İçeriğe geç

On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Kitap Alıntıları – Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarından On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Kitap Alıntıları sizlerle.

On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Kitap Alıntıları

Nesir ancak bir vasıtadır. Ve yalnız insanda ve insanla beraber yürür. Bu itibarla Türk nesrinin macerasını anlamak için tarihi çerçeve içinde Türk insanını mütalaa etmek gerekir.
Yahya Kemal, nesir ve resim bulunsaydı kültürümüz başka şekil alırdı, der ki, çok yerinde bir mütalaadır.
Müslüman edebiyatlarının ortaçağ hikayesinden romana geçmeyişi bahsinde de hemen hemen aynı cinsten bir yığın sebeple karşılaşırız. Bunların başında yine şüphesiz insanın reel hayata inanarak sahip olmaması gelir.
Her işin en hayırlısı ortasıdır.
Perişandır senin vaktiyle hurrem bildiğin gönlüm…
Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile

Neşâtî

Ne emel kaldı derunumda ne sevda-yı mecaz.
*
“Her şey bir hokkabaz şapkasından çıkar gibi birbirinin peşinden, birbirine takılı geliyordu. Bu yaşanırken çok rahat, sonradan üzerinde düşünülünce bir kabus gibi sıkıcı bir şeydi.
Ayrıca sevgi dediğimiz şey değişiyordu.
Bazen de eski dünyanın hasreti olur.
Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzûn ben mahzûn!
Eski şiirimizde aşk, sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluktur.
Birleşmiş idik hep ağlayanlar…
Tanpınar,okundukça tadına varılan,insanın düşüncesini derinden etkileyen bir yazar.
Şeyh Galip

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

derken devrimizin veya Yunan trajedisinin bahsettiği insanı kastetmiyordu.

Bir rüya gördüm,öyle bir hayâle bin hakikat fedadır.
Zaten o hiçbir şeyi unutamaz.
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.
İstinat noktasını bulmadıktan sonra, kuvvet hatta manivela neye yarar? diyorum. Bu nokta insanoğlunun iyiye, güzele olan kabiliyetlerinden başka ne olabilir. Bu kabiliyetleri hayatta üstün kılacak bir dünyayı aramalıyız.
Her şey kendisine ihanet etmektedir.
Talih, bu zeki, fakat sabırsız ve cömert ruhlu ikbalperestin hayatını zalim bir roman yapmak için hiçbir şeyi esirgememiştir. Kaç defa ikbalin peşinden en yüksek basamaklara kadar yükselmiş, fakat saçlarından yakalayacağı sırada , sadece alaycı kahkahasını duymuştur.
Bilsem nereye gider gülüşler…
Sanki durmadan:
“Fakat ben bu değilim … Ben hiçbir zaman düşündüğün insan olmadım!…Bırakın da ben kendimi anlatayım …”der gibidir.
Bereket versin ki aklımız vardır.
Şair bizim için, gururunun cezasını elbet çekeceksin dediği zaman şairdir, bunu bir kıyasla tamamladığı zaman sadece başladığı sözü gereği gibi bitiremeyen bir hüner adamıdır.
Yahya Efendinin:
Neler çeker bu gönül söylesem şikayet olur.
Şinasi’nin Tercümân-ı Ahvâl’de tefrika edilen Şair Evlenmesi ile Türkçede ilk piyes yazılmış olur.
Bu kadar yalnız olduğumuza göre bari makul yaşasak ve birbirimizi sevsek!
Fakat ne gezer? Bunun için her şeyden evvel hür olmamız lazımdır. Halbuki biz ihtiraslarımıza esiriz.
Şair bizim için, gurununun cezasını elbet çekeceksin dediği zaman şairdir, bunu bir kıyasla tamamladığı zaman sadece başladığı sözü gereği gibi bitiremeyen bir hüner adamıdır.
Perîşandır senin vaktiyle hurrem bildiğin gönlüm
Işık, Şinasi’de esas hayallerdendir. O, akıldır, Allah’ın rahmeti, feyz-i lütfudur. Elverir ki bu aydınlığa layık olalım.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Zaten yeninin tecrübesi ancak bir iki neslin fedasıyla olabilirdi.
Venüs mü Zühre mi nedir
Onun misal-i halisin!
Yıkmış çadırları göç etmiş Leyla
Vardım ki boş kalmış yar otakları
Aklın çağında yaşayan insan yenidir.
Nâmık Kemal Türkiye’de insan haklarının bayrağını ilk kaldıran adamdır.
Namık Kemal Sofya’da on altı yaşındayken evlenmiştir. Zaten onda her şey böyle erkendir. On dört yaşında iken bir defter dolusu şiiri bulunacaktır. Yirmi iki yaşında divan sahibidir. Yirmi beş yaşında devrin en meşhur imzası olarak tanınır.
O eskilerin edebiyat anlayışına ve hayal sistemine hücum eder. Ona göre eski edebiyat insanla hayat arasında tam bir münasebet kuramamıştır. Ufku dardır; ancak onun bittiği yerde duygularımızın kâinatı ve hayatın türlü manzarası başlar.
Ölürsem görmeden millette ümmîd ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzûn ben mahzûn!

|Namık Kemal

Düşünmeden geçemem yâr-i bî -hemâlimdir,
Odur beni arayan hâl-i inkisarımda.
Sonbaharın zevki hoştur
Tut elinden yârı koştur!
Hab-ı pür ıztırabtır bu hayat
Doğmuşuz ölmek üzre va-hayfa
Var ise zerre zerre zevkiyyat
Anı da kahr-ı dehr eder ifna
Aşk bir şakadır, yahut yanlışlıklar komedisidir.
Mesele şu idi: İmparatorluk, silahını yenilemekte o kadar geçikmişti ki, şimdi bu yeni silahı kazanabilmesi, ona intibak edebilmesi için, eskiyi en küçük zerresine kadar feda etmesi, atması lazımdı. Hâlbuki eski -yürüyen hayat karşısında son sözünü söylemesine rağmen- cemiyetin içinde, ruhlarda bütün unsurlarıyla çok derin surette hâkimdi. Bütün hayat onunla doluydu…
Aşk eğer ilahî şekilde ezelden bahşedilmiş bir hidayet gibi tecelli etmezse, ya başlangıcı zikredilmeyen bir esirlik şeklinde görünür, yahut da avcının pek haberdar olamadığı bir av gibi başlardı. O zaman bir gönül avı hadisesi olurdu ki daha ziyade “şehbâz-ı nigâh” la yapılırdı. Her ne şekilde başlarsa başlasın bir nevi esirlik gibi devam ederdi.
Hayatının sonuna doğru herkesten uzak, garip bir sükût içinde yaşayan bu zekâya Türk irfanının Avrupalılaşmasını, yani yeni bir dünya görüşü içinde kendimizi bulmayı borçluyuz.
Orta Çağ hayallerinde hükümdar güneştir.
Edebiyat sadece hissin ve hayalin değil, aynı zamanda fikrin de mahsulüdür.
Ben doğduğum zaman sen öleceksin.
Yüksel ki yerin bu yer değildir.
Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni
Aylar günler değil geçse de yıllar
Telh-kâm eyledi firâkın beni
Çıkar mı hâtırdan o tatlı diller

(Nazlı çocuğum, aradan aylar günler değil yıllar bile geçse seni unutmam. Ayrılığın beni zehirledi, hatırdan o tatlı sözler hiç çıkar mı?)

Kıyılamaz iken öpmeğe tenin
Şimdi ne hâldedir nâzik bedenin
Andıkça gülşende gonca-dehenin
Yansın âhım ile kül olsun güller

(Tenini bile öpmeye kıyamazken acaba o nazik bedenin ne hâldedir? Gül bahçesinde o hemen açı- verecek gibi duran dudağını gördükçe, çektiğim âh ile bütün güller yansın, kül olsun!)

Tagayyürler gelip cism-i semîne
Döküldü mü siyâh ebrû cebîne
Sırma saçlar yayıldı mı zemîne
Dağıldı mı kokladığım sünbüller

(O değerli cisim değişmeye başlayıp o siyah kaş- lar alnına düştü mü? O sırma gibi sarı saçlar top- rağa döküldü mü? Kokladığım o sümbül kokulu saçlar dağıldı mı?)

Feleğin kînesi yerin buldu mu
Gül yanağın reng-i rûyun soldu mu
Acaba çürüdü toprak oldu mu
Öpüp okşadığım o pamuk eller

(Böylece feleğin intikamı yerini buldu mu? Güle benzeyen yanağının, yüzünün rengi soldu mu? Öpüp kokladığım o pamuk gibi yumuşacık eller acaba çürüyüp toprak oldu mu?)

Eski şiirimizde aşk, sosyal rejimin ferdî hayata aksi(yansıması) olan bir kulluktur.
Ben ölürsem âlem-i ma’nâda bâkîdir gönül.
Nef’î
Dâr-ı dünya deli gönlüm gibi vîran olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa”
Taşlıcalı Yahya
Yüksel ki yerin bu yer değildir,

Yüksel hünerinle kani olma
İhsan-ı huda’ya mani olma!

Yüksel ki bunun da fevki vardır;
İnsanlığın ayrı zevki vardır.
Şekil değişikliği hiçbir zaman tek başına bir mesele olamazdı. Yaptığı hamlede ne kadar şuurlu olduğunu gördüğümüz Şinasi’nin bile şeklin üzerinde, onu ancak kendi içinden değiştirmek üzere durduğunu biliyoruz. Kaldı ki toptan bir şekil yeniliği, ancak dili zorlayacak kadar değişen bir düşünce ve
görüş , duyuş(duygu ve imajlar) değişikliğinin sonunda bir zaruret olabilirdi.
Başkadır şimdi harâbât-ı fenâ ey rûh-ı Cem
Mey o mey sâgar o sâgar âlem o âlem değil

Yenişehirli Avni

Ben edebiyat tarihi için yaşamadım. Onu herkes yazabilir. Fakat eser, o benim. Benden başkası yapamaz.
Müslüman şarkta zaman yok, anlar vardır.
Zihninde hakikatle hayal birbirine karıştı.
Ruh dediğimiz nedir?
Gerçeği şu ki: Şinasi bu eseri ile bize, bir münekkidin, Chesterton’un, yine kendisinden alarak Dickens’ı tarif ettiği tabirle, ”sokağın anahtarını” hediye etmiş, tek ufuk olarak canlı hayatı göstermiştir.
Eski şiirin paradoksal tarafı, son derecede kelimeci olmasına ve baştan aşağı kelime zevkinin idare etmesine rağmen hakiki dil zevkine bir türlü varamamasıdır. Bu yarı yolda kalışın bir sebebi Türkçenin mazbut bir lügatinin yapılmayışı ise, öbür sebeplerinden biri de şüphesiz şiirimizin üzerinde vuzuhla konuşan eserlerin yokluğudur.
Bu kadar yalnız olduğumuza göre bari makul yaşasak ve birbirimizi sevsek! Fakat ne gezer? Bunun için her şeyden evvel hür olmamız lazımdır. Halbuki biz ihtiraslarımıza esiriz.
Her şairin İran veya Arap şiirindeki örneklere göre seçtiği son derecede keyfî,kendi varlığıyla hiçbir alakası olmayan bir dil kullanması, müşterek bir lügatin ta Tanzimat’a kadar teşekkül etmemesi, eski şiiri tamamıyla bu oyunların eline verecek,daha doğrusu onu zihnî bir oyun,bir nevi hüner hâline getirecekti.
Nesillerin yapacağını tek başına yapan sanatkâr yoktur.
Akıl kâfi bir silah olmadığı gibi, akıllı da yoktur.
Halbuki biz ihtiraslarımıza esiriz.
Özge mir’at-ı safâdır cevher-i eşyâ bana

|Namık Kemal

Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîran olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa
Taşlıcalı Yahya
Eski şiir, asırlar boyunca zevkin seçtiği nadir örnekleriyle değil, bütünüyle göz önünde tutulursa, daima bir ”kendinin dışında” konuşma, hatta kendi dışında yaşama ameliyesi gibi görünür. Pek az edebiyatta konuşan benliğin bu cinsten ve bu kadar ısrarla kendisini inkarına rastlanılır.
Sevgilinin bütün davranışları hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabii vergi gibi sevilmeyi kabul eder. İsterse iltifat ve lutfeder. Hatta hükümdar gibi ihsanları vardır. Yine onun gibi, isterse, bu lutfu ve ihsanı esirger. Hatta cevr eder, işkence eder, öldürür. Kıskanılır, fakat kıskanmaz. Bir saray, bir yığın mâbeyinci, gözde veya gözde olmaya namzetlerle doludur. Sevgilinin etrafında da rakipler vardır. Âşık tıpkı bir saraya damı gibi bu rakiplerle mücadele hâlindedir. Hulâsa saray nasıl mutlak ve keyfi irade, hatta kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür iradedir.
Peyzajda, güneş sisteminde, kozmik hadiselerde benzerlerini gördüğümüz bu aşk istiâresi tabiatıyla duyuş ve duygulanma tarzlarını da tayin edecekti. Eski şiirimizde aşk, sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluktur.
…zulmü önlemek de insanlığa hizmettir.
Görülüyor ki ayrı ayrı yollardan yürüseler bile, sünni akide de tasavvuf da vaatlerde ve mükellefiyetlerde ne kadar ayrılırsa ayrılsınlar insanın kainattaki yeri hakkında birleşiyorlardı. İnsan her ikisinde de tam Platoncu mânasında bir gölge oyunu olan bu fâni hayatın karşısında değil, asıl büyük kaderi olan ebediyet karşısında buudlarını buluyordu.
Sanki zorladığı bütün kapıları kendisine kapalı bulan insan, yavaş yavaş kendi içinde değişmenin imkanlarını aramaktadır.
Ne emel kaldı derûnumda ne sevdâ-yı mecâz
Filhakika, 14. Asrın sonuna kadar Türk şiirinin ve hatta dilinin havasını bize veren Yunus Divanı’yla ve 14. Asrın diğer dinî eserleriyle 15. Asrın herhangi büyük bir şairini karşılaştırırsak arada hemen hemen dilin zaruri çatısını teşkil eden unsurlardan başka bir münasebet olmadığını ve yeni bir zevk iklimine geçilmiş olduğunu görürüz. İşte bu kökten değişme aruz vezninin etrafında ve İran örneklerinin tesiriyle olur. Gerek tasavvufta ve gerek saray şiirinde Nesimî ve Şeyhî ile başlayan bu değişme dilin içinde, bugüne kadar sürecek olan gizli bir mücadelenin kapısını açar. Türkçenin gramatikal ve bilhassa sentaks hususiyetlerinden istifade eden 15. Asır şairlerimiz yavaş yavaş örneklerinde gördükleri bir yığın özelliği şiire getirmeye çalışırlar. Denebilir ki aruz, İran şiirindeki ses kuvvetine erişmesi için ihtiyacı olan kelimeleri ve ahenk kombinezonlarını kendiliğinden dilimize taşır. Tecvidin dinî terbiyenin içinde bulunması ve Arap telaffuzunu, hatta harf mahreçlerine kadar, Türk ağzına aşılamasının, medrese tahsilinin tamamıyla Arapça yapılmasının, her türlü edebî örneklerin üstünde Arapçanın bütün Müslüman teşekküllere kendisini kabul ettirmiş bulunmasının bu iklim değiştirmede büyük tesiri olmuştur. Fakat en büyük pay şüphesiz ki bu 15. Asır şairlerimizin aruza İran şiirindeki güzellikleriyle ve mâna âlemiyle, her iki yönden sahip olmaktaki çok tabii isteklerinindir.
Tiyatro veya hikâye, yeni bir nev’in doğması için cemiyet bünyesinin ileri bir hamle ile değişmesi şarttı. Halbuki Müslüman cemiyetlerde bütün müesseseleri beraberinde sürükleyen ve sosyal tabakaların karşılıklı vaziyetlerini değiştiren bu cinsten bir değişiklik görülmez. O kadar arızalı olan, Moğol istilası ve Ehl-i Salip seferleri ile âdeta ortadan bölünen, Mısır’ın Fâtımiye devri gibi mühim bir mezhep ayrılışını, Endülüs rönesansını ve Osmanlı istila ihtişamını idrak eden İslâm tarihi bütün bu büyük hadiselere rağmen içtimaı bakımdan hemen hemen olduğu gibi kalmış, bir türlü burjuvazisi doğmamış ve Müslüman sarayı değişmemiştir.

Belki de fikrî hayatın durgunluğunun, hatta düşkünlüğünün, iç buhranlarının en mühim amili olan içtimaı çöküntüler istisna edilirse Müslüman cemiyetlerinin tarihinin en büyük eksiği bu burjuvazinin teşekkül edemeyişidir.

Binaenaleyh garpla,tâ Haçlı Seferleri devrinde başlayan sıkı ve devamlı bir temasa rağmen 3. Ahmed devrine kadar ne örf ve âdette, ne de fikir ve sanat meselelerinde belli başlı ve doğurucu kıymetlere mâlik bir tesiri kaydetmek mümkün değildir.
… Kafka, hatıralarında bir yahudi için, Almanca anne ve baba kelimelerinin hiçbir zaman tam mânasıyla bu kelimelerden beklenen sıcaklığı vermediğini söyler. İşte Türk şiiri büyük bir tarafıyla çok defa bu iç uzaklığından konuşacaktır. Bu şiiri yapanların umumiyetle nesir ve nazım, üç dilde yazdıklarını unutmamalıdır. Heidegger’in “düşüncenin evi” dediği dilin bu tarzda çoğalması, tabiatıyla insanın dağılması neticesini doğuracaktı.
O kadar az tanınan Necâtî’nin ve bilhassa Bâkî’nin büyüklüğü, dağınık şive ayrılığı üzerinden ve bu karışık dilin arasından şehirli Türkçesinin zevkini, parça parça olsa da bulmalarıdır.
Uğrunda hizmet edeceği idealler vardır.İçindeki bir boşlukla yaşar.
Efendi köhne yehudi akaidin satma
Nasıl bu tâze maârifle “eskiler alayım!”

İbrahim Şinasi Efendi

Namık Kemal, bu 1872-1873 senelerinde kudretlerinin bütün ölçüsünü verdi. İcabında iki üç gazeteye birden en pervasız bir dille makale yazacak, tenkit edecek, tekliflerde bulunacak, milli hayatın her köşesini, devrinin en uyanık adamı ve uyananlar içinde en tesir edici şekilde konuşanı sıfatıyla teker teker adesesine alacaktır.
Şark çizilmiş hadleri durmadan zorlar fakat ötesine geçemezdi.
Sevgilinin bütün davranışları hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabii vergi gibi sevilmeyi kabul eder. İsterse iltifat ve lutfeder. Hatta hükümdar gibi insanları vardır. Yine onun gibi, isterse, bu lutfu ve ihsanı esirger. Hatta cevr eder, işkence eder, öldürür. Kıskanılır fakat kıskanmaz. Bir saray, bir yığın mâbeyinci, gözde veya gözde olmayan namzetlerle doludur. Sevgilinin etrafında da rakipler vardır. Âşık tıpkı bir sarayadamı gibi bu rakiplerle mücadele hâlindedir. Hulâsa saray nasıl mutlak ve keyfî irade, hatta kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür iradedir.
Filhakika eski edebiyatımız üzerinde, kendi devrinde yazılmış ve onun meselelerini dikkatle ele alan hiçbir esere tesadüf edilmez. Hâlbuki İslâm kültüründe bunun örnekleri vardı. Arap şiiri bilhassa Abbasî devrinden itibaren gerek Bağdat’ta ve gerek Endülüs’te çok muayyen ve ufuksuz hudutlar içinde kalsa bile daima sıkı bir tenkide maruzdu. Medrese kültürüyle yetişmiş şairlerimiz bu kitapları ve Fars dilindekileri okuyorlar, onlardaki belâgat meselelerini bizim dilimize olduğu gibi tatbik ediyorlardı. Fakat bu meseleleri dilimize mal etmek akıllarından geçmiyordu. Türkçe onlar için Arapçanın ve Arap zihniyetinin hususiyetlerinden doğmuş bir belâgatin tatbik sahasıydı.
Aşk eğer ilahî şeklinde ezelden bahşedilmiş bir hidayet gibi tecelli etmezse, ya başlangıcı zikredilmeyen bir esirlik şeklinde görünür, yahut da avcının pek haberdar olmadığı bir av gibi başlardı.
Türkçede nesrin teşekküllü için insanın ve cemiyet müesseselerinin değişmesi, tahsil sisteminin Türkçeye dönmesi lazımdı. İşte Tanzimat bunu yaptı.
Her büyük medeniyet kendinden önceki devirlerden efsaneleştirdiği birtakım kahramanları seçer ve kendi diyalektiğinin dayandığı mütefekkirleri benimser.
Türkçede nesrin teşekkülü için insanın ve cemiyet müesseselerinin değişmesi, tahsil sisteminin Türkçeye dönmesi lazımdı. İşte Tanzimat bunu yaptı.
Hiçbir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük sefaretname kadar mühim bir yer tutmaz. Okuyucu üzerinde Binbir Gece’ye iklim ve mahiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikatte bu sefaretnamede bütün bir program gizlidir.
Hudâ me’yûs kılma gönlümü ikbâl-i milletten
Haberdâr eyle Rahman ismini ahvâl-i milletten
Olup mecrûh peykân-ı kazâdan tâir-i devlet
Demâdem hûn akar çeşmim gibi şehbãl-i milletten

Leskofçalı Galib Bey

İşte Kemal, keyfî idarenin gemi bu kadar azıya aldığı bir devirde, sonradan gazetenin 100. nüshası için yazdığı makalede “vicdanlarda dolaşan bir fikr-i cemiyetin âyine-i in’itâf-ı ” olarak anlattığı gazetesini çıkarır.
Sultan Abdülaziz’in 1868’de verdiği nutukta hürriyetten bahsetmesi üzerine Namık Kemal’in cevabı: ”Hürriyet bize Allah’ın bir lütfudur, onu kimse bahşedemez.
Böyle beyit beyit çalışmanın, eski şairlerimize teksif dediğimiz, her sanatın ilk şartı sayılabilecek o büyük imkânı verdiği aşikârdır. Onlar bir beyit ve hatta mısraı bütün hayat tecrübelerinin yerini alabilecek bir âlem yapmayı, düşünceyi veya hayali oyunun şekli ve söyleyiş tarzı hâline getirmeyi bilirlerdi: Peyzaj, psikolojik dikkat, ihsasların cümbüşü, hikmet, şikâyet, zaman zaman şaka, tevekkül ve rıza, mistik vecd, feragat ve oyun. Fakat bu bütünlük tam bir bütünlüktü ve en çoğu otuz iki hecenin içinde elde edilen bir şeydi ve hemen arkasından ayrı bir istikamette veya kafiyenin delâletiyle ona mütenâzır ikincisi ve üçüncüsü geliyordu. Böylece gazelde beş altı, kasidelerde yüz kadar ayrı bütünlüklerin birleşmesi tabiatıyla tek bir fikrin etrafında kendisini bulan bir geliştirmeyle karşılaşmanın verebileceği zevkten ve kuracağı psikolojik ilgiden çok ayrı bir şey oluyordu. Burada bildiğimiz okuyucu ve şair psikolojileri tamamıyla değişirdi. Okuyucu bu birbirini kovalayan mükemmeliyat sürelerinde sanat eserinden istediğimiz büyülenmeyi temin edecek istikrardan tabiatıyla mahrum kalıyor, ancak yapılan işe hayran oluyordu. Bu büyülenme ancak çok sonra, beğenilen mısra ve beyit seçilince başlıyordu. Şair ise her lahza -hiç olmazsa çalışmanın vermesi icap eden- o derûnî istiğraktan ister istemez uzaklaşıyor, her an kendini buluyor, yalnız eldeki kafiye malzemesiyle hünerinin peşinden koşuyordu.
Eski şiirin paradoksal tarafı, son derecede kelimeci olmasına ve baştan aşağı kelime zevkinin idare etmesine rağmen hakiki dil zevkine bir türlü varamamasıdır. Bu yarı yolda kalışın bir sebebi Türkçenin mazbut bir lügatinin yapılmayışı ise, öbür sebeplerinden biri de şüphesiz şiirimizin üzerinde vuzuhla konuşan eserlerin yokluğudur. Filhakika eski edebiyatımız üzerinde, kendi devrinde yazılmış ve onun meselelerini dikkatle ele alan hiçbir esere tesadüf edilmez. Hâlbuki İslâm kültüründe bunun örnekleri vardı. Arap şiiri bilhassa Abbasî devrinden itibaren gerek Bağdat’ta gerek Endülüs’te çok muayyen ve ufuksuz hudutlar içinde kalsa bile daima sıkı bir tenkide maruzdu. Medrese kültürüyle yetişmiş şairlerimiz bu kitapları ve Fars dilindekileri okuyorlar, onlardaki belâgat meselelerini bizim dilimize olduğu gibi tatbik ediyorlardı. Fakat bu meseleleri dilimize mal etmek akıllarından geçmiyordu. Türkçe onlar için Arapçanın ve Arap zihniyetinin hususiyetlerinden doğmuş bir belâgatin tatbik sahasıydı.
Alaturka musikinin bile hoş görülmediği bir şehir içinde birdenbire ecnebi havaları çalarak geçit yapan askerî bandoya tesadüf edilmeye başlar.
Gel ey hâme-i Nergisîü’ l-beyan
Gül-i nesrin iki gözüm kıl ıyân
Bu ilk hikayelerin, tıpkı tiyatroda olduğu gibi ve belki daha fazla -çünkü Şinasi, Ahmed Vefik Paşa, Direktör Ali Bey, Teodor Kasap gibi muharrir ve mütercimlerin az çok tiyatro zevkine ve tiyatro vakası icat kabiliyetine sahip olduklarını yukarıda söyledik-
birtakım nakiseleri(kusurları) bulunacaktı.

Bunların başında, kendi hayatımızı ve insanımızı görememek zaafını kaydedelim. Tiyatroya da aynı kudretle şamil olan bu noksanı söylemek öbür eksiklerin sayılmasına ihtiyaç bırakmayabilir. Muharrirlerimiz, yukarıda esirlik bahsinde söylediğimiz gibi cemiyet hayatının çok sathi bir müşahedesinde kalıyorlardı. SANAT İNSANI KAÇIRDI MI, GERİ TARAFI KENDİLİĞİNDEN SÖKÜLÜR. İngiliz, Rus ve Fransız romanının asıl büyük vasıfları insanı yakalamalarıdır. Bu da kendiliğinden olan bir şey değildir. Evvela, bir cemiyet görüşüne, sonra da sanatkarı ve imkanlarını hazırlayan bir yığın tecrübeye muhtaçtır. Bize ani görünen her fışkırmanın altında asırlar boyunca devam etmiş bir yığılma, bir içten hazırlanma vardır ki, buna o cemiyetin kendi hayatına dikkati, yahut insanın tecrübesi diyebiliriz. Ayrıca bir kültürün kendi beynelmileli arasındaki alışverişler ve nihayet sanatların birbirine karşılıklı tesirleriyle idrak edilen o sırrına erilmez ve bereketli hazırlanışlar vardır.

Halid Ziya’ya kadar, romancı muhayyilesiyle doğmuş tek muharririmiz yoktur. Hepsi roman ve hikaye yazmaya hevesli insanlardır.
19. Asrın ilk yarısında Türk şiirinin manzarası bir bakıma geçen asırlardan pek farklı değildir. Nedim’den sonra ârazı iyiden iyiye görülen, fakat başlangıcı daha evvele çıkan bir zevk bozulması ve dağılışı, ilhamın umumiyetle küçük ve kelime, ifade oyunlarına dayanan buluşlardan öteye geçememesinden gelen bir yoksulluk, mesnevilerde Nâbî’den beri çalışılan fakat bir türlü sırrı bulunamayan bir yerli icat arzusu, daha ziyade nesre ait hususiyetlerin artması, bu yarım asrın şiirinin de esas vasıflarıdır. Hamlesini yöneltecek, dağınık tecrübelerine düzen verecek ana fikirden mahrum olduğu için bayağılıktan öteye geçemeyen bir realizm ve yerlilik zevki(Nedim’den ziyade Enderûnlu Fazıl’a bağlanması doğru olur), daha ziyade değerlerin zayıflamasından gelen bir nefsine düşkünlük teşhiri, söyleyecek hiçbir şeyi olmayan insanların vakit geçirmek için konuşmasını andıran yârenlik edası, ilk göze çarpan şeylerdir. Ne halk ifadesine ve diline karşı gittikçe artan ilgi, ne nazirecilik dolayısıyla sık sık eserlerine dönülen eski şairlerin tesirleri, ne de geçen asrın sonunda, yani Galib’in musammatlarla yapmaya çalıştığı geniş nefesli ve hamleli şiir tecrübesi ve yine onun tesiriyle hızını arttıran Mevlevi ve tasavvufi ilham bu çözülüş manzarasını değiştiremez. Sanki bütün pınarlar kurumuş ve insan çırılçıplaktır. Ve sanki insanın yerine aruz vezninin bizzat kendisi ortada dolaşıyor, halk ağzından ve hayattan topladığı ifadeler üzerine tek başına küçük, mânasız oyunlarını yapıyordu.
Eski edebiyatımızın büyük noksanlarından biri şüphesiz fikir tarafının kıtlığıydı. Aynı dini ve hatta Sünni akidenin hiç değişmeden asırlarca devamı, ona aksülamel(tepki) yapan tasavvufun kendinden evvelki din ve medeniyetlerden alacaklarını aldıktan sonra muayyen şekillerde kabuklaşması ve birtakım inceliklerin getirdiği ayrılıklardan öteye geçememesi, fikir hayatını dondurmuş gibiydi.