ve kör olması gibi, tıpkı kelimeleri kullanmasını bilmeyen bilimin zayıf ve kof olması gibi; insanlar da yetenekleri arasında yer alan hitabetten yoksun kalırsa, hayvana dönerler.
Muhterem Pierre, Müslümanları askeri alanda değil de entelektüel alanda yenmek gerektiği düşüncesini ortaya atan ilk kişi olmuştur
Zamanın kızı olan hakikat, aynı zamanda coğrafi mekanın da çocuğudur.
Başlangıçta kentler vardı. Ortaçağ entelektüeli -Batı’da- onlarla birlikte doğmuştur. Onların ticaret ve endüstri-daha mütevazı bir şekilde zanaat diyelim- işlevine bağlı atılımla birlikte, entelektüel de işbölümünün kendini dayattığı bu kentlere yerleşen meslek erbabından biri olarak ortaya çıkmıştır.
Entelektüel kelimesi, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş kimseleri belirtmektedir.
Entelektüel kelimesi, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş kimseleri belirtmektedir.
Ve son olarak, ortaçağ kendine atfedilen olumsuz değerlerin hiçbirini başka herhangi bir çağdan daha derin ve yoğun yaşamamıştır. Ortaçağ savaşlarını, kitle imha silahlarının büyük bir rahatlıkla kullanıldığı modern, çağdaş savaşlara nazaran daha gaddar bulmak nasıl mümkün olur? Napalm ile kargı arasında yalnızca teknik bir düzey fark mı görmek gerekir, yoksa zihinsel bir iklim farklılığı mı? Ortaçağda hiçbir savaşçı kendi hayatını tehlikeye atmadan hasmını yok etme olanağına sahip değildi, bugün buna sportmenlik diyoruz. Çünkü bu bir zihinsel yapıyı belirlemektedir. Hiçbir ortaçağ savaşçısının aklına, rakibini kendini tehlikeye atmadan öldürmek gelmezdi, gelse bile bunu hemen uzaklaştırırdı, çünkü bu ahlaki değildi ve bilindiği, iyice bilindiği üzere her toplum belli bir ahlak üzerinde temellenir. Ortaçağın ahlakı ise şövalye ahlakıydı ve hiçbir şövalye kendini, hayatını kurtarma gibi küçük bir çıkar uğruna küçültemezdi. Oysa Hiroşima veya Nagazaki’de 300.000 kişiyi bir kerede öldüren savaşçı, Halepçe’ye kimyasal bombalar atan kahraman herhangi bir riske girmemişti. Ortaçağın din savaşları da ne antikitenin (Hristiyanları aslanlara parçalatan Romalılar) ne de modern çağın (Yahudi katliamı) din savaşlarından hiç de daha gaddar olmamıştır. Bu konuyu sonsuza kadar uzatabilirim, fakat tek bir noktayı vurgulayarak konuyu uzatmamayı tercih ediyorum: Yargılayan yargılanandan daha temiz olmalıdır.
Cluny’nin meşhur başrahibi Pierre tarafından, Kuran çevirisi için oluşturulan ekip Cluny tarikatının reconquista’nın ilerleme süreci içinde ortaya çıkan manastırlarını denetlemek üzere İspanya’da bir teftiş gezisine çıkan Pierre, Müslümanları askeri alanda değil de entelektüel alanda yenmek gerektiği düşüncesini ortaya atan ilk kişi olmuştur: Onların öğretilerini çürütmek için, bu öğretiyi bilmek gerekir.
Entelektüel kelimesi, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş kimseleri belirtmektedir.
”sarayların debdebesinden ve kentlerin karışıklığından kaçarak, kırda oturacaksın, yalnızlığı seveceksin ” demektedir Jean de Montreuil.
Zamanın kızı olan hakikat, aynı zamanda coğrafi mekanın da çocuğudur. Kentler, malları olduğu gibi fikirleri de yüklenmiş insanların dolaşımlarının kavşak noktaları, mübadele yerleri, entelektüel alışverişin pazarları ve buluşma yerleridir.
Guillaume de Conches: ”Doğanın güçlerinin cahili olduklarından bizim de cehaletlerine bağlanmamızı istiyorlar, araştırma hakkımızın olduğunu reddediyorlar ve bizi kaba köylüler gibi akla dayalı olmayan bir inanç içinde kalmaya mahkum ediyorlar. ”
”bu dünyaya girdiğimiz andan itibaren, orada yaşadığımız sürece ve oradan çıkarken yaralıyız; ayak tabanımızdan başımıza kadar sağlıklı hiçbir şeyimiz yok. ”
İlk devrim gerçekleştirilmiştir: Kitap artık lüks bir eşya değildir, bir alet olmuştur. Bu, matbaanın icadını beklerken, bir yeniden doğuştan çok, bir doğuştur.
Entelektüellerin bu konudaki muhalefeti mutlaktır. Onlara göre insan ancak emeği sayesinde geçinebilir.
Gilbert de Tournai, Eğer zaten bulunmuş olanla yetinirsek, gerçeği asla bulamayız Bizden önce yazanlar bizim efendilerimiz değil, rehberlerimizdir. Gerçek herkese açıktır, tamamına henüz kimse sahip olamadı. demektedir. Her şey söylendi ve biz dünyaya çok geç geldik” hüzünlü sözünün karşıtı olan, entelektüel iyimserliğin hayranlık verici atılımı.
Öğrenme açlığı o kadar yaygınlaşacaktır ki yüzyılın en ünlü basitleştiricisi olan Autunlü denilen Honorius, bu durumu çarpıcı bir formülle özetleyecektir: İnsanın sürgünü cehalet, vatanı bilimdir.
”tanrı buradadır ve ben bunu bilmiyordum. ve şairin şu sözü aklıma geldi: burasını mekan tutan için ne mutlu sürgün. ”
Başta Türkiye olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde, cehalet ve kolaycılıktan beslenen demagoji, bilimsel düşünceyi kovmaktadır. Başka bir ifadeyle, doğruyu kendi terimleriyle ifade eden ve bunun üzerine kapanarak her tür dış müdahaleyi reddeden ve bu durumda kendi terimleri içinde yanlışlanması mümkün olmayan “ kapalı ideoloji”, yanlışlanması dışsal olarak mümkün olan “açık ideoloji”yi, yani bilimsel düşünceyi devre dışı bırakmaktadır.
İnsanların çoğu basmakalıp, içeriği olgularla örtüşmeyen, tekrarlandığı için doğru sayılan sözleri ikide bir ileri sürmeyi düşünmek
sanıyor.
Batı ile Islamiyet arasında buluşma her şeyden önce askeri bir cephe silahlı çatışma alanıdır. Haçlı seferlerinin cephesidir.Fikirler ve kitaplar değil de kılıç darbeleri mübadele edimektedir..
Feodallerle birlikte uluyan kilise,tüccarlarla birlikte havlamaktadır.
Papa aslan her şeyi yutmakta, piskopos-dana obur bir çoban otu kuzularından önce yolmakta;onun başdiyakozu avı ortaya çıkartan bir vaşak olmaktadır; dekanı ise bir av köpeği olup diğer kilise görevlileriyle,yani piskoposun avcılarıyla birlikte tuzak kurarak avlanmaktadır. Goliardcı edebiyata göre “oyunun kuralı” böyledir.
Hümanist, derinlemesine bir şekilde anti-entelektüalisttir. Bilimsel olmaktan çok edebi, akılcı olmaktan çok imancıdır. Diyalektik-skolastik çiftinin karşısına, onun yerine geçmek üzere dilbilim-hitabet çiftini çıkarmaktadır. Dili ve üslubu yüzünden filozof olarak Büyük Albert’in gözünden düşmüş olan Platon, hümanistin ortaya çıkışıyla birlikte, yeniden itibar bulmuş ve şair olduğu için en yüce filozof olarak kabul edilmiştir.
Gilbert de Tournai, Eğer zaten bulunmuş olanla yetinirsek, gerçeği asla bulamayız Bizden önce yazanlar bizim efendilerimiz değil, rehberlerimizdir. Gerçek herkese açıktır, tamamına henüz kimse sahip olamadı. demektedir. Her şey söylendi ve biz dünyaya çok geç geldik” hüzünlü sözünün karşıtı olan, entelektüel iyimserliğin hayranlık verici atılımı.
Entelektüel mesleğin gelişmesi, elkitapları dönemini başlatmıştır – ele gelir ve elden düşmeyen kitap. Bu da yazılı kültürün dolaşım ve yazılma hızındaki artışın parlak bir kanıtıdır. İlk devrim gerçekleştirilmiştir: Kitap artık lüks bir eşya değildir, bir alet olmuştur. Bu, matbaanın icadını beklerken, bir yeniden doğuştan çok, bir doğuştur.
Bu Chartres rasyonalizminin temeli Doğa nın kadir-i mutlaklığına ilişkin inançtır. Chartres’lılara göre Doğa öncelikle dölleyici, sürekli olarak yaratıcı, tükenmez kaynakları olan bir mater generationis’tir. 12. yüzyılın, yani atılım ve genişleme yüzyılının doğacı iyimserliğinin tabanı böyle oluşur.
Chartres zihniyetini işte bu yönelim belirlemektedir. Bu merak, gözlem, araştırma zihniyeti, Yunan-Arap biliminden beslenmiştir ve ışıklarını yakında saçacaktır. Öğrenme açlığı o kadar yaygınlaşacaktır ki yüzyılın en ünlü basitleştiricisi olan ve Autun’lü” denilen Honorius, bu durumu çarpıcı bir formülle özetleyecektir: İnsanın sürgünü cehalet, vatanı bilimdir.
Entelektüel kelimesi, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş kimseleri belirtmektedir. Düşünme eyleminin kişiselliği ile bunun eğitim yoluyla yayılmasının bu birlikteliği, entelektüeli belirlemekteydi.
Bugün burun kıvrılan derleme ve intihal, ortaçağda yalnızca fikir yaymanın değil, fikir icat etmenin de yolu olan temel bir entelektüel faaliyetti.
Hıristiyan Kilisesi, Kilise üst makamlarına giden yolu ilke olarak herkese açmıştı. Gerçekte ise, piskoposluk, başrahiplik görevleri ile Kilise üst düzey mevkilerinin çok büyük bir bölümü aristokrasinin değilse bile, soylu sınıfın üyelerine tahsis ediliyordu. Öğrenci ve hocaların en büyük bölümü kuşkusuz genç soylular ve çok geçmeden genç burjuvalar arasından çıkıyordu, ama yine de üniversite sistemi belli sayıda köy çocuğuna da gerçek bir toplumsal yükselme olanağı sağlamıştır.
Düşünmek, yasaları özenle saptanmış bir meslektir.
Sanat bir şey yapmanın zekice tekniğidir.
Yargılayan yargılanandan daha temiz olmalıdır
( ) skolastiğin kapsamını ve çehresini açığa çıkarmaya çalışalım. Peder Chenu’nün şu sözü bize rehberlik edecektir:
Düşünmek, yasaları özenle saptanmış bir meslektir.
Hukukçular genelde zengin bir sınıfa mensup olduğundan hukuk el yazmaları çoğunlukla hala lüks kalsa da, buna karşılık, çoğunlukla fakir olan filozofların ve ilahiyatçıların kitapları ancak istisnai olarak minyatür içermektedir.
Nüsha çoğaltanlar, mütevazi bir okuyucunun kitabı bu haliyle alabilmesi ve daha zengin bir müşterinin de buralara süsleme yaptırabilmesi için, çoğu zaman süslü baş harflerin ve minyatürlerin yerlerini boş bırakmaktadırlar.
Gotik küçük harfler, daha çabuk yazılabildiklerinden, eski harflerin yerine geçmektedir. Bu harfler üniversitesine göre değişmektedir.
( ) Bu da teknik bir gelişmeye denk düşmektedir: Sazdan kalemin terk edilerek, çalışırken daha büyük bir kolaylık ve hız sağlayan kuş, daha da genel olarak kaz tüyünün benimsenmesi.
Böylece geleceğin entelektüeli, o dönemin hiciv edebiyatındaki köylü, kaba saba adam imgelerine fazlasıyla benzeyen eski konumunu terk etmektedir. Hayvanlıktan insanlığa, köylülükten kentliliğe geçişi belirleyen bu törenler, ilkel temeli kaybolmuş ve içeriği boşalmış olmakla birlikte entelektüelin kırsal dünyadan, tarım uygarlığından, vahşi topraklardan kopartılarak alındığını hatırlatmaktadır.
Acemi çaylak, toy oğlanı ve bizim metinlerin sarı gaga diye adlandırdığı yeni öğrenciyi üniversiteye varışında karşılayan ve tüzükler tarafından resmileştirilmemiş kabul ayinlerini de buraya ekleyelim.
( ) Yeni öğrencinin kabulü bir arınma töreni olarak tasvir edilmiştir, bu törenin amacı yeniyetmeyi köylülüğünden, hatta ilkel hayvanlığından kurtarmaktır.
Bologna’lı yeni doktora sahibi, derecesini iki aşamada elde etmekteydi: Asıl sınav ve kamu sınavı; bu ikincisi daha çok bir unvan verme töreni niteliğindeydi.
( ) Başdiyakoz bundan sonra ona resmen öğretim yapabilme belgesini vermekte ve ona görevinin alametlerini teslim etmekteydi: Bir kürsü, açık bir kitap, altın bir yüzük, bir külah veya bere.
Üniversitelerdeki temel eğitimin – sanatlar eğitimi – kabaca 6 yıl sürdüğü ve buraya 14-20 yaşları arasında devam edildiği söylenebilir.
( ) Eğitimin iki aşaması bulunmaktaydı: Yaklaşık iki yıl sonunda ulaşılan bakalorya ve eğitimin sonunda alınan doktora. Tıp ve hukuk bundan sonra, 20-25 yaşları arasında öğrenilmekteydi.
Robert of Courçon yasaları 8 yıllık bir eğitim ile doktora derecesini elde edebilmek için en az 35 yaş hükmünü getirmektedir.
Ortaçağ Üniversiteleri yalnızca yükseköğretim kurumları değidir. Bizim ilk ve ortaöğretimimiz de orada kısmen verilmekte veya onun tarafından denetlenmekteydi.
12.yüzyılın kent entelektüeli kendini tıpkı diğer kentliler gibi, bir zanaatkâr, bir meslek erbabı olarak hissetmektedir. Onun işi, düşünce sanatlarının incelenmesi ve öğretilmesidir.
Öğrenme açlığı o kadar yaygınlaşacaktır ki yüzyılın en ünlü basitleştiricisi olan ve Autun’lü denilen Honorius, bu durumu çarpıcı bir formülle özetleyecektir: İnsanın sürgünü cehalet, vatanı bilimdir.
Hiçbir sabit mekanları, gelirleri, hiçbir mülkleri olmayan bu fakir öğrenciler böylece, hoşlarına giden hocayı izleyerek, ün kazanan hocanın yanına giderek entelektüel maceraya atılmakta, verilen eğitimin peşinde kentten kente dolaşmaktadırlar.
( ) Kuşkusuz öğrenimi savaşa tercih etmişlerdir.
( ) çünkü Alman Evrard’ın dediği gibi, Paris zenginler için bir cennetse de, fakirler için ava susamış bir bataklıktır.
Erken ortaçağ herkesi yerine, görevine, loncasına, kurumuna, toplumsal sınıfına bağlamaya çalışmıştı. Goliardlar ise kaçaklardır. Hiçbir maddi olanağı olmayan bu kaçaklar, kent okullarında sadakalar sayesinde yaşayan, zengin sınıf arkadaşlarının uşağı olan, dilencilik yaparak geçinen fakir öğrenci grubunu oluşturmaktadırlar.
( )Cluny’nin meşhur başrahibi Muhterem Pierre tarafından, Kuran çevirisi için oluşturulan ekip:
Muhterem Pierre, Müslümanları askeri alanda değil de entelektüel alanda yenmek gerektiği düşüncesini ortaya atan ilk kişi olmuştur.
Pierre de Blois, Cehalet karanlığından bilimin ışığına ancak, Eskilerin eserleri her seferinde daha canlı bir aşkla yeniden okunursa geçilebilir. diye haykırmaktaydı. Köpekler havlasın, domuzlar homurdansın! Bu neden ötürü Eskilere daha az bağlanacak değilim. Bütünüm özenim onlar için olacaktır ve şafak her sabah beni onları incelerken bulacaktır.
Fransız cumhuriyetçi tarih ders kitapları, aslında okuma yazması olmayan bir Charlemagne’ı okul gençliğinin koruyucusu ve Jules Ferry’nin öncüsü olarak popüleştirirlerken iyice yanılmışlardır.
Tanrısal inayete ilişkin hayata ait olmayan her şey, Kilise’nin hayatını maddileştiren her şey dünyaya ilişkindir ve devlete aittir. Ahlaki yasanın bu dünyadaki uygulamasına ilişkin her şey kilisenin dışına çıkar ve devlete düşer.
bilime sahip olmak fakiri tozların içerisinden çıkartır, soylu olmayanı soylu kılar ve ona parlak bir ün sağlar ve soyluya da bir seçkinler grubuna dahil olarak, soylu olmayanı aşma olanağı verir.

Mino de Colle

Bilimin siyaset aracılığıyla amacına erdirildiği doğruysa da bilimadamının sonunda siyasetçi olması pek iyi değildir.
Zamanın kızı olan hakikat, aynı zamanda coğrafi mekanın da çocuğudur. Kentler, malları olduğu gibi fikirleri de yüklenmiş insanların dolaşımlarının kavşak noktaları, mübadele yerleri, entelektüel alışverişin pazarları ve buluşma yerleridir.
Toplumsal hayatın pozitivist kavranışı, kurulu düzenin tanrısal hukukuna götürmektedir. “Eğer dünyevi otoriteye direnirseniz, bu otoriteyi ellerinde tutanlar ihanet içinde veya yozlaşmış olsalar bile ebedi Lânete uğrarsınız ” Kadir-i mutlak devlet, bütünlüğünü güçlü bir şekilde ilân etmiş olan toplumsal hayat üzerindeki bütün hakları talep etmektedir, devlet yasama, yürütme ve yargı güçlerine sahiptir. Devlet evrenseldir: Belli bir toprak parçası üzerinde, hiçbir uyruk hükümdarın otoritesinin dışında kalamaz. Sonuçta, laik devlet kiliseyi ruhani alana göndermekle yetinmemekte, kendi için bir ruhani görev, bu alanda da egemenlik istemektedir. Ruhani ile dünyevi arasında gerçek tüm ayrımları kesin olarak geçersiz kılmaktadır: “Ruhani hükü leri, bunlar bizzat Tanrı’n emirleri veya izinleri olduğundan, yaratmak veya durdurmak kuşkusuz insan kanun koyucuya ait bir iş değildir, fakat laik veya ruhban, kilise görevlisi veya dünyevi bütün insanlar tarafından yapılan meşru veya gayrimeşru eylemleri veya onların yapm aktan kaçındıkları işleri bilmek insan kanım koyucuya ve yargıca aittir, ancak bunların kesinlikle ruhani işler olmamaları koşuluyla ” Sanki Luther konuşuyor: “Tanrısal inayete ilişkin hayata ait olmayan her şey, Kilisenin hayatını maddileştiren her şey dünyaya ilişkindir ve devlete aittir. Ahlâki yasanın bu dünyadaki uygulam asına ilişkin her şey kiliseden kaçar ve devlete düşer. ”
Biz devlerin omuzlarına tünemiş cüceleriz. Böylece onlardan daha çok şeyi ve daha uzakları görüyoruz; bunun nedeni gözümüzün daha keskin olması veya daha uzun boylu olmamız değil, onların bizi havaya kaldırmaları ve dev gibi boylarıyla yükseklere taşımalarıdır. – Bernard de Chartres

Kültürün ilerlediği duygusu; işte ünlü imge bunu ifade etmektedir. Kısacası tarihin ilerlediği duygusu.

Aziz Gregorius tarafından yeniden ele alınan ve insanı yaradılışın bir kazası, bir ersatz, deliği kapatan bir tıpa olarak
kabul eden, isyanlarından sonra yenik düşen meleklerin yerine yenilerini koymak için Tanrı’nın başvurduğu bir yol olarak gören geleneksel tezin karşısına, Aziz Anselme’in eserini geliştiren Chartes, insanın Yaratıcı’nın planında her zaman öngörüldüğü ve hatta dünyanın onun için yapıldığı fikrini çıkartmaktadır.
Öğrenme açlığı o kadar yaygınlaşacaktır ki yüzyılın en ünlü basitleştiricisi olan Autunlü denilen Honorius, bu durumu çarpıcı bir formülle özetleyecektir: İnsanın sürgünü cehalet, vatanı bilimdir.
Batı Hıristiyanları, İslam egemenliği -Mürsiye melikleri- altında yaşamış olan İspanyol Hıristiyanlarından, Yahudilerden, hatta Müslümanlardan bile yardım almaktadırlar. Böylece tüm uzmanlıklar bir araya getirilmiş olmaktadır. Bu ekiplerden biri ünlüdür: Bu takım, Cluny’nin meşhur başrahibi Saygın Pierre tarafından, Kuran çevirisi için oluşturulmuştur. Cluny tarikatının reconquista ’nın ilerleme süreci içinde ortaya çıkan manastırlarını denetlemek üzere İspanya’da bir teftiş turnesine çıkan Saygın Pierre, Müslümanları askeri alanda değil de entelektüel alanda yenmek gerektiği düşüncesini ortaya atan ilk kişi olmuştur: Onların öğretilerini çürütmek için, bu öğretiyi tanımak gerekir
-bize çok doğal bir gerçek gibi gözüken bu düşünce, Haçlı seferleri çağında cüretkârlıktır-.
“Muhammedçi hataya istenildiği kadar utanılacak sapkınlık
veya iğrenç puta taparlık adı verilsin, ona karşı eyleme geçmek, yani yazmak gerekir. Fakat Latinler ve özellikle de Modernler, antik kültürün yok olduğu şu sıralarda, eskiden çok dil bilen havarilere hayran olan Yahudilerin sözüne uygun olarak, doğdukları ulkeninkinden başka dil bilmemektedirler. Bugün bu hatanın ne büyüklüğü anlaşılabiliyor ne de yolu tıkanabiliyor. Bu yüzden kalbimi alevler sardı ve bu ateş beni derin düşüncelerim sırasında yaktı. Latinlerin bu doğru yoldan ayrılm alarının nedenini bilmemelerine ve buna direnm e çareleri konusundaki cehaletlerine öfkelendim ; çünkü kimse cevap vermiyordu, çünkü kimse bilmiyordu. Bunun üzerine, bu zehrin dünyanın yaŕısından fazlasını ağulamasına yol açan Arap dili konusunda uzmanlar aradım . Onları dua ve para sayesinde, bu zavallının tarihi ve doktrini ile Kuran denilen yasasını Arapça ’dan Latince ’ye çevirmeye ikna ettim. Ve çevirinin aslına uygunluğunun tam olması ve hiçbir hatanın tam anlamamızı engellememesi için, Hıristiyan çevirmenlerin yanına bir de
Müslüman kattım . İşte Hıristiyanların adları: Kettenli Robert,Dalmaçyalı Hermamı, Toledolu Pedro; Müslümanın adı Muhammed idi. Bu takım, bu barbar halkın kütüphanelerini dibine kadar araştırdıktan sonra, onların Latin okuyucular için yayınladıkları
kalın bir kilap buldu. Bu çalışma Ispanya’ya gittiğim ve orada İspanyaların muzaffer imparatoru seııyör Alfonso ’yla görüştüğüm yılda, yani Efendimizin (İsa) 1142 yılında yapıldı. ”
Zamanın kızı olan hakikat, aynı zamanda coğrafi mekânın da çocuğudur.
İçlerinde birer barbar uyuklayan bu hıristiyanlar için bilim bir
hazinedir. Onu özenle saklamak gerekmektedir. Kapalı ekonominin yanında, kapalı kültür. Karolenj Rönesansı tohum atmak yerine, elindekileri sıkı sıkı saklamayı tercih etmiştir. Acaba burada
cimri bir Rönesans mı söz konusudur?
Daha da iyisi, bu kitaplar okunmak için üretilmemekteydiler. Bunlar kiliselerin ve zengin özel kişilerin hâzinelerini büyütmeye yöneliktiler. Manevi olmaktan çok, ekonomik bir maldılar. Bunlardan bazılarının yazarları, eskilerin veya kilise babalarının cümlelerinden alıntılar yaparak, eserlerinin manevi değerini artırdıklarını iddia etmekteydiler. Ve onların sözüne inanılmaktaydı. Ama bu da onların fiyatına eklenmekteydi. Charlemagne güzel elyazmalarından bazılarını sadaka dağıtmak için satmıştır. Kitaplar değerli sofra takımlarından daha farklı bir nitelikte görülmemektedirler.
Monarşinin ve kilisenin yönetimi için eleman yetiştirme dışında Karolenj dönemi entelektüel hareketi; bir düşünce yayma gayreti içinde olmadığı gibi ne araçları ne de zihniyeti itibarıyla çıkar
gözeten bir tavır sergilemiştir.
Ortaçağ, fosilleşmiş skolastiklerle alay
ettiyse de onlara karşı o kadar da adaletsiz olmamıştır.
“Bilimin siyaset aracılığıyla amacına erdirildiği doğruysa da, bilimadamının sonunda siyasetçi olması pek iyi değildir.”
“Her şey söylendi ve biz dünyaya çok geç geldik.”
“Çünkü güzel yazı, çirkin yazıdan daha büyük ölçüde, kitap talebinin düşük olduğu bir cehalet döneminin işaretidir.”
Eusebius – Sokrates’in söyledikleri ancak tarlalarda yalnız dolaşırsan geçerlidir. Üstelik doğa bana göre dilsiz değildir, her yanıyla konuşan ve seyredene, dikkat edene ve yumuşak başlı olana çok şey öğretir.
Bu kadar arzulanan bilime sahip olmak diğer herhangi bir servetten daha önemlidir; bilime sahip olmak fakiri tozların içinden çıkartır, soylu olmayanı soylu kılar ve ona parlak bir ün sağlar ve soyluya da bir seçkinler grubuna dahil olarak, soylu olmayanı aşma olanağı verir.
uzun süreli bir tabiyetin sonucu olarak, çoğu kimse âdetlerinden vazgeçmektense hayatından vazgeçmeyi tercih etmektedir
Hiçbir iddiası olmayan kişi, eğer günü gününe geçinecek şeylere sahipse, kazancıyla yetinir ve hiçbir eksiğini düşünmez Tam ortanın adı yeterliktir: Erdem bolluğu burada yatar.
Eğer zaten bulunmuş olanla yetinirsek, gerçeği asla bulamayız Bizden önce yazanlar bizim efendilerimiz değil, rehberlerimizdir. Gerçek herkese açıktır, tamamına henüz kimse sahip olamadı.
Düşünmek, yasaları özenle saptanmış bir meslektir.
İlk devrim gerçekleştirilmiştir: Kitap artık lüks bir eşya değildir, bir alet olmuştur. Bu, matbaanın icadını beklerken, bir yeniden doğuştan çok, bir doğuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir