İçeriğe geç

Ölüm Odası – B-Yedi / Matla Beyitler Kitap Alıntıları – Salih Mirzabeyoğlu

Salih Mirzabeyoğlu kitaplarından Ölüm Odası – B-Yedi / Matla Beyitler kitap alıntıları sizlerle…

Ölüm Odası – B-Yedi / Matla Beyitler Kitap Alıntıları

Abdullah bin Mesud Hazretleri’nden rivayet:
Allah Resûlü elindeki bir çubukla toprak üzerine bir KARE çizdi. Sonra bu şeklin ortasından dışarıya doğru bir çizgi çekti. Sonra bu çizgiyi KARE içinde kesen çizgiler. Sonra şöyle buyurdu:
– “Bu karenin merkezi İNSAN’dır. Çevresi de, onu her tarafından kuşatan ECEL’i. KARE’nin merkezinden dışarı çıkan çizgi, insanoğlunun tükenmez arzu ve emelleridir. Kare’nin içindeki küçük çizgiler de, insanın başına gelecek kaza ve belâlardır; eğer bunlardan birini atlatırsa, öbürüne yakalanır ve onu da atlatsa ölüm çemberini aşamaz!..
– ( ) NİSBET: Mensubiyet, bağlılık. Kulluk, kölelik, esirlik. Kıyaslama, ölçü. İnat olarak, “rağmen” yapılan iş. “Nisbî-izafî, izafetle, arizî”.
( Basit lûgat anlamıyla, “atomlar arasındaki boşluğu dolduran ve ışığı ilettiği farz edilen, esnek, akıcı, ağırlığı olmayan bir madde” esir; topyekûn Kâinatla birlikte, insanda özelleşerek ruhî bir nitelikle ve zekâî kıyas ve ölçü -kullanımı- ile, “nisbet” keyfiyetinin “esîr özü” olarak kendileşiyor… İspanyolca’da, “elenerek ulaşılan-elenerek kalan” anlamında ve “kendinden geçirici” mahiyeti ile bir koku olan “eter”e “lokman ruhu” denmesi, onun “kuşatan”da yerini gösteriyor…
– ( ) İNSAN, nisbî ve arızî bir varlık; bizzat bu hususu ESÎR olarak ruhî mahiyete kadar işaretleyince, “rîh-ruh-yel, koku”, ALLAH’tan gelen yalnız ruhtur, “ruhî de İNSAN hakikati” kendinden ortaya çıkıyor… RUH, kelâm üstü bir güzellik; ruhî, TAGİ, yâni taşkınlığını, müsbet veya menfiye meyilde ifâdelendirebilir, bu yüzden de nisbet edilecek ölçü de RUH’tan, yâni Allah’tan beklenir. Kelâm üstünün görüneceği kelâm; doğru ve iyi içinde güzelin hakikatini veren, nisbet sahiblerinin de hisselerince erdikleri … İnsan bir arıza, arızalı, arîzi; İNSAN’ı Cennet’ten düşüren ve mahlûkta en yüceliğini göstermesine imkân da buradan doğuyor…
– ( ) Fiziğin, “ihtimâller âlemi”ne âit fizikî değerlerle ifâdesi olan “atomaltı parçacıklar fiziği”nin elektrik ve ışık enerjisinin nakli hususunda “sabit değer” olarak görülen “esîr” maddesinin, bir başka görüşle ışık ve elektriğin sadece “dalga” hâlinde değil “kesik kesik paketler” hâlinde de yayıldığının tesbiti, “Einstein’ın esîri geçersiz oldu” diye beyan olunmuştur; “esîr diye bir şey yok!” değil de, “Einstein’ın esîr hakkındaki görüşü” şeklinde anlaşılmalıdır… Fizik ilminde bütünlüğün sağlanabilmesi cümlesinden olarak bu mesele, kastedilen bütünlüğün maveraî âlem ölçüsü olmadan ve ona nisbet düşünce ve müşahede bulunmadan, sayısız ihtimâllerde gezeceği bir bedahet. İhtimaller de, bir hak hukuk içinde aranması gerekendir… ESÎR’in, sadece maddeyi kuşatan olmadığını, hakikatinin kuşatan karmasında bulunduğunu göstermiş –çalışmış– bulunuyorum
– ( ) Maraziyyat, hastalıkların sebebini, doku ve organlarda oluşturduğu yapı bozukluğunu, en büyük ve en küçüğüne kadar tahlil eden bir ilimdir; zihni marazların bir kısmının beden dolayısıyla vukuu bir bedahet… Ancak, ruhî maraz sadece beden faaliyetleri ile ilgili olsaydı, “ruhiyat” diye ayrı bir ilme lüzum kalmazdı; beden sağlamsa, ruhî maraz yoktur… Ruhî marazlara karşı bedenî ilgiyle ilâç tedavisi, faydalı ise faydalı; ama buradan hareketle ruhî-zihnî marazın sebebini bedenden gayrı görmemek, beden iptali ile hiçbir maraz kalmayacağı mantığına da yol açar. Gaye “ruhî maraz”ın gitmesi ise, toptan gider. “Gaye sağlık” denecekse, ilâçla vücudun kazandığı durumun, vücudun tabiî hâli olmamasıdır ki, –yan etkilerle, birtakım fonksiyonların ona uyum fedakârlığı–, bu takdirde vücudun “fayda ne ise”, ona uydurulması söz konusudur. Bu ise, zihnin bedenin her yerinde oluşu…
Müsebbih: Allah’ı tesbih edip anan.
“Sakın deliyi misâl vermeyin, bilmediğiniz bir hâl, Allah’ı tesbih ve anması onun kendi hâlindedir.
Nasıl ki hayvan, nebat ve madde bile tam bir teslimiyetle kendilerine mahsus tesbih ve anma içinde; ki o bir insan!”…
– ( ) Allah’ın gönderdiği elçiler olmasaydı, insanların doğru yolu bulamayacağı beylik bir ifâde, “doğru yol – niçin?” derdi de olmaz, “iyi ve kötü” değer ölçüleri bulunmayan ve içgüdü içinde yaşayan “sonu yokluk” hayvanlar gibi olurlardı.
“Hata ve sevab”, bedelini görecekleri bir âleme âit “devamlı hayat”tır.
Bunu tersinden de göstermiş olanlarsa, Peygamberler…
Muzîk-Mudîk: Sıkma. Sıkıştırma… Aklınıza hemen müzik’in gelmesi tabiî bir şey… “Müzik sıkıcıdır!” şeklinde acele bir hüküm çıkarabilirsiniz; ama aslında, “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur, çünkü güzel aldatıcı da olabilir!” hakikati, yâni Hakkın bu katı aklınıza gelse daha doğru olur – çünkü en saf sanat olan müzik, güzelliği nisbetinde “nüfuz edici” bir sıkıştırıcıdır. Sıkıştırmada istenilen “terbiye edicilik”e dikkat. Nasıl ki, mobilyacıların “işkenceye almak” tâbir ettikleri “presleme-sıkıştırma” ile mamul ettikleri eşya malzemesi ve eşyaya şekil vermeleri… Musiki’nin tehlikeli oluşu da bu yüzden; sözsüz bir biçimde en saf “zevken idraka hitab” bir iş ki, veli çapında bir zevk idrakı olmaksızın insan nefsi ne alıcı olduğunu bilmez – inceler incesi bir idrakla teşhisi kabil bir mevzudur…
FUZULÎ’den bir MATLA’ Beyt:
Nurunu Mah Mihr-i Ruhundan alır müdam
İnkâr ederse şehr güvandurur tamam…
Birinci mânâ: Ay, nurunu Şems-i Bâtından alır devamlı /İnkâr ederse Allah Resûlü tamamen şahidimdir… İkinci mânâ: Ay, nurunu Bâtın aşkından alır devamlı / Şehir bunu bilmeyip inkâr ederse, şâhidimdir “tamam” olan… Üçüncü mânâ: Ay, nurunu Ruh Güneşi’nden alır / Muhal farz ŞEHR inkâr etmiş olsa, Şâhidimdir tamam- “Mutlak eksiksizlik”… Üçüncü mânâda, şahıs putlaştırmasına karşı mânâ açık: “Şahıslar putlaştırılamaz!” derken, şahısları “kendi kelliğine indirdiğini” anlamayan bir putlaştırma içinde onlara ithaf, ne güzel bir beyt. İdrak sahibiyle, geveleyen arasındaki fark
– ( ) İlâhî ibdada rastgelelik yoktur; bu mânâda anlaşılmak üzere, “Hâkim, mahkûmun fiiliyle bağlıdır!”… Allah’ın ilmi -sıfatı- her şeyi ihata eder; ve “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım!” âyeti… Allah’ın bütün isimlerini ve dolayısıyla topyekûn varlığı ihata eden RAHMET sıfatı da dahil, -ve hayâl-, O’nu kuşatmaz; demek ki “Allah ve Resûlü’ne eziyet edenler” şeklindeki karşılıklı tesir ifâde eden hükümlerde “müteessir”in rastladığı nokta, “kuşatan” tâbirine giriyor; Mutlak Tevhid bakımından, o nokta da onun bilinmek üzere… “Hak benim!” misüllü sekr ânında ağızdan kaçırılan sözlerin içyüzü de budur; idrakın aczini idraka varmış ve “Allah’tan başka her şey bâtıl!” kaybolmuşluğunda olmayan bir şuurla söylenirse düpedüz küfür olan bu sözler hakkında şuurlunun anlaması gerekenlerde bunlardır!..
DEST: El. Kudret. Alî makam. Fayda. Yardım. İkmal. [ ] Allah’ın niteliksiz -bilinmez- Zâtî suret sıfatlarından EL sıfatı… “Allah’ın eli topluluk üzerindedir”… Topluluktan kasıd “kalabalık” değil; “fertte toplu topluluk hakikati” olarak HAKİKAT-İ Ferdiyye’de, Allah Sevgilisi’nden başlar. [ ]
“Allah’tan başka her şey bâtıldır!” ölçüsü, “Mutlak Tevhid mümkün değildir”in aslını yaşayanlarda… Malûm mânâda topluluk da, onların topluluğu asıl olmak üzere, ­-cemaat o-, cemaat denmeye değer ne varsa; cemaatin aslı bilindikten sonra, “Allah, kullarını da kendi istediği gibi yarattı!” sırrında düğüm!..
Almanca, GEIST: Ruh. Hayat. Kuşatan. Ân. Akıl. Zekâ. Zihin. Beyin. Espri, ruhî. Nükte. Nokta. Deha. Jeni. Hayâl.
(Geist, Batı felsefesi ve ilminde, belirttiğimiz lügat temelinde hepsi kendi fikir ve ilmi renginde türemek üzere kullanılan ve İBDA Diyalektiği’nde benim “ilim malûma tâbidir” hakikati bakımından “Küllî Ruh” ve “Malûm” karşılığı olarak kullandığım… İlim, malûma tâbidir; malûm, “bedahet ve mütearife” dediğimiz apaçık hakikatlerdir ki, eşya ve hadiseye yanaşan inşan şuuru en basitinden başlayarak bunları kendi yuvasında bulur – yâni temel ruhta…
Divan Edebiyatımız Şairleri’nden NABİ’den bir beyit:
Lü’lü-i tevriye vü gevher-i iham o kadar
Görmedik çıktığını hak bu ki bir deryadan…
“Tevriye incisi ve vehim veren hakikat, o kadar; görmedik çıktığını hak bu ki bir deryadan!”… Her şey O’ndan, O değil hakikati ile “İnsanî hakikatin mutlak meçhullüğü”; bildikçe acıktıran bir iştiyaka ne güzel bir idrak mahsulü beyit… Bütün derinliği içinde hep mahrumluğu gösteren mevzulara da tatbik edebilirsiniz… [ ]
TEVRİYE-Vera, yâni “arkası, ötesi, gerisi” kökünden gelir. Gizlemek, gizli tutmak. Bir kelimenin birçok mânâsından en uzak olanının kastedilmesi, kullanılabilmesi. “Su verme. Derin derin, inceden inceye düşündürme, düşünme”:
MUKALLİD-Taklid eden. Bir şeyi boynuna asan. Kuşatan.
(Üstadım: “Varlık kelâmla çerçevelendi ve insan kelâmla mühürlendi!”…
İnsan, hadd-i zâtı ile nasibi kendini kuşatan ve kuşatılandır; onu kuşatan da Allah’ın esrarı…
İNSAN, Allah’ın halifesi olmakla O’nun marifetine ermeye memur, bu mânâda anlaşılmak üzere mukallittir!)…
– ( ) Her birinde her biri bulunmak üzere bir halita olan bu âlem; her birinde her biri olmak, “hisse” sahibi mânâsına bir “karışıktır-halita”dır.
Yoksa, şahsiyetli olan mânâların bunu kaybetmesi olarak değil… Mavera’üttabia-Metafizik. Fizik âlemin maverası, ötesi, tabiat âleminin ötesi, maverası
HENDESE-Geometrî. Bir şeyi sınırlayan, kuşatan şekil, ölçü.
Enderunlu VÂSIF: “Hendeseylen mi yürürsün gayrı yetmez mi edâ!”… Ölçü başka, edâ başka; biri metod, öbürü üslûb…
Geometri, gerek klâsik, gerekse feza, “yeryüzü ve gökyüzü”nün mekanî özelliği içinde “hadiseye yanaşan insan şuuru” olarak empoze edilişini onlardan almış olsa da, neticede beş duyu dışı aklî bir ilim olmakla onların “mümkün olma özelliğiyle” gerçekleşecek ve gerçekleşebilecekini de karşılayandır; mücerrede kaçtıkça akliliği, kuşatan oluşu…
– ( ) Estetik bahsiyle ilgili tefekkür hâlindeyim.
Çok net düşünüyorum ve uzun sürüyor. “Güzel, sınırda sınırsızlıktır!” veya “Güzel, şekil içindeki sınırda, sınırsızlıktır!” diyorum…
BEDİ’: Eşi benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. Garib. Acib. Benzersiz yaratıcı. Yeni bulunmuş ve görülmemiş tarzda olan. Allah’ın, “misilsiz yaratıcı” mânâsında ismi
Âyet meâli: “Sana ruhtan soranlara de ki, size ruhtan çok az şey bildirilmiştir!”… Güzel, ruhun; doğru, aklın; iyi, amel ve faaliyetin değer ölçüsüdür…
Ve iç içe…
“Allah’tan gelen her şey yalnız ruhtur!”; ruhtandır…
– ( ) Allah’ı tenzihte en ileri giden Allah Sevgilisi’dir:
“Allah’tan gayrı ne varsa, bâtıldır!”; her erişle, erişten öte olan var…
“Müminin miracı namazda secdedir!”; MİRAÇ mucizesi ile kıyas değil, “Allah insana şâhdamarından daha yakındır”, hisse işi…
– ( ) Bir riyazette nefsin köpek suretinde ötede duran yiyecek tabağına uzanması üzerine, İmam-ı Âzam Hazretleri’nin “senden kurtuldum, artık içime almayacağım!” demesi, Allah’tan hitab, “Onu içine al, biz seni onunla seviyoruz!” buyruğu; Allah, açlığı, insanın kendisini muhtaç olarak hatırlaması ve şükr etmesi için yarattı. Mesele, nefsin bu yönünü köreltmek değil, terbiye etmektir. İnsan, nefsin temayüllerini Allah ve Resûlü ölçülerine uydurmak için yaratıldı ve bu bakımdan meleklere üstün kılındı…
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
– ( ) “Allah bize bizden yakın ve ne ZANN edersen O değil, bizden uzak”; değişmeyen, O’nun yakınlığı ve uzaklığı…
Şuna dikkat:
Allah’ın hangi ismi olsa, insan o ismin ZAHİR olmasındadır – nitekim, Allah’ın isimleri karşısında, âlem, makam ve mertebeler
– ( ) KUR’ÂN, Arabça’dır; Arabça bilmeyen?..
Bu meseleyi, “meâl”in ıstılah-kavram anlamı içinde ele alırsak, en basitinden, -Kur’an’ın nazil olduğu Arabça’nın bugün aynen kullanıldığını kabul edelim-, “Kur’ân tercümesi” diyemeyeceğimiz için, başka bir dilde onun mümkün olduğunca aslını tüttüren bir “yüzünden anlama”yı sağlamak niyetine bağlayabiliriz… “Kur’an tercümesi” tâbiri sakat olduğu için; tercüme, neticesi eksik veya fazla, bir nüfuzuna ermişlik, ayniyet iddiasına girer…
“Allah Kelâmı” denmesi aslı, onun uçsuz bucaksızlığı kimin haddine…
– ( ) Genel mânâda meâl, “ıstılah, kavram, mefhum, mevzu”, kulun âmeli neticesi onda bir billurlaşmadır; bu bakımdan bu güyâ keskinlik, havada “Kur’ânî Kavram” diye bir şey yoktur, o şuura hitabedende “oluşan”dır.
Her mevzu da, ne neyin gölgesi, asla bağlılık içinde kendi kavramını oluşturan; bu şuur olmadan, meselâ fizik, lâfların arasına “Allah, Peygamber” lâfzını sıkıştırarak onu İslâmî yaptığını sanar gibi, oluşmuş kavramları ezbere kullandığı[nı] anlamadan onları lâf arası kullanarak güyâ “Kur’anî Kavram”la konuşuyormuş…
– ( ) “Tarih’te gerçekçilik” diye, “gerçek”in değer hükmü üzerinde hiçbir kanaati olmaksızın ve onun üstünde bir murada yükselmeye bağlı niyeti bulunmaksızın basit bir “belden aşağı” muhabbetine vesile seyirlik üretenler için de bir ikaz olmalı; meselâ tenasül uzvu, tıbta bütün açıklığı ile bir gerçeklik istiyor diye, onunla basit bir seyir mevzu içinde kalanlara aynı değer midir? Birinde sıhhat, diğerinde “haya” mevzuu olan aynı “gerçek”… Haya, “sıhhatli ile sıhhatsiz” meselesinde, “neye göre?” deyince bir değer ölçüsüdür…
Nasıl anlatmalı? Buyur sanat!.. Sanat: “Ne dedi değil, nasıl söyledi?”…
Ehl-i diliz felekte belâmız budur bizim
Tuttuk reh-i sevâbı hatâmız budur bizim
(Nedim).
(REH-İ Sevab-Doğru yol. Sevab yolu. Sevab metodu)
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
META: Şey. Yük. Arka yükü. Hediye. Geçimlik. Nasib. Satılık, alınacak kumaş, etof. Mal, sanat. Âlet, “faal”. Faydalı. Yitik. “Fire, fazlalık. Ateş”…
Her şeyde parçaların toplamından fazla bir şey vardır; her şeyde, parçaların hareketinden fazla bir hareket vardır…
FOR: “İçin, uğruna, yerine, namına, karşılığında” mânâlarına gelir…
Türkçe ifâde edelim: META-FOR, Allah’ın halifesi olarak yaratılan insanın “kabul edici” vasfındaki nefsinin boşluğuna ve açlığına karşılık gelen yitiğidir… Hadîs: Hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır!”…
– ( ) Tabiat, maddeden insana topyekûn varlığın “zâtî mahiyeti, karakteri, huyu”dur… Küllî Ruh’un isimlerinden “Şems-i Batın”, zâhir Güneş’i kendine mecaz kılar… Mecaz, hakikate köprüdür; bu mânâda nefsin kendi de mecazdır. Halk Âlemi ile Allah’ın Zât Âlemi arasında bir KÖPRÜ-BERZAH. Berzah, kendisine Berzah olmamakla, İnsan’ın Allah’a kendi varlığıyla delil olmasıdır; bu idrak, insan nefsinde örtülü veya açık.
Bu husus, nasibince her nefsin RUH’tan aldığı bir BAC’tır: Vergi. Renk. Çeşit…
AYN: Göz. İnsan, Allah katında bakan bir göz gibidir, bu yüzden ona “insan” ve “halife” dendi. İdrak. Pınar. Kaynak. Ruh. Zât. Eşyanın hakikati. Kavmin şereflisi. Altun. Casus, arayan, soran. Her şeyin en iyisi. Muayene etmek. Ayna.
“İnsan, mahlûk hakikatinde Allah’ın tecelli ettiği bir aynadır”; her şeyin bâtını, içyüz hakikati insanda toplanır, İnsanın bâtın sureti de Allah’ın bilinmez Zâti sıfatlarından “Suret”i üzere…
Mahlûkat’ın en şereflisi olma istidadı yalnız kendisine mahsus olan insan, “Batn-Beden cinni” olarak sonradan, yâni yaratılmıştır; ezelde
– ( ) Biz tabiat deyince, genel olarak “bitki, hayvan ve insanı” kastediyoruz; maddî varlıkları da içine alıcı bir genişlikte de anlasak, varlıkların onlara mahsus “huy ve karakterleri” gibi bir içyüz hakikatlerini pek değil…
Oysa, beylik canlı vasıflamasının dışında kalan maddeye kadar sari bir hakikattir bu; Tabiat, insan kalbinde mertebesi olan bir âlemin tab’ıdır genel kullanımda olan – buna da dikkat…
– ( ) Allah’ın bir ismi de, başsız ve sonsuz diri mânâsına gelen EL-Hayy…
Biz “hayat” sıfatını genel olarak “insan, hayvan ve bitki” ve “ölü hâli dışı” diye kullanırken, onun topyekûn varlığa şâmil mânâsı, “hayat, can”ın bir KUŞATAN içinde tezahürlerinden bilinen olduğunu gösteriyor. Bizim konuşmalarımız, onun tezahürleri üzerindeki akıl yürütme ve kategorize etmelerle ilgilidir; hayat, hayat olarak, hayatla bilinir, ama hiçbir şekilde izâha giren bir yakalama ve kelebçelenmeye girmez
– İNSAN “Vücud-Beden”i; “baş, gövde, kol ve bacaklar”… BATN, karın bölgesi ilgisinde, kalb dahil bütün organları toplayan, genel olarak da “iç organlar” mevzuunu kapsayan… Beyin, nasıl ki “düşünme merkezi” tarifinde bütün vücutta aranan ise, nasıl ki kalb “ruhun tecellisi” olarak bütün vücutta “nasılsız ve niçinsiz” bulunanın merkezi ise, BATN tâbiri içindeki organlarda her biri şu veya buna merkez bir nesne hüviyeti ile bütün vücuda âit-aranan “dirilik-canlılık”ın bulunduğu; bedene âit düşünce öncesi içgüdü ve irademiz dışında çalışan diye bildiğimiz bölgede…
– ( ) Enerji-Kuvvet’in, kendi içinde kuvvetlisinden zayıfına dönüşümü ve değişimine, mânâdan maddeye, bedenden ruha, nefsten söze ilgisi…
Enerji-kuvvet, bir istidat olarak mevzu edildiğinde, “kuvve” ifâdesine girer…
– MALÛM, “faal” diye, “fiil” sahibine denir; Allah’ın yarattığı bütün âlemler, “fiil” sıfatı eseri… Renk, varlık olmakla fiil eseri, varlık sıfatı ve sıfattır; neyin ne gölgesi olduğunca “renk” mevzuu, renk hakikati… Fiilin eserle görünmesi, eserin fiili delillendirmesidir; eser diye, şu içinde bulunduğumuz âlem misâl, temel “madde ve enerji”den başlayarak her şeyi koyabiliriz – ister basit, ister terkibî bir mahiyette olsun. Maddî ve mânevî her şeyi, nefsimizde karşılığı bulunduğu için tanıyan biz, rengi de “boya” olarak böyle tanıyoruz; fakat “enerji” dediğimiz zaman onun malûm “boya” olmayabileceğine de dikkat…
Takdir ki mebnâ-yı sefâ ve gamımızdır
Bu bahsde erbab-ı hikem mülzemimizdir
(Nedim)…
“Kaderin takdiri ki, sefâ ve gamımızın esasıdır
Bu bahiste erbab-ı hikem gerekli yardımcımızdır”
– “Benim rüyâ gördüğüm sırada benimle konuşanı ve konuşulanı, yanımdaki uyanık bir kimse duymuyor diye, ben duymamış oluyor muyum?
Bunun isbatı, ancak aynen zuhur ile olabileceğine ve zuhur etse bile, tezahürlerinden anlama diye bir anlayış sahibi yoksa?”…
Mevzu renk ve mevzu bedende renk enerjisinin tesiri-tıbb… Renklerin insan gözü ile idrakı ve diğer canlılardaki görme ve görmeme ile, görenler arasındaki farkını, onun enerji şeklindeki idrak ve görmeyenleri de kapsayan bu tarafını birbirinden ayırmak gerek… İNSAN’dan ve görme ile ilgisinden başlayalım: “Bir şeyin görünmesi için, onu gören, görünen şey ve ışık unsuru lâzım!”… Görme hâdisesi, insan yönünden gözün saydam tabakasının o şeye mutabık hazır olması, görünen şey bakımından da eş zamanlı durmasıdır; kader sırrı zâhir olması… Karanlıkta her şey birdir; görülmez… Işığın her cismin kimyevî yapısında -ona mahsus yapısında- yansıması ise ayrı ayrı; burada dikkat edilmesi gereken husus, gözden görünene ve görünenden göze bir gelen giden olmamasıdır… Rüyâ görüyoruz: Gözlerimiz kapalı, hâliyle rüyâ ya, “mekân ve zaman” yok ama, “rüyâda geniş bir evdeyim, kırmızı bir koltuk var ve biri bana yarın gelmemi” söylüyor. Bu misâlde, rengin bir sıfat olarak durumu anlaşılıyor. Açık gözle görmeye gelince, “ihsaslar organlara kendinden bir şey yollamadan, görme idrakı gerçekleşmez!”…
– ( ) Kırmızı, mavi, sarı… Yeşil: Mavi ve sarı… Turuncu: Kırmızı ve sarı… Lacivert, mor: Mavi ve kırmızı… Kahverengi: Kırmızı, sarı, mavi… İnsan Bedeni’ne işlemiş ve onu çevreleyen yüksek elektrik yüklü muhite “Aura” denir… İnsanın enerji alanı, insan hayatının derinlikleriyle alemşümûl enerjiyi bir araya getiren bir vakıadır. BİR saye-sin’de olarak fizikî gövdeyi çevreleyen ve ışıklı yapı gösteren “aura”, alemşümul enerjinin insan vücuduna bağlı bir parçasıdır. İnsanın enerji alanının, maddi ve var olan cisimler üzerinde düzenleyici bir etki yaptığı, üç buudtan daha yüksek bir noktada olduğu düşünülür…
– ( ) Açlık, Allah’ın kendisine ihtiyaç için yaratıldı; insan için rahmet
Beden açlığı, o açlığa aslolarak böyle bağlı ve ibadet için yaratılan insana bu cümleden, sabır, şükür ve bütün ibadetlerini yapabilmesi için gerekli unsur…
– ABDÜLKADİR Geylanî Hazretleri’ne âit bir hâdise… Uzun bir riyazette; yâni, nefs tezkiyesinde “açlığın beslenmesi” şeklinde çok az bir gıda ile yetinmek ve tefekkür ve ibadet içinde bulunmakta. Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi veli tabiatler için riyazet hususunda verilen bu izâh çok basitleştirici olsa da, yararlıdır… Evet; Ve nefsinin bir köpek şeklinde ağzından çıkıp bir köşedeki yemek artıklarına doğru süründüğünü görüyor ve haykırıyor: “İyi ettin de içimden çıktın! Seni bir daha içime almayacağım!”… Hitab geliyor: “Onu içine al! Biz seni onunla seviyoruz!”…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir