İçeriğe geç

On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi Kitap Alıntıları – Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar kitaplarından On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi Kitap Alıntıları

Aşk bile ne kadar velveleli başlarsa başlasın, bu sistemde muayyen bir merhaleye erişir erişmez sadece fâni objesini değil, duyan benliği de beraberce ortadan kaldıran bir ayniyetle kendiliğinden değişiyordu.
Fert hür olarak doğar, dedik. Fakat cemiyet halinde yaşar. Cemiye
nizama muhtaçtır. Bu bir nevi uzuvlaşma mahiyetindeki nizamı devlet teşkil eder. O, hukuk-ı umumiyeyi kefâlet altına alan bir hâkimiyettir.
Belki de bütün mesele sünni akidenin, kendisini edebiyata ve sanata muhtaç addetmemesi keyfiyetinde toplanır.
Lisan öyle taş kovuğunda yetişen incir ağaçları gibi kendi kendine kemâl bulmaz.

Namık Kemal

O (Namık Kemal), yaşadığı cemiyete kendi meseleleriyle meşgul olmayı öğretmişti.
İnsan, kendisini mesul bildiği nisbette insandır.
Akıl öyle bir silahtır ki, ne hayatın sırrını anlayabilir, ne de insan talihini olduğu gibi kabul edebilir.
İngiliz, Rus ve Fransız romanının asıl büyük vasıfları insanı yakalamalarıdır.
Halid Ziya’ya kadar, romancı muhayyilesiyle doğmuş tek muharririmiz yoktur. Hepsi roman veya hikâye yazmaya hevesli insanlardır.
Müslüman şarkta zaman yok, anlar vardır.

|Massignon

Yıkmış çadırları göç etmiş Leyla
Vardım ki boş kalmış yar otakları
Perîşandır senin vaktiyle hurrem bildiğin gönlüm
Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîran olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa
Taşlıcalı Yahya
Ne emel kaldı derûnumda ne sevdâ-yı mecâz
Gel ey hâme-i Nergisîü’ l-beyan
Gül-i nesrin iki gözüm kıl ıyân
Alaturka musikinin bile hoş görülmediği bir şehir içinde birdenbire ecnebi havaları çalarak geçit yapan askerî bandoya tesadüf edilmeye başlar.
Türkçede nesrin teşekküllü için insanın ve cemiyet müesseselerinin değişmesi, tahsil sisteminin Türkçeye dönmesi lazımdı. İşte Tanzimat bunu yaptı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yahya Kemal, nesir ve resim bulunsaydı kültürümüz başka şekil alırdı, der ki, çok yerinde bir mütalaadır.
Aşk eğer ilahî şekilde ezelden bahşedilmiş bir hidayet gibi tecelli etmezse, ya başlangıcı zikredilmeyen bir esirlik şeklinde görünür, yahut da avcının pek haberdar olamadığı bir av gibi başlardı. O zaman bir gönül avı hadisesi olurdu ki daha ziyade şehbâz-ı nigâh la yapılırdı. Her ne şekilde başlarsa başlasın bir nevi esirlik gibi devam ederdi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Orta Çağ hayallerinde hükümdar güneştir.
Ben edebiyat tarihi için yaşamadım. Onu herkes yazabilir. Fakat eser, o benim. Benden başkası yapamaz.
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz..
Edebiyat sadece hissin ve hayalin değil,aynı zamanda fikrin de mahsulüdür.
Şair bizim için, gurununun cezasını elbet çekeceksin dediği zaman şairdir, bunu bir kıyasla tamamladığı zaman sadece başladığı sözü gereği gibi bitiremeyen bir hüner adamıdır.
Nesillerin yapacağını tek başına yapan sanatkâr yoktur.
Zaten yeninin tecrübesi ancak bir iki neslin fedasıyla olabilirdi.
Halbuki biz ihtiraslarımıza esiriz.
zulmü önlemek de insanlığa hizmettir.
Sevgilinin bütün davranışları hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabii vergi gibi sevilmeyi kabul eder. İsterse iltifat ve lutfeder. Hatta hükümdar gibi insanları vardır. Yine onun gibi, isterse, bu lutfu ve ihsanı esirger. Hatta cevr eder, işkence eder, öldürür. Kıskanılır fakat kıskanmaz. Bir saray, bir yığın mâbeyinci, gözde veya gözde olmayan namzetlerle doludur. Sevgilinin etrafında da rakipler vardır. Âşık tıpkı bir sarayadamı gibi bu rakiplerle mücadele hâlindedir. Hulâsa saray nasıl mutlak ve keyfî irade, hatta kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür iradedir.
Sanki zorladığı bütün kapıları kendisine kapalı bulan insan, yavaş yavaş kendi içinde değişmenin imkanlarını aramaktadır.
Şair bizim için, gururunun cezasını elbet çekeceksin dediği zaman şairdir, bunu bir kıyasla tamamladığı zaman sadece başladığı sözü gereği gibi bitiremeyen bir hüner adamıdır.
Namık Kemal Sofya’da on altı yaşındayken evlenmiştir. Zaten onda her şey böyle erkendir. On dört yaşında iken bir defter dolusu şiiri bulunacaktır. Yirmi iki yaşında divan sahibidir. Yirmi beş yaşında devrin en meşhur imzası olarak tanınır.
Mesele şu idi: İmparatorluk, silahını yenilemekte o kadar geçikmişti ki, şimdi bu yeni silahı kazanabilmesi, ona intibak edebilmesi için, eskiyi en küçük zerresine kadar feda etmesi, atması lazımdı. Hâlbuki eski -yürüyen hayat karşısında son sözünü söylemesine rağmen- cemiyetin içinde, ruhlarda bütün unsurlarıyla çok derin surette hâkimdi. Bütün hayat onunla doluydu
O öldüğü zaman memlekette doğduğu ve yetiştiği senelerde mevcut olmayan iki şey vardı: Bir efkâr-ı umumiye ve bir edebiyat. Bunlardan birincisinde hissesi büyüktür; fakat ikincisi sadece onun himmetiyle olan bir şeydi. O, yaşadığı cemiyyete kendi meseleleriyle meşgul olmayı öğretmişti.
O eskilerin edebiyat anlayışına ve hayal sistemine hücum eder. Ona göre eski edebiyat insanla hayat arasında tam bir münasebet kuramamıştır. Ufku dardır; ancak onun bittiği yerde duygularımızın kâinatı ve hayatın türlü manzarası başlar.
Asıl Namık Kemal, Nef’î’nin şiirlerindeki yüksek perdeli eda ile bize hürriyetten, vatandan bahseden Namık Kemal’dir. Yahya Kemal’in dediği gibi hayatının bir devrinde çok erkek ve diri bir sesle konuştu ve bizi şark şiirinin kadınlaşmış edasından kurtardı.
İşte Kemal, keyfî idarenin gemi bu kadar azıya aldığı bir devirde, sonradan gazetenin 100. nüshası için yazdığı makalede vicdanlarda dolaşan bir fikr-i cemiyetin âyine-i in’itâf-ı olarak anlattığı gazetesini çıkarır.
Namık Kemal, bu 1872-1873 senelerinde kudretlerinin bütün ölçüsünü verdi. İcabında iki üç gazeteye birden en pervasız bir dille makale yazacak, tenkit edecek, tekliflerde bulunacak, milli hayatın her köşesini, devrinin en uyanık adamı ve uyananlar içinde en tesir edici şekilde konuşanı sıfatıyla teker teker adesesine alacaktır.
Ben doğduğum zaman sen öleceksin.
Işık, Şinasi’de esas hayallerdendir. O, akıldır, Allah’ın rahmeti, feyz-i lütfudur. Elverir ki bu aydınlığa layık olalım.
Efendi köhne yehudi akaidin satma
Nasıl bu tâze maârifle eskiler alayım!

İbrahim Şinasi Efendi

Bilsem nereye gider gülüşler
Yağsın nesi varsa kainatın,
Lâkin bu derin sükût dinsin!
Ruh dediğimiz nedir?
Aşk bir şakadır, yahut yanlışlıklar komedisidir.
Merhametsiz azıcık dinle beni!
Sonbaharın zevki hoştur
Tut elinden yârı koştur!
Venüs mü Zühre mi nedir
Onun misal-i halisin!
Düşünmeden geçemem yâr-i bî -hemâlimdir,
Odur beni arayan hâl-i inkisarımda.
Zihninde hakikatle hayal birbirine karıştı.
Sanki durmadan:
Fakat ben bu değilim Ben hiçbir zaman düşündüğün insan olmadım! Bırakın da ben kendimi anlatayım der gibidir.
Her şey kendisine ihanet etmektedir.
Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzûn ben mahzûn!
Bir rüya gördüm,öyle bir hayâle bin hakikat fedadır.
Hem kadeh,hem bâde hem bir şûh sakidir gönül
Ben ölürsem âlem-i ma’nâda bakidir gönül
Zaten o hiçbir şeyi unutamaz.
Şekil değişikliği hiçbir zaman tek başına bir mesele olamazdı. Yaptığı hamlede ne kadar şuurlu olduğunu gördüğümüz Şinasi’nin bile şeklin üzerinde, onu ancak kendi içinden değiştirmek üzere durduğunu biliyoruz. Kaldı ki toptan bir şekil yeniliği, ancak dili zorlayacak kadar değişen bir düşünce ve
görüş , duyuş(duygu ve imajlar) değişikliğinin sonunda bir zaruret olabilirdi.
Bu suretle yalnız genç kız veya kadın edebiyata girmiyordu. Ayrıca da sevgi dediğimiz şey değişiyordu. O artık mücerredin etrafında, geleneğin malzemesiyle ve bilhassa evvelden hazır psikolojik davranışlarıyla yapılan bir oyun olmaktan çıkacaktı. Filhakika eski lirik şiirin kendisine has bir sevme şekli vardı. Sevgili burada Allah ve padişahın hususi hayata geçmiş bir benzeri idi.
Ayrıca sevgi dediğimiz şey değişiyordu.
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.
Hab-ı pür ıztırabtır bu hayat
Doğmuşuz ölmek üzre va-hayfa
Var ise zerre zerre zevkiyyat
Anı da kahr-ı dehr eder ifna
Aklın çağında yaşayan insan yenidir.
Bereket versin ki aklımız vardır.
Sultan Abdülaziz’in 1868’de verdiği nutukta hürriyetten bahsetmesi üzerine Namık Kemal’in cevabı: ”Hürriyet bize Allah’ın bir lütfudur, onu kimse bahşedemez. ”
Her işin en hayırlısı ortasıdır.
Ne emel kaldı derunumda ne sevda-yı mecaz.
Yahya Efendinin:
Neler çeker bu gönül söylesem şikayet olur.
Tanpınar,okundukça tadına varılan,insanın düşüncesini derinden etkileyen bir yazar.
Hudâ me’yûs kılma gönlümü ikbâl-i milletten
Haberdâr eyle Rahman ismini ahvâl-i milletten
Olup mecrûh peykân-ı kazâdan tâir-i devlet
Demâdem hûn akar çeşmim gibi şehbãl-i milletten

Leskofçalı Galib Bey

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir