İçeriğe geç

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş Kitap Alıntıları – José Saramago

José Saramago kitaplarından Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitap alıntıları sizlerle…

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş Kitap Alıntıları

Hayat böyleydi işte, kaşıkla verir verir ve sonra bir gün kepçeyle verdiklerinin tümünü geri alırdı.
Ölüm bunları yaşamaktan evladır.
Üstelik bu ayrıcalık yalnızca dindanlara bahşedilmemişti, ateistler, agnostikler, kâfirler, dinden dönenler, her türden imansızlar, başka dinlerin mensupları, iyiler, kötüler ve en kötüler, faziletliler ve maphiacılar, cellatlar ve kurbanlar, hırsızlar ve polisler, katiller ve kan bağışlayanlar, akıllılar ve deliler, hepsi ama hepsi, hem tarihin bu en büyük mucizesine tanık oluyorlar hem de bu mucizeden faydalanıyorlardı,
Eski dönemlerde kendi kişisel inancı değerlendirilerek bir bireye nasip olan mucize, şimdi daha bütünsel bir kapsama yayılmış, mucize kişisel olmaktan uzaklaşmış ve tüm bir ülke ölümsüzlük iksirine sahip olmuştu,
Belirsizliklerin her zaman bir bedeli olur.
Yanılıyordu, hayat her zaman onun düşündüğü gibi değildi.
Öğren artık, dedi kendi kendine, öğren aptallık etmemeyi, gerçek bir salak gibi davrandın, esasında bambaşka şeyler ifade eden kelimelere, kendi istediğin türde bambaşka anlamlar atfettin, sen bu anlamları ne bilirsin ne de öğrenebilirsin, bomboş, tertemiz ve herhangi bir yüz hareketinden öte bir anlamı olmayan gülümseyişlere inandın, beş yüz yıllık birikimi ardında bıraktığını unuttun, hem de bunu sana kibarca hatırlatmalarına karşın unutmayı tercih ettin.
Oysaki dünyayı anlayamadılar ve ne yaparlarsa yapsınlar anlayamayacaklar, çünkü yaşamlarında her şey geçici, eğreti ve çaresiz bir şekilde yok olup gidiyor, insanlar, tanrılar, her şey yok oluyor, hatta ben bile.
Her şey gibi kelimelerin de kendi neden, nasıl, niçinleri vardır. Gösterişli olan kimileri tumturaklı bir havada bize seslenirler, sanki büyük işler için yaratılmış gibi kasılırlar, ama sonunda hafif bir yel bile olmadıkları, bir değirmen kanadını bile döndüremedikleri ortaya çıkar; sıradan, alışıldık, her günkü kelimeler olan diğerleri ise kimsenin öngöremeyeceği sonuçlara yol açar, bu iş için doğmamışlardır ama yine de dünyayı alt üst ederler.
Felsefenin de aynen dinler gibi ölüme ihtiyacı olduğu için, eğer felsefe yapıyorsak, bu öleceğimizi bildiğimizdendir, montaigne bey demiştir ya, felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir.
dinlerin varoluş nedeninin temelinde, ölüm olgusu yatmaktadır, din ile ölümün ilişkisi ateş ile barut gibidir, ateş olmadığı sürece barutun işlevi olmayacaktır.
Gülenlerle ağlayanların nedenleri ortak olabilir hayatta.
İnanç sayesinde meraklı ruhları etkisiz hale getirmektir.
İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz.
Ümitlerin kaderi, biri yok olduğunda diğerinin ortaya çıkmasıdır, işte bu yüzden bunca hayal kırıklığına rağmen dünyadan silinip gitmemişlerdir.
Oysaki dünyayı anlayamadılar ve ne yaparsa yapsınlar anlayamayacaklar, çünkü yaşamlarındaki her şey geçici, eğreti ve çaresiz bir şekilde yok olup gidiyor.
Sözcüklere ne kadar dikkat edilse azdır, onlar da insanlar gibi bir fikirden diğerine geçiverirler.
Esasında kelimeler ağzımızdan büyük kolaylıkla çıkıverirler ve çoğu zaman biz bu sözcüklerin gerçekte ne ifade edebileceğini fark etmeyiz bile.
Hani derler ya, yaşamak ve görmek gerek, bu zamana bağlı bi sorundur ve bazı şeyleri görmek nasip olmazsa eğer, bu sadece yeterince yaşayamadığımızdan olacaktır.
Sessiz insanlar gürültülü düşünür.
Yaşam, enstrümanları akortlu da olsa, akortsuz da olsa, devamlı çalan bir orkestradır.
Siyah matemi çağrıştırdığı için pek sevilmeyen bir renktir ama unutmayalım ki matemi diriler tutar.
..ölümü kandırmaya gelen ölüler için acı çekiyorlardı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İşin kötüsü gelecek dediğimiz gün, bugün
Konuyu ne kadar dolandırırsak dolandıralım, dinlerin varoluş nedeninin temelinde, ölüm olgusu yatmaktadır, din ile ölümün ilişkisi ateş ile barut gibidir, ateş olmadığı sürece barutun işlevi olmayacaktır.
..ölümsüzlük bize varlığımızı armağan eden vatanımızdaydı,
Hiçbir mutluluk sonsuza kadar sürmediği gibi, mutsuzluk da geçicidir.
..şu anda eskiden olduğundan daha güçlü olmadığını bilmeli,tek fark,güçlü olmaya eskisinden daha kararlı olması.
Her millet hak ettiği hükümet tarafından yönetilir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hani derler ya, yaşamak ve görmek gerek, bu zamana bağlı bir sorundur ve bazı şeyleri görmek nasip olmazsa eğer, bu sadece yeterince yaşayamadığımızdan olacaktır.
salondaki kadınların en güzeli değildi belki ama güzelliğinde açıklanamayan, onu özel kılan, sözcüklerle anlatılamayan bir şeyler vardı, bir beyitte, çevirmenin hep ıskaladığı, bir türlü ifade edemediği gizli anlama, böyle bir anlam varsa tabii, benzeyen bir şeyler vardı güzelliğinde.
bütün bunlar yetmezmiş gibi, kendisine iyilik yapan sevecen birine, kendilerini üstün gören toplumsal çevrelerin, hakir gördükleri insanları kışkırtmak için yüzsüzce sarf ettikleri tarzda bir soru cümlesi yöneltmek üzereydi, Sen benim kim olduğumu biliyor musun.
Sonra ışığı söndürdü ve yatağına girdi. Uyumadı. Zira ölüm hiç uyumaz.
Böyle durumlarda hayat böyledir işte denir, oysaki doğru ifade esasında ölüm böyledir işte olmalıdır
Oysaki dünyayı anlayamadılar ve ne yaparlarsa yapsınlar anlayamayacaklar, çünkü yaşamlarındaki her şey geçici, eğreti ve çaresiz bir şekilde yok olup gidiyor, insanlar, tanrılar, her şey yok oluyor
En nihayetinde,ölüm konusunda da tanrı hakkında da anlatılanlar hikayelerden ibarettir,bu anlattığımız da o hikayelerden biridir
..sanat böyle bir şeydi işte sıradan insanlar için imkânsız görünen olgular, sanatçılar için hiç de öyle değildi.
Dünyada ölümün giremeyeceği bir tek yer vardır, Neresiymiş orası, Tabut, katafalk, dört kollu, kutu sandık olarak adlandırılan yer, ben oraya giremem, oraya ancak deriler girer, tabii ben onları öldürdükten sonra, Aynı nahoş kavramı ne çok kelime ile ifade ediyorlar, Bu insanların huyu böyle, anlatmak istedikleri şeyi bir türlü ifade edemiyorlar.
( ) Ölüm bu gece geri gelmeye karar verirse eğer işe sizinle başlamamasını diliyorum bende .
Hayat böyleydi işte , kaşıkla verir verir ve sonra bir gün kepçeyle verdiklerinin tümünü geri alırdı .
sözcükler genelde söyleniş amaçlarının tam tersine hizmet ederler, bu durum bazen öyle çarpıcı bir hâl alır ki söz konusu adamlar ya da kadınlar, Ondan nefret ediyorum, nefret ediyorum, derler, binbir yemin ederler ve daha sözleri bitmeden gözyaşlarına boğulurlar..
O eski dönemlerde dürüstlük tüm toplumsal sınıfların sahip çıktığı bir övünç meselesiydi.
Hani derler ya, yaşamak ve görmek gerek, bu zamana bağlı bir sorundur ve bazı şeyleri görmek nasip olmazsa eğer, bu sadece yeterince yaşayamadığımızdan olacaktır.
ama hayal gücümüz bize olacaklar hakkında yol göstermektedir..
Hani derler ya, yaşamak ve görmek gerek, bu zamana bağlı bir sorundur ve bazı şeyleri görmek nasip olmazsa eğer, bu sadece yeterince yaşamadığımızdan olacaktır.
Bir çırpıda anlatılabilecek bu hikayeyi, bilmeyen genç nesilleri aydınlatmak amacıyla anla­tımıza ekledik, gençlerin hikayeyi çocukça ya da duygusal bula­rak alay etmeyeceklerini umuyor, dikkat diyor ve ahlak dersine geçiyoruz. Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur sa­man içinde masal ülkesinde anne, baba, babanın babası olan b­üyükbaba ve yukarıda bahsi geçen sekiz yaşında bir oğlan çocu­ğundan oluşan bir aile yaşıyormuş. Oldukça ihtiyarlarmş olan büyükbabanın elleri titrer, bu yüzden de ne zaman sofraya otursalar adamcağızın lokmaları sağa sola saçılırmış, bu durum oğlunu ve gelinini had safhada rahatsız ettiğinden, her ikisi de sürekli ola­rak adamı biraz daha dikkatli olması için uyarıp dururlarmış, za­vallı adam ne kadar uğraşırsa uğraşsın titremesine hakim ola­maz, aksine uyarılar arttıkça titremesi de artar, masa örtüsü de yerler de yemek içinde kalırmış, boynuna bağlanan peçeteden
bahsetmeye gerek yok, her öğünde, kahvaltıda, öğle ve akşam yemeklerinde değiştirilmesi gerekirmiş. Olup bitenden rahatsız olan ve hiçbir iyileşme ihtimali olmadığını gören oğul, bu tatsızlığa bir son vermek için harekete geçmiş. Günlerden bir gün eve elinde tahta bir tabakla gelmiş ve doğruca babasının yanına git­miş, Bundan sonra burada, avluda yemek yiyeceksiniz, burayı temizlemek daha kolay, böylelikle gelininiz kirlenen masa örtüle­riyle ve onca peçeteyle uğraşmak zorunda kalmayacak. Öyle de olmuş. Kahvaltıyı, öğlen ve akşam yemeklerini yalnız başına av­luda yemeye başlayan ihtiyar, yemekleri ağzına götürebildiği öl­çüde yemeye çalışıyor, yiyeceklerin yarısını daha ağzına götüremeden düşürüyor, kalan kısmın bir miktarı da ağzından düşü­yormuş, sonuçta kursağından birkaç lokma ya geçiyor ya geçmi­yormuş. Büyükbabasına yapılan kötü muamele, torunun pek umrundaymış gibi görünmüyormuş, büyükbabasına, annesine
ve babasına bakıyor ve konuya önem vermezmiş gibi yemeğini yemeye devam ediyormuş. Günlerden bir gün baba işten eve döndüğünde, oğlunu elinde bir çakıyla bir tahtayı yontarken görmüş, ama konuya fazla önem vermemiş, o günlerde çocukların
kendileri için tahtadan oyuncaklar yapmaları olağanmış. Adam ertesi gün tekrar dikkat ettiğinde yontulan nesnenin oyuncak bir arabaya benzemediğini, en azından tekerlek takılabilecek yerleri
olmadığını görmüş ve çocuğa ne yaptığını sormuş. Çocuk duy­mamış gibi davranarak, elindeki tahta parçasını yontmayı sür­dürmüş, tüm bu olayların anne ve babaların daha az korkak olup,
çocuklarının elinde oyuncak yapımı için son derece faydalı bu tür kesici aletleri gördüklerinde koşup hemen almadıkları bir dö­nemden geçtiğini de hatırlatalım. Beni duymadın mı, o tahtayla ne
yapıyorsun, diye tekrar sormuş baba, ve oğlu, gözlerini yaptığı işten ayırmadan, cevap vermiş, Büyükbabam gibi yaşlandığında, ellerin titreyince avluda yemek yiyeceğin günlerde kullanman için tahta bir tabak yapıyorum. Bu sözler sihirli bir etki yaratmış.
Babanın gözlerindeki perde bir anda aralanmış, gerçekleri gör­meye başlamış, hemen babasının yanına koşup ondan binbir özür dilemiş, yemek vakti geldiğinde de onu masaya kendi elleriyle
oturtup, yemeğini elleriyle yedirmiş, büyükbabanın bunları ya­pacak gücü olmadığından, babanın gücü de henüz yerinde oldu­ğundan kendi elleriyle silmiş ağzını. Sonra neler olduğunu bilemiyoruz,ancak bu küçük çocuğun işinin yarım kaldığı, buna karşın tabağa dönüşebilecek tahta parçasının ortalıkta dolaştığı da bir gerçek. Bu öykünün öğretici yanının kaybolmaması için
kimse o tahta parçasını yakmak ya da atmak istememiş, öte yan­dan çocuğun yarım bıraktığı işi bir başkasının bitirmesi de her za­man mümkünmüş, özellikle de insanoğlunun ruhunun karanlık yönlerinin hiç yok olmadığını gördüğümüz bugünlerde. Hani derler ya, yaşamak ve görmek gerek, bu zamana bağlı bir sorun­dur ve bazı şeyleri görmek nasip olmazsa eğer, bu sadece yeterin­ce yaşamadığımızdan olacaktır. Her neyse, olayların hep karanlık ve kötü yanlarını göstermekle suçlanma durumuna gelmemek için, bu güzel öykünün, toplumsal hafızasının tozlu raflarından alı­nıp, üzerindeki örümcek ağdan bir gazete yardımıyla temizlen­dikten sonra televizyona uyarlanabileceğini, bu tür bir girişim sayesinde geçmişte toplumu besleyen manevi değerlerin geri ge­leceğini, ailelerin örselenmiş vicdanlarının onarılmasına katkıda bulunulabileceğini düşünenler olduğunu da söyleyelim. Tabii
bugün her şeye hâkim olan maddiyat o dönemlerde henüz insan­ların iradelerini ele geçirmemişti, bizler irade gücüne inanıyorduk ve böylesi olaylar ahlaki zayıflığın canlı ve iflah olmaz ör­nekleri olarak görülüyordu. Yine de umudumuzu yitirmeyelim. Bu rolü oynayacak çocuk beyaz camda belirdiği anda ülke nüfusunun yarısının gözyaşlarını silmek için bir mendil arayışına gireceğinden emin olabiliriz, nüfusun daha metin olan diğer yarısı da Bu rolü oynayacak çocuk beyaz camda belirdiği anda ülke nüfu­sunun yarısının gözyaşlarını silmek için bir mendil arayışına gi­receğinden emin olabiliriz, nüfusun daha metin olan diğer yarısı da büyük bir ihtimalle gözyaşlarının yanakları boyunca sessizce süzülüşüne aldırmayarak, yapılan ya da göz yumulan kötü bir davranış karşısında hissedilen vicdan azabını ifade etmenin tek yolunun içi boş sözcükler olmadığını ortaya koyacaklardır. Büyükbabaları ve büyükanneleri kurtarmak için çok geç olmadı­ğını umuyorum.
Tanrının her yerde olduğunu söylemek kolaydır, ölümün de her yerde olduğunu söylemek kolaydır, ama bu iki varlığın her zaman ve her yerde bulundukları takdirde ister istemez bulundukları her yerde, görülecek her şeyi de görmek zorunda kalacaklarını göz ardı ederiz
Zaferin nerede ey ölüm,ama herhangi bir yanıt alamayacağının bilincindedir, ölümün yanıt vermemesinin nedeni ise istememesi değil,insanoğlunun bu en büyük acısı karşısında ne söyleyeceğini bilememesidir
Kızmayın bayan ölüm, olur böyle şeyler, biz insanoğulları hayal kırıklıkları, yılgınlıklar, başarısızlıklar konusunda tecrübeli izdir ve böylesi olaylar karşısında bile ümitsizliğe kapılmayız,
Çünkü hepinizin ayrı bir ölümü var, onu doğduğunuz andan itibaren gizli bir yerinizde taşıyorsunuz, o sana aittir ve sen de ona aitsindir,
Her şeye karşın, sahte intiharlara ve sınırlarda dönen kirli dolaplara karşın, bahse konu o ruh, ülkede halen su yüzünde kalabilmişti,
O eski dönemlerde dürüstlük tüm toplumsal sınıfların sahip çıktığı bir övünç meselesiydi.
Siz bizleri yönetenler belki bunlara inanamıyorsunuzdur ama üstümüze doğru gelmekte olan bu kâbus, insanoğlunun varoluşundan bu yana hayal edilebileceklerin en kötüsüdür,
Tabii dünyada her şey gülüp eğlenmekten ibaret değildir, kahkahalarla gülenlerin yanında her dem gözyaşı dökenler de bulunacaktır,
Ölüme böyle kendi isteğiyle gitme yürekliliğini gösteren ihtiyarlara pek sık rastlanmazdı,
Bazen gülenlerle ağlayanların nedenleri ortak olabilir hayatta.
Hayat böyleydi işte, kaşıkla verir verir ve sonra bir gün kepçeyle verdiklerinin tümünü geri alırdı.
Üzülmeyin, eğer bir gün böyle bir makama oturmak üzere çağrılırsanız, bunun gibi bir koltuğa oturduğunuz anda nelerin değiştiğini, beyninizin nasıl dönüştüğünü göreceksiniz, bu durumu hayal bile edemezsiniz, Kendimi fantezilere kaptırmak, bana iyi gelmez efendim,
Ertesi gün kimse ölmedi.
Adam bekledi, kadın gelmedi; kadın bekledi bu kez de adam görünmedi…
İnsanlar böyledir işte, sonuçlarını hiç düşünmeden çılgınca akıllarına ilk gelen sözü söylerler.
Sükût ikrardan gelir.
İnsanların huyu böyle, anlatmak istedikleri şeyi bir türlü ifade edemiyorlar.
Ölüm öfke içinde. Ona dil çıkarmanın tam zamanı.
.. o durumda adam herhangi bir yanıt alamayacağını bile bile şöyle bir soru sorabilir, Zaferin nerede ey ölüm, ama herhangi bir yanıt alamayacağının bilincindedir, ölümün yanıt vermemesinin nedeni ise istememesi değil, insanoğlunun en büyük acısı karşısında ne söyleyeceğini bilememesidir.
Doğada hiçbir şey yoktan var olmaz, hiçbir şey de yok olmaz, her şey şekil değiştirir.
Ertesi gün kimse ölmedi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir