İçeriğe geç

Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil Kitap Alıntıları – Haldun Taner

Haldun Taner kitaplarından Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil kitap alıntıları sizlerle…

Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil Kitap Alıntıları

“ben, gerçek ve olgun kişiliği olan insanın, sade yazısında değil, yaşamında da bir üslubu olması gereğine inananlardanım… osmanlı aydını, tanzimat’tan bu yana, bilinci ile akılcı ve batılı ama bilinçaltı ve duygu alanı ile alaturkanın alaturkası kalmanın dramını yaşadı. yazılarında kadınların özgürlüğünden yana görünüp de karısının yaz günü çorapsız gezmesini hazmedemeyen nice aydınlar gördük.”
ve sait faik… hikayecinin toplum içindeki yerini ada geceleri adlı öyküde şöyle anlattı:

“bütün kabile halkı buna kızmıştı:

‘bu herif çalışmayacak mı? oturup kayalara düşünecek mi? martı ölmüş. onu seyredip masal mı anlatacak?’

gündüz güneşin içinde böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgar, denizi homur homur söyletirken, martılar hala deli gibi bağrışırken, ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi saracaktı. sonra da bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküleri söyleyemeyecektim. ‘ne susarsın be herif?’ diyeceklerdi, ‘hani bülbül gibi öterdin geceleri.’ ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. bırakacaklardı kendi halime…”

“aydın her şeyden önce şüphelenmekle yükümlüdür. her hazır yargıyı yeniden didik didik edeceğiz. kapımızın numarasını bile her akşam eve dönüşte kontrol edeceğiz.”
“beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. ben devamlı bir yere giderim. yazımı yazarım ve sokağa çıkarım. ikbal’e uğrar kahvemi içerim. yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım günü gününe sürer gider. her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. bu arada halktan yana olduğum içinde çok güç bir fatura ödetirler.”
“tanpınar platonik aşkları somutlaştırmaya kalksa tanpınar olur muydu? … tekrar ediyorum, onlara daha yaklaşsa, et ve kemik temasını göze alsa, onlara doysa belki, belki de ne kelime muhakkak ki bu coşkusu, hayranlığı pek kalmayacaktı. bazı şeylere uzaktan bakmak, onlara onlarda olmayan bir boyut kazandırır. en azından ona bakanın ona giydirdiği varlığın boyutu. onlar konuşmamalıdırlar, konuşmadıkça büyürler. yaklaşınca her günkü gerçek ve çoğu zaman yavan yanlarını da ele verirler.”
yarınsızlık kadar aydını yıkan bir şey yoktur.
sürgündeyken bir keresinde halep kaynaklı bir haberle istanbul’a kendisinin ölüm haberini ulaştırmıştır.

‘refik halit, pehlivan kadri ile birlikte halep civarında amik gölünde ördek avlarken bir timsahın hücumu ile sandal devrilmiş refik halitle pehlivan yüzme bilmedikleri için suya gömülmüşler. yüzerek sahile çıkan sandalcı iki türkün cesedini bir daha su üstünde görmediğini beyan etmiştir.’

bu haberi ilkin halep’te yayımlanan doğruyol gazetesi yazmış daha sonra olaydan bütün istanbul gazeteleri haberdar olmuştur.

ölüm haberi üzerine bu gazetelerde karay ile ilgili biyografik bilgi, eserlerinin listesi, edebi ve siyasi kişiliği üzerine yazılar yayımlanmaya başlandı. böylece, refik halit, hayatında ölümünden sonra dost ve düşmanlarının ne diyeceğini bir nisan şakası ile aracılığıyla öğrenmek olanağını bulmuştu.

yıllar önce geçirdiği bir zatürree birden bire tepince hastaneye yatması gerekti. saçlarını, manikürünü, pedikürünü yaptırmış tam bavullarını kapatacakken otomobili ile kendini almaya gelen zeynep oral’a ‘eyvah bir şey unuttum gidemem’ demişti. ne unuttuğu sorulduğunda, ‘bana rose bonbon bir eşarp lazım’ dedi.

zeynep aşağıdaki dükkana indi. rose bonbon’u kimse bilmediği için orada ne kadar pembe, turkuvaz, mavi, yeşil, kırmızı eşarp bulduysa alıp geldi. aliye bunları sevinçle bavuluna yerleştirdi. ertesi gün hastanedeki odasına girenler o beyaz karyolanın ve dolapların rengarenk eşarplarla renklendirilip, neşelendirildiğini gördüler. aliye ancak renklerin ortasında kendini evinde hissediyordu.

bizi bağımsız bırakmazlar düşüncesi maneviyat bitkinliğinden doğan bir inanç eksikliğidir. bir an için kabul ve teslim edelim ki bizi devlet olarak yaşatmayacaklar, o halde bunu biz mi isteyelim? bu adeta savaş alanında askerin intihar etmesine benzer.
“Küsebilmek her babayiğidin harcı değildir. Küsebilmek, tutarlı bir kişilik ister her şeyden önce. Küsebilmek, birtakım ilkeleri olmak, onlardan fedakarlık etmemek demektir. Hatta hatta, küsebilmek birtakım insanlara, müesseselere sıcak bir güven yatırımı yapmış ve düş kırıklığına uğramış olmanın haklı öfkesi de sayılabilir.”
“Bir dedikoduyu araştırmasız gerçek saymak, olabilir görmek hep bildiğimiz gibi alınganlığı hastalık haline getirenlerde sık görülen bir haldir.”
Yağmur mu yağıyor, hava kapalı mı? Oh! Bu havada bir abajurun altında ne güzel kitap okunur, çalışılır.
Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa Ne kalıyor geriye yüzyıllardan
Bir şiirinde,
Ölüm sen beni aldatamazsın. Aklımda
diyen Behçet Necatigil’e ölüm şu son aylarda yaklaşmıştı. Bunca ölmez şiirler yazan, dilimize en güzel çevirileri kazandıran, bir kuşak boyu öğrenci yetiştiren ve kendi isteğiyle erkenden emekliliğe çekilen Behçet Hoca hiçbir şey almadan vermiş, vermiş, ömrü boyunca bilgisini, sevgisini, sanatını, zevkini olanca cömertliği ile ortaya dökmüştü.
“Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi demesine karşın Behçet, bu çabuk geçecek zamanla, Fazıl Hüsnü’nün deyimiyle, içimizden dışımızdan zalimce, zalimane geçen zaman la yarışa çıkmış gibi idi.
Arı gibi çalışkandı. Şimdi ölümü dolayısıyla biyografisine bir göz atınca on iki şiir kitabı, dört radyo piyesi, kendi alanında ilk sayılacak isimler ve eserler sözlükleri ve Knut Hamsun’dan, Miguel de Unamuno’dan, Rainer Maria Rilke’den, Heinrich Heine’den, Gerhardt Hauptmann’dan, Hermann Hesse’den, Thomas Mann’dan, Strindberg’den, Eichendorff’dan, Lagerlöfden, Eich’den, Böll’den, yeni Alman yazarlardan otuzu aşkın çevirisinden oluşan yapitlarının bolluğu, çeşitliliği ve hepsinden önemlisi değeri önünde saygıyla şapka çıkarmak gerekir.
Oğlu Can’ın Hayatta en çok babamı sevdim adlı şiirinde, Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi diye tanıttığı Hasan Âli Yücel, maarif bakanlarımızın en verimlilerinden de biri olmuştu. Köy Enstitüleri ve Batı klasiklerini dilimize çevirtmek, onun tarihe geçmesini haklı olarak sağladı. Özel meclisinde son derece neşeli, canlı bir insandı. Her kelimenin çağrışımı ile bir divan şiiri, her durumun itisiyle bir hikmetli söz patlatmada üstüne yoktu. Kültürle yüklü idi ve bulunduğu her mecliste bu birikiminden cömertçe başkalarını hissedar ederdi. Çok da güzel sesi vardı. Atatürkçü kuşağın olanca coşkusunu ve işinimini yaşamının sonuna kadar taşıdı.
Vefakârlık, her uygar ve kültürlü insan gibi Hasan Âli Yücel’in de en belirgin vasıflarından biriydi.
Rahmetli dostum Ahmet Hamdi Tanpınar’la en çok konuştuğumuz konulardan biri buydu. Olgunluğun şaşmaz kıstası olan alçakgönüllülük Tanpınar’ın başlıca vasıflarından biriydi. Bir gün bana o kısık sesiyle; Onların yanında ne kadar eksik olduğumu fark ediyorum demişti. Bunlar tümü ile Batılı insanlar. Osmanlılığı aşmışlar. Ben onların yanında onlarla, ortak yanlarımla övünüyor ama onlardan eksik yanlarımla yeriniyorum.
Henry de Montherland’ı alalım: Onun vakarlı yazı üslubu ile yaşamının üslubu aynı değil miydi? Dramatik sonu bile bu yaşam üslubuna en yatkın noktalama olmadı mı? Sakallı Celâl, Neyzen Tevfik, Halikarnas Balıkçısı gibi, kişilikleri uğruna arkalarındaki bütün gemileri yakıp ona uygun bir yaşamı sürdürenler caba.
İnsanların olduğu gibi, tüm eşyaların da zamanla bir yarışı var. Akıntıya kürek çekercesine Her seferinde de bu yarışın galibi aynı oluyor: Zaman. En gergin tenleri kırış kırış eden, en parlak bakışları donuklaştıran, en uyanık zekâları bulandıran zaman, gemilerin de çeliğini, motor gücünü, koordinasyon yeteneğini yıpratıyor, yaşlandırıyor.
Zenginlerin, fakirlerin, sivillerin, askerlerin, memurların, vurguncuların, hasılı ülkenin her çeşit insanlarının çocuklarını okutmakla yükümlüdürler. Alçakyürekli olduklarından, bu işi pir aşkına yaptıkların dan, toplum onları hiç değilse, platonik olarak onurlamak gereksinmesini duyar. Hocaların eli öpülür, sırtı okşanır. Konuşma sırasında kendilerine Hocam diye hitap edilir. Onlar da bu kadarcık pohpohdan sevinirler, duygulanırlar.
Bir tiyatro sanatçısı yaşamdan ne bekler? Kendini doyuran roller oynamak. Birtakım kişiliklerin kalıbına girmek, onlarla özdeşleşmek, alkışlanmak.
Tiyatro sanatçılarının yaşamöyküsüne bir göz atın. Altmışını aşan oldukça azdır. Çoğunluk dünyadan genç yaşta ayrılır. Bu belki de yüksek voltajlı yaşamanın bir kefaretidir. Yıpratıcı bir mesleğin, önünde sonunda bünyeleri yakması, yıkması sonucudur.
Tecer’in doğa sevgisi de çok köklü idi. Bunu şiirlerinde olduğu gibi, yaşamının her ânında da izlemek mümkündü.

“İstemem başımın üstünde dam
Tabiat odam.”

diye başlayan şiiri Tecer’in âdeta pantheist doğa sevgisini en belirgin olarak dile getiren şiirdir. O şiirin son mısrasını bir vasiyet sayan sayın eşi, onu mezarına kitabe olarak yazdırmıştı.

“Üstümden kalkmasın çimen, çiğ, yosun Ruhum uyusun.”

Sabahattin Eyuboğlu, elinde bir değnek, yıkık duvarlara astığı röprodüksiyonlar üzerinde Rönesans ressamlarının kompozisyon kaygısını anlatırken, Ahmet Kudsi Tecer, folklor konuşmaları yapıyor, Hikmet Şimşek ve Faruk Güvenç, Erdek kahvesindeki halka teksesli müzikle çok sesli müziğin farklarını aletler üzerinde gösterirlerken, ben de Balıkesir’den, Adana’dan, Kayseri’den gelen tiyatrosever gençlere Antik Grek tiyatrosunun halkla nasıl bütünleştiğini açıklamaya çalışıyordum.
Herkes başkasını kendi alışkanlıklarına ve ölçülerine göre yargılar. Bunlara uymuyorsa yadırgar. Aliye Berger bu toplumun basmakalıp ölçülerine pek uymuyordu.
Şakir Paşa gibi uyanık, kültürlü, hepsinden de önemlisi, ressam bir babanın ulbünden geliyordu. Gözünü açtığı çevre yağlıboya kokuyordu, kitap kokuyordu. Ağabeyi Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) yazar olmadan önce resim tahsil etmişti. Ablası Fahrünnisa ilerde ressam olacaktı. Aliye’nin çocukluğu bu sanatçı ve aydın ortamda geçti.
Sait Faik’in erken ölümü ikimizi de çok sarsmıştı. Cenaze dönüşü yine beraberdik. Hiç unutmam, Çelebi, Şu anda bile ölsem gam yemem. Yine de Sait’ten şanslı sayılırım deyiverdi.
Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek için söyleyelim ki, Mustafa Kemal erkek olarak her yaşında döneminin en yakışıklı insanlarının başında gelirdi. Kolağası iken de bu böyle idi, başkomutanken de, cumhurbaşkanı olduğu zaman da.
Orta boylu ama yakışıklı endamı, parlak sarı saçları, gür kaşları, iki omzunun ortasında benzersiz bir güven ve dinamizmle dimdik taşıdığı vakur başı, insanı delip geçer hissi veren mavi bakışları, her kadını, her genç kızı, ilgisiz bırakmayacak harici nitelikleri idi. Manevi özellikleri de caba. Bunların başında dehası gelir.
Sanat tarihimizin inceliklerini edebi bir dille, onun kadar sevgi ve vukufla okuyucuya getiren bir benzerini tanımıyorum.
Herkesin sıcak evine, kendini bekleyenlerin yanına döndüğü akşam vakitleri Ahmet Hamdi’yi Narmanlı Yurdu’ndaki bekâr odasında yalnız plakları ve kitapları beklerdi.
Yaşamayı böylesine seven, onu bir sanat haline getiren, her ânının tadını çıkarmayı böylesine âdet edinen az insan tanıdım. Bence, hoca, şair, romancı kişiliklerinden önce, onun bu yaşama sevinci dolu bohem yanı, ömrünü estetik ve düşünsel bir yoğun yaşantılar halkası yapmak isteyen yanı, daha ağır basardı. Bu yanıdır ki, bütün öbür kişiliklerini zenginleştirir, böylesine içten ve sıcak yapardı.
Abdülhak Şinasi Hisar, hiç şüphesiz romancılığımızın seçkin bir yazarı olarak kalacaktır. Romanda vakaya değil, his ve düşünceye bir de üsluba değer verirdi.
Gerçekten de Abdülhak Şinasi Hisar’ın hâlinde bir Grand Seigneur hâli vardı. Vekarlı ve dalgın. Özel yaşamından çok bahsetmezdi. Hiç evlenmemişti. Bunun nedenini merak eder, ama nezaket ve protokol belası, soramazdım.
Nasıl Halit Ziya Uşaklıgil kendi imajını Paul Bourget’ye yakın görüyorsa, Hisar da kendini herhal de Marcel Proust’la akraba sayıyordu. Mektebi Sultani’de okumanın verdiği avantajla Fransız edebiyatına yabancı değildi. Fransız yazarları içinde kendi dalga uzunluğunda olmayanları bir kalem geçip, kendi mizacına yakın saydıklarını ayrı bir tahta oturturdu. Türk yazarları içinde en de ğer verdikleri başta Yahya Kemal olmak üzere Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu idi.
“Bizde ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisizdir.”
sakal deyip geçmeyelim. Sakalın çeşidi var. Keçi sakalı var, didon sakal var, kıvırcık sakal var, çatal sakal var, tahta sakal var, yanak sakalı var, .
Ölürse ten ölür
Canlar ölesi değil
Ölürse ten ölür Can’lar ölesi değil
Hiç değilse, sağlara gösterilmeyen vefa, ölülerden esirgenmese
Sevgi, bütün bu ayrılıkları yok etmiştir
Rastlantılar bazen insanların yazgısı olabiliyor
Hiç mi içmezsiniz? diye sordu.
Hiç içmem dedim.
Sigaranın birini yakıp öbürünü söndüren ünlü yazar;
Ya içki? dedi.
Onu da içmem dedim.
Tepkisi şöyle oldu:
Sigara ve içki içmeden nasıl yazabiliyorsunuz hayret!
Karamsarlık bugünün güneşini, yarının bulutları ile örnektir.
Sanırım bir düş içinde yaşardı. Onu bu düşten uyandıracak kaba gerçeklerden mikroptan kaçar gibi kaçarak.
Bizde ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.
Devletin kendini dışarıya tedaviye göndermak için pasaportlar çıkarttığı, döviz sağladığı bir anda da bunu kendine çok görmüş: “Bu memleketin parasına yazık değil mi? Öleceksem burada ölürüm” demek yüceliğini, tokgözlüğünü alçakgönüllüğünü son nefesine kadar sürdürmüştü.
Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?
Sait Faik, insanları çok severdi. Ama kendi hayatında, anasının sevgisi dışında, aradığı, özlediği sevgiyi bulamadı. Buna aç gitti. Bu özlemi çok duydu. Biri ona seslensin, onu arasın, çok isterdi. Burgaz yollarında yürürken;
Hişt hişt diye bir ses duyar gibi olup, arkasına bakışını, kimseyi bulamayışını anlatan Hişt, Hişt!.. adlı hikayesi şöyle biter:
Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları
– Hişt hişt
– Hişt hişt.
– Hişt hişt.
Küsebilmek her babayiğidin harcı değildir. Küsebilmek, tutarlı bir kişilik ister her şeyden önce. Küsebilmek, birtakım ilkeleri olmak, onlardan fedakarlık etmemek demektir. Hatta hatta, küsebilmek birtakım insanlara, müesseselere sıcak bir güven yatırımı yapmış ve düş kırıklığına uğramış olmanın haklı bir öfkesi de sayılabilir. Yüze gülücülüğün, giden ağam, gelen paşamcılığın, bütün dünya ile yüzsüzce bir barışıklığın at oynattığı bir aydınlar ortamında sade küsebilmek bile, insanı ödüncülerden ayıran bir nitelik oluyor.
Oysa şiir bir gösteriş, karşı cinse karşı kendini bir beğendirme çabası, bir moda, gelgeç bir ruh hali değildir. Dünyaya bir bakış açısıdır.
Zincirlerle çekiyor, işçiler
Güneşi yatağımın başına,
Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle
Güneşin karşısına?

Kuşlar başucuma toplanmış,
Perdeleri açılıyor, sabahın;
Ben nasıl sokarım bu tembel vücudu
Bahçesine, Allah’ın?

Ölüm, insanı, kendini sevenlerin ortasında bulsun isteriz. Gözkapaklarını en sevdikleri kapasın dileriz. Gurbette ölmek, iki misli ölmek gibi gelir bize.
Çelebi, yolunu ve asrını şaşırmış bir derviş gibi onu çok yadırgayan hoyrat bir çevrenin içinde bir gün sızlanmadan, kimseyi bir an töhmetlendirmeden, olgun bir hoşgörü ile sessiz sedasız yaşadı. Yine bir ekim sabahı, Gureba Hastanesi’nde öyle alçakgönüllü ve sakin, kimseye veda etmeden, kimseyi üzmek istemeden, gideceğine dair en küçük bir işaret vermeden sessizce aramızdan uzaklaştı gitti. Küplüce Mezarlığı’na defnedildi.

O şimdi artık çok sevdiği Davut’larına, İbrahim’lerine, Ferhat’larına, Cüneyd’lerine, şark masallarının sihirli dünyasına kavuşmuş bulunuyor. Herhalde mutludur. Burada bile mutlu olmayı becerdikten sonra

Bazı şeylere uzaktan bakmak, onlara onlarda olmayan bir boyut kazandırır. En azından ona bakanın ona giydirdiği varlığın boyutu. Onlar konuşmamalıdırlar. Konuşmadıkça büyürler. Onlara yaklaşmamalıdır. Yaklaşınca her günkü gerçek ve çoğu zaman yavan yanlarını da ele verirler.
Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
Ne kalıyor geriye yüzyıllardan
Rastlantılar bazen insanların yazgısı olabiliyor.
Bizde ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.
Dümeni bozulmuş, karaya oturmak üzere Doğu’ya doğru giden bir gemide, arkaya doğru koşup Batı’ ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolcular.
Ahmet Rasim Usta, Uzun yazarsam yarım altın isterim demiş. Kısa yazarsam bir altından aşağı olmaz.
Rasim Usta, senin bana o uğurlu ve bereketli elinle hediye ettiğin ucu lastikli kalemin bunda muhakkak payı olmalı.
Bu gelgeç, kapkaç ve uçarı ortamda tüm varlığını bir ömür boyu tek bir amaca adamak başlı başına bir marifet
Şimdi artık sadece bir tatlı anı olan o günleri yeniden yaşar gibiyim.
Ölebilirim genç yaşımda
En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim
Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda
Sevgilim
Seni bir akşamüstü düşündürebilirim
Her ben dolaylı şekilde bir seni anlatış bir senden yakınıştır çünkü benim yerim senle onun arasındadır ve o değildir. Bana yakın olan sensin. Ben ben olsam dilbilgisi kitaplarında tekil şahıs zamirlerini şu sıraya göre düzenlerdim: Sen ,ben ve o Başta sen gelir çünkü ben diye bir şey yok sen olmadıkça
İnsanı hayvandan ayıran özelliklerin başında vefa gelir.
Küsebilmek her babayiğidin harcı değildir. Küsebilmek tutarlı bir kişilik ister her şeyden önce. Küsebilmek birtakım ilkeleri olmak onlardan fedakarlık etmemek demektir. Hatta hatta küsebilmek birtakım insanlara müesseselere güven yatırımı yapmış ve düş kırıklığına uğramış olmanın haklı bir öfkesi de sayılabilir. Yüze gülücülüğün giden ağam gelen paşamcılığın bütün dünya ile yüzsüzce bir barışıklığın at oynattığı bir aydınlar ortamında sade küsebilmek bile insanı ödüncülerden ayıran bir nitelik oluyor.
Yarınsızlık kadar bir sanatçıyı yıkan şey yoktur
Ahmet Selahattin Kurtuluş savaşını ve zaferi göremeden gözlerini dünyaya kapar. Öldüğünde 42 yaşındadır ve cebinden yalnız 75 kuruş çıkar. Bütün bu ayrıntıları nerden mi biliyorum?
Kendisi babamdır da ondan
Karamsarlık bugünün güneşini yarının bulutları ile örtmektir.
Zincirlerle çekiyor işçiler
Güneşi yatağımın başına
Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle
Güneşin karşısına
Kuşlar basucuma toplanmış
Perdeleri açılıyor sabahın
Ben nasıl sokarım bu tembel vücudu
Bahçesine Allah’ın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir