İçeriğe geç

On İki Gezici Öykü Kitap Alıntıları – Gabriel Garcia Marquez

Gabriel Garcia Marquez kitaplarından On İki Gezici Öykü kitap alıntıları sizlerle…

On İki Gezici Öykü Kitap Alıntıları

“Artık kaç gündür burada olduğumu bilmiyorum, ya da kaç ay, kaç yıl olduğunu; ama her birinin bir öncekinden beter olduğunu biliyorum,” dedi sonra da bütün içtenliğiyle göğüs geçerdi: “Öyle sanıyorum ki bir daha asla eskisi gibi olamayacağım.”
Zamanın, yalnızca kendi hayatında değil, dünyada da böylesine yıkıma neden olabileceğine inanmak zor geliyordu ona.
O anda hayıflandığı tek şey, bütün bir geceyi aşksız boşa harcamış olmalarıydı. Kocası hemen karşılık verdi.
Ben de şimdi karda yatmak müthiş bir şey olsa gerek diye düşünüyordum,” dedi. “İstersen, hemen burada ”
( )
“Paris’e kadar beklemek daha iyi olacak,” dedi Nena Daconte. “Evli insanlara yakışır biçimde temiz çarşaflı, sıcacık bir yatakta.”
“İlk kez beni reddediyorsun,” dedi kocası.
“Tabii,” dedi o da. “İlk kez evliyiz.”
Dünyada buradan daha güzel bir ülke olamaz, diyordu, “ama bedava bir bardak su verecek kimseyi bulana kadar insan susuzluktan ölebilir.”
Toto, yalnızca bir düğmeye basmakla ışığın nasıl yandığını sormuştu bana, ben de iki kez düşünecek cesareti bulamamıştım kendimde.
“Işık, su gibidir,” diye yanıt vermiştim, “insan musluğu açar, oda akar.”
Öğleden sonra saat ikiden biraz önce, üzerindeki tövbekâr kılığıyİa terden boğulacak hallerde, dehşet ve üzüntü içinde umutsuzca tespih çeker ve gözyaşlarını zorlukla bastırırken, onu yine gemi süvarisi buldu orada.
“Duayı sürdürmenizde bir yarar yok,” dedi süvari, ilk başta gösterdiği nezaketi bir yana bırakarak. Ağustos’ta Tanrı bile tatile çıkar.
İspanya Meydanı’ndaki plastiğe boğulmuş kahvelerde kimse ne şarkı söylüyor, ne de aşkından ölüyordu. Yani bizim özlemlerimizdeki Roma, Sezar’ların antik Roması’nın içinde başka bir Antik Roma’ydı artık.
Ilık bir çorba gibi anlamsız incecik bir yağmur hiç durmamacasına yağıyordu; bir zamanların pırıl pırıl ışığı bulanıklaşmış, eskiden benim olan ve özlemlerimi besleyen yerler değişip yabancılaşmıştı.
O kadar çok bekledim ki, artık geriye fazla bir şey kalmış olamaz.
Gördüğü her şeyin iç mekanizmasına çocukça bir ilgi göstererek insanların arasında sakat bir fil gibi dolaşıyordu, çünkü onun için dünya, hayatın insanın aklına estiği gibi sürdürülmesine yarayan, kurgulu kocaman bir oyuncağa benziyordu.
Uyuduğunu bilmek senin, kuşkusuz insanın kendini bırakacağı sadık bir nehir yatağı gibi soylu, elim kolum bağlıyken öylesine yakınımda, diye düşündüm, Gerardo Diego’nun ustaca sonesini şampanyanın üzerindeki köpüklere bakıp tekrarlayarak.
Aşk, devam ettiği sürece sonsuzdur.
Yemek bitince ışıkları söndürdüler, hiç kimse için olmayan bir film koydular ve biz ikimiz dünyanın yarı karanlığında baş başa kaldık. Yüzyılın en büyük fırtınası geçmişti, Atlantik’te gece uçsuz bucaksız ve berraktı, uçak yıldızların arasında hareketsiz gibi görünüyordu. O zaman onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu.
Görevli kız, dalgınlığımdan ötürü azarlayarak beni bulutlardan aşağı indirdi. Özür dilercesine, ilk görüşte âşık olmaya inanıp inanmadığını sordum ona. Elbette, dedi. İmkânsız olan ötekileridir.
Her zaman derim ya, insan resimlerde, gerçek hayatta olduğundan çok daha çabuk yaşlanıyor.
Gerçek anılar, belleğin hayaletleri gibi görünüyorlardı bana, sahte olanlar ise gerçekleri bozacak kadar inandırıcıydılar.
Törenin sonunda herkes gitmeye başlarken ben de onlarla birlikte gitmeye yeltendim, ama içlerinden biri, kesin bir ciddiyetle benim için eğlencenin artık sona erdiğini anlattı. Bir yere gidemeyecek olan tek kişi sensin, dedi bana. Ölümün, bir daha asla dostlarla birlikte olamamak demek olduğunu ancak o zaman anlayabildim.
Öğle yemeğinden sonra Roma, ağustos sıcağının uyuşukluğuna gömülürdü. Öğle güneşi, gökyüzünün ortasında hareketsiz kalır, saat ikideki sessizliğin içinde Roma’nın doğal sesi olan su mırıltısı duyulurdu yalnızca. Ama saat akşamın yedisine doğru kımıldamaya başlayan serin havanın içeri girmesi için birdenbire pencereler açılır; neşeli bir kalabalık, motosiklet patırtıları, karpuz satıcılarının bağrışmaları ve çiçekli teraslardaki aşk şarkıları arasında hayatı yaşamaktan başka bir amacı olmadan sokaklara dökülürdü.
Ammazza! diye bağırdı bunun üzerine hoca, bütün mahallede duyulması gereken bir kükremeyle. Stalincilerde beni en kahreden şey bu işte: gerçeğe inanmamaları.
Mon amour tiens bien la barre, le temps va passer par là, et le temps est un barbare dans le genre d’Attila, par là oú son cheval passe l’amour ne repousse pas.*

Sevgilim sıkı tutun, zaman şuradan akıp geçecek, zaman Attila gibi bir barbar, atının geçtiği yerde aşk yeşermiyor.

Dünyanın devrilmeyi en fazla hak etmiş başkanı o, dedi Lázara. Müthiş bir oruspu çocuğu.
Bir başkan söz konusu olduğunda, en büyük rezaletler aynı anda iki türlü birden olur: doğru ve yalan.
Ama bir daha hiçbir mektubu açmadım, dedi. En acil olanın bile bir hafta sonra az acil olduğunu ve aradan iki ay geçtikten sonra yazanların bile onları hatırlamadığını keşfettiğimden beri, hiçbirini.
İnsan resimlerde, gerçek hayatta olduğundan çok daha çabuk yaşlanıyor.
Başkan, yerinden kalktı, çiçekçi kadından satın alacağı yerde, parktaki tarhlardan birinden bir margörit koparıp yakasına taktı. Kadın onu görmüştü.
“O çiçekler Tanrı’nın değil, beyefendi,” dedi sinirlenerek. “Belediyenin.”
Kim olduğunu anımsayamadığım biri, avutucu bir cümleyle ne de güzel söylemişti. İyi bir yazar, yayımladıklarından çok, yırtıp attıklarıyla değerlendirilir.
Aşk, devam ettiği sürece sonsuzdur.
Yalnızca şiir,geleceği görebilir.
Yalnızca şiir, geleceği görebilir.
Gerçek anlar belleğin hayaletleri gibi görünüyorlardı bana, sahte olanlar ise gerçekleri bozacak kadar inandırıcıydılar.
Ölümün, bir daha asla dostlarla birlikte olamamak demek olduğunu ancak o zaman anlatabildim.
.
Ruhunun yaranın içinden geçtiğini gerçekten hissetti.

Ama ölüm yanılmaz.
Ölmemek için acısını yüreğini gömdü ve Maria’yı unutmaya karar verdi.
Kıskançlığın verdiği acımasız inanç, bunların kime ait olduğunu açıkça göstermişti ona.
Onun için dünya, hayatın insanın aklına estiği gibi sürdürülmesine yarayan, kurgulu kocaman bir oyuncağa benziyordu.
Lazara Davis, zeki ve huysuz bir kadındı ama içi yumuşacıktı.
Karısı Lazara Davis, daha gerçekçiydi. Dinlendirilmiş karamela renginde ufak tefek, sağlam yapılı vücudu, haline tavrına pek iyi giden öfke dolu gözleriyle San Juan de Puerto Ricolu zeki bir melezdi.
Başkan, yerinden kalktı, çiçekçi kadından satın alacağı yerde, parktaki tarhlardan birinden bir margörit koparıp yakasına taktı. Kadın onu görmüştü.
O çiçekler Tanrı’nın değil, beyefendi, dedi sinirlenerek. Belediyenin
Doğada güzel bir kadından daha güzel bir şey olamayacağını düşünmüşümdür hep.
Dünyanın dertlerinin altında ezilmiş, kendi kendisiyle bile ne yapacağını hala bilemez haldeydi.
İYİ YOLCULUKLAR SAYIN BAŞKAN
Tenha parktaki sarı yaprakların altında bir banka oturmuş, iki eliyle bastonunun gümüş sapına dayanıp, tüyleri tozlanmış kuğuları seyrederken, ölümü düşünüyordu.
“Korkmaktan korkuyorum da.”
Öyle sanıyorum ki bir daha asla eskisi gibi olamayacağım.
Yıllar boyu gizli kalan davranışlar vardır, günün birinde patlak verirler.
“Neredeyiz?”
“Cehennemin en dibinde.”
“Aşk, devam ettiği sürece sonsuzdur.”
Gözyaşlarından daha iyi bir deva olamaz.
İlk görüşte aşık olmaya inanıp inanmadığını sordum ona. “Elbette,” dedi. “İmkansız olan ötekilerdir.”
“O kadar çok bekledim ki, artık geriye fazla bir şey kalmış olamaz.”
Azizler, kendi zamanlarında yaşarlar.
Ne boktan hayat!
“Ameliyat olmasanız da olur ama saatin kaç olduğunu bilmeden yapamazsınız.”
En büyük rezaletler aynı anda iki türlü birden olur: doğru ve yalan.
“Bizim zavallı ülkemizin başına gelebilecek en kötü şey, benim başkan olmamdı.”
“Hayatımın en büyük zaferi, kendimi unutturabilmek olmuştur.”
“Sizi, tahmin edebileceğinizden çok daha fazla hatırlıyoruz.”
Günün birinde öleceğimi kesin olarak bilirsem, yeniden kahve içerim.
kitaplarımın hiçbirini pişman olma korkusuyla asla bir daha okumadım. Onları okuyacak olanlar, onlarla ne yapılacağını bilirler.
“İyi bir yazar, yayımladıklarından çok, yırtıp attıklarıyla değerlendirilir.”
Büyüdükleri zaman yazar olmak isteyen çocukların, bu yazı yazma illetinin ne doymak bilmez bir ömür törpüsü olduğunu şimdiden anlamaları için bile olsa anlatmaya değer, garip bir yaratıcılık deneyimi oldu bu.
Açık denizdeki ebedi aşklar, limanın görünmesiyle sona eriyordu.
Onun için dünya, hayatın insanın aklına estiği gibi sürdürülmesine yarayan, kurgulu kocaman bir oyuncağa benziyordu.
Hayatımın en büyük zaferi, kendimi unutturabilmek olmuştur.
Her zaman derim, insan resimlerde gerçek hayatta olduğundan çok daha çabuk yaşlanıyor.
Onun için dünya, hayatın insanın aklına estiği gibi sürdürülmesine yarayan,kurgulu kocaman bir oyuncağa benziyordu.
Onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu.
Görevliye ilk görüşte aşık olmaya inanıp inanmadığını sordum ona.
– Elbette dedi.İmkansız olan ötekilerdir.
Stanlicilerde beni en kahreden şey bu işte: gerçeğe inanmamaları.
Hayatımın en büyük zaferi, kendimi unutturabilmek olmuştur.Ondandır yanlızlığı sevmem.
İnsan resimlerde, gerçek hayatta olduğundan çok daha çabuk yaşlanıyor.
İyi bir yazar, yayımladıklarından çok, yırtıp attıklarıyla değerlendirilir.
*
Zamanın, yalnızca kendi hayatında değil, dünyada da böylesine yıkıma neden olabileceğine inanmak zor geliyordu ona.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir