Ömer Seyfettin kitaplarından Ömer Seyfettin Bütün Hikayeleri 6 kitap alıntıları sizlerle…
Ömer Seyfettin Bütün Hikayeleri 6 Kitap Alıntıları
Ben boynuna sarılmak isterken bir hayal gibi silindi
Faziletli olmak insanın elinde değildir. Fakat kim isterse namuslu olabilir. Bu, tercihe bağlı bir şeydir!
Hayat uyku ise aşk onun rüyasıdır.
Bu da geçer yahu
Hakikat hayalin o kadar zıddı ki!
Aralarındaki fark ölüm kadar karanlık, ölüm kadar derin.
Aralarındaki fark ölüm kadar karanlık, ölüm kadar derin.
Bilmiyorlar. Düşmanları kardeş sanıyorlar. Türk ‘ten başka olan düşman milletlerin Türk’ ü mahvetmeye çalıştığını onların kör gözleri göremiyor.
Hayat uyku ise aşk onun rüyasıdır!
Dar-ı dünya bir müzeyyen hanedir
Nakşına aldanmamak merdanedir.
Nakşına aldanmamak merdanedir.
Kula kul olmak , fani dünyada birisine minnettar kalmak azapların en ağırı idi.
Kim bilir, dünyadan ne kadar at, eşek, köpek geçmiş ve tarihte hiçbir nam bırakmamışlardı. Halbuki kahramanlar öyle miydi? Dört bin sene evvelki bir kahramanın methiyesi bugün okunuyordu.
Asıl işte bu milli hayatın, gelenekleriyle, mukaddesatıyla, adetleriyle, şanlarıyla, şöhretleriyle, kısacası tarihiyle bir önem ve kıymeti vardı. Yoksa bir insan yetmiş sene miskin, esir ve rezil yaşamakla övünemezdi.
Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi
Fırsattan ancak korkanlar istifade ederdi.
Kabahat bize Türklüğümüzü unutturan sebeplerde…
Dünyada bu kadar adilik ve korkaklık olabilir miydi?
Askerlerini, toplarını, tüfeklerini, vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşmana verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar.
Selanik’i babalarımız muharebesiz mi almışlar ki, şimdi muharebesiz düşmana veriliyordu?
Selanik o kadar kalabalıklaştı ki, artık kimse kimseyi tanımıyordu. Bir kargaşalık ki, deme gitsin!
Ne yeni ve Müslümanlığa ters olmayan bir Türk Medeniyeti yaratabiliyor, ne de Avrupa’dan gelen Hristiyan medeniyetini kabul edebiliyorduk.
Şimdiye kadar neslinin düşmanı olan bu yabancı kadınla, vatanının zaptı ve iflasını hoş ve uygun gören bir garplı ile nasıl yaşamıştı?
Bize daima büyük ve sarsıcı heyecanlardan, büyük kederlerden, büyük ümitsizliklerden sonra gelen o derin ve anlamlı sessizlik, o cesur soğukkanlılık, mizacını birden değiştirmiş, ağırlaştırmıştı.
On senedir içine yuvarlandığı esaret uçurumunun hala dibinde bulunduğunu ve buradan kurtulmanın pek güç olduğunu görüyordu.
Hükümette görülecek işleri, memlekette çevrilecek bir çok dalavereleri vardı.
Gençlik ve bekarlık günlerini hatırlıyor, mazisi sesli bir sinematograf süratiyle hayalinden geçiyordu.
Yalnız insanlık, başka bir şey yok!
Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş hiçlik gecesine atılmak, mahvolmak istiyordu.
Ne gelenek, ne mazi, ne vatan, ne milliyet tanırdı. Irk ve çevre teorisini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi o da inkar ederdi. Ne olduğunu tam bilmediği bir gaye “fazilet ve insaniyet” fikri, muayyen ve sabit bir manası olmayan bu umumi ve belirsiz iki kelime bütün mantıklara, bütün kalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi beynini tahrip etmiş, ruhunu katletmiş, onu hareketli ve yaşar bir ceset halinde bırakmıştı.
“Harp, hayattır” diyen filozofun kırmızı bir canavardan başka bir yaratık olamayacağını iddia eder, organlardaki “mücadele” fiilinin toplumda, insanlıkta da lazım ve zorunlu bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darin’den nefret ederdi. Hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta düşünürlerin ortak şiiri, “insaniyet” hülyası onun mezhebi idi.
Medeni ve asil Batı’nın vahşi Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve seçkin orospuların arsız kahkahaları
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.
Kendime karşı duyduğum nefret, vicdanımdaki ateşten azap beni eritiyordu.
Haberim olmadan ruhuma, vicdanıma vurulmuş zehirli bir kamçının öldürücü şakırtısını şimdi bütün çıplaklığıyla duyuyor gibi oluyordum.
Ne büyük bir buhran geçirdim!
Bilmem iyi olacak mıyım? Fakat ruhum ebediyen yaralı, ebediyen hasta, ebediyen sakat kalacak!
Acaba benim yarın gideceğimi, bir daha kendisini ebediyen görmemek üzere gideceğimi bilse… Bir aydır bu aşk feryadını, bu dağların saf rüzgârları kadar geniş, kuvvetli, engin feryadı beraber dinledik.
Hayat acı bir ilaç… Aşk onun içine katılmış bir şeker… Vay şekersiz bu ilacı içmeye kalkanların haline!
Velev böyle uzaktan uzağa, sırf hayali bir aşk olsun, duymayanlar ne bedbahttırlar!
Hatta uykuda bile, gördüğüm şeyin bir rüya olduğunu idrak ediyordum.
Şehvet dolu bir Eflatunilik!
Kendisine aşk şarkısı tercüme ettirdim mi yüz bulur. Sonra ona astarını nerden bulup vermeli?
Evet, namuslu olmak insanın elinde!
Faziletli olmak insanın elinde değildir. Fakat kim isterse namuslu olabilir. Bu, tercihe bağlı bir şeydir!
Artık boş zamanlarımı-zaten bütün zamanlarım boş…
Hayat uyku ise aşk onun rüyasıdır!
Bu pencerenin içi adeta bir kitap… Bunları okurken sanki ruhumun bugünkü hummasını okur gibi oldum. İnsanlar ne kadar birbirine benziyor!
Dün gece Çakalarof’u sardık. Yine elimizden kurtuldu.
Bunu yazan bir muhalif rûzigar
Kendi gitti ismi kaldı yadigâr.
Kendi gitti ismi kaldı yadigâr.
Üç gece bu “kafir yerde” yatmıştır.
Vücudum, zihnim yorgun… Düşünemiyorum. Bulunduğum yer, benliğim, şimdi bana yanlış bir hayal, korkunç bir serap, karanlık bir kabus geliyor.
Nasihatlerinden daima çirkin olan o tahammül olunmaz hakikati hissettim. Istırabından, teessüfün faydasız olduğunu, çevreye uymak lazım geldiğini, gülüp eğlenmeyi, çok düşünmemeyi, hiçbir şeye ehemmiyet vermemeyi tavsiye ediyordu.
Niçin bilmem, sakalı olmadığı halde yüzünü Karagöz’e benzetiyordum.
Fakat hakikat hayalin o kadar zıddı ki!
Aralarındaki fark ölüm kadar karanlık, ölüm kadar derin.
Aralarındaki fark ölüm kadar karanlık, ölüm kadar derin.
Acaba hayale benzeyen bir hakikat yok mudur? Olsaydı mutlaka mutluluk da olacaktı.
O vakit ben sizin şıklığınızdan, beni seçmekteki zevkinizden ne ümitlerle düşmüşüm!
Okumak istiyorum. Bavulu açmaya üşeniyorum. Masa yok. Sandalye yok. Zaten yatağın üzerinde okuyamıyorum. Bağdaş kurmak yahut yüzükoyun yatmak lazım. Bu iki vaziyet de beni yoruyor.
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!
Hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamı ile bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu.
Planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. “Yerin kulağı var” derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti.
Düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi.
Hain, her yerde haindir.
Düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik sanatıydı.
Zafer ve yenilgi ancak Tanrı’nın iradesine bağlıdır. Hatırın hoş tutasın!
Fakat harp, yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı.
Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!
Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.
Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.
Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı.
İkide birde bu yaptığını başa kakmasına tahammül, ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı.
Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Bu adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı.
“Kula kul olmak”, fani dünyada “birisine minnettar kalmak” azapların en ağırı idi.
Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece hasisti.