Ali Emre kitaplarından Nureddin Zengi kitap alıntıları sizlerle…
Nureddin Zengi Kitap Alıntıları
Ölümden uzun uzadıya söz etmek insanı uyardığı kadar bazen güçten, istekten de düşürüyor olmalıydı. Bir boşluk kalıyordu işte insanın içinde. Giderilmesi zor bir sızı İnsanın aklına, vicdanına saldırıp duran bir muhasebe ihtiyacı Heyhat! Hayatın bitip tükenmez hünerlerine akıl sır ermediği gibi, ölümün dakik bir melekle meydan okuyan kahramanlığına da hiç bir cengâver güç yetiremiyordu elbette.
Büyük bilginlerle, müderrislerle oturduğu bir sırada şöyle seslenmişti Nureddin:
– Çarşıları, meydanları, yolları hırsızlardan, haramilerden koruduğumuz gibi dini de ona aykırı düşen hususlardan, bidatlerden, fitnecilerden korumamız gerekmez mi?
– Çarşıları, meydanları, yolları hırsızlardan, haramilerden koruduğumuz gibi dini de ona aykırı düşen hususlardan, bidatlerden, fitnecilerden korumamız gerekmez mi?
Ya süvarisi olacağın küheylanı bul ya da seçtiğin küheylana layık bir süvari ol!
Yaşadığın yer o kadar önemli mi gerçekte? Bence değil. Kalbin boşsa, hayatına katık edebileceğin bir sevgi parçası yoksa, insanlığa bir yararın dokunmuyorsa bir mezar taşından yahut bir demir parçasından ne farkın var? Et ve kemik tek başına nedir, sadece onların beslenmesi ne işe yarar ki?
Tahttan indirilmesi imkânsız bir zorba kılığına bürünmüş alışkanlık dediğimiz şey, gök kubbe altındaki en yaman hükümran olmuş. Düşmanlığın, öfkenin, gazabın ateşine odun atmayı vazife sayanlar bu kadar fazla olmasa, biraz daha lezzeti olurdu belki yaşamanın.
( ) böyle bir felaket döneminde, göz kapaklarımız nasıl bu kadar uzun kapanabiliyor? Zillet ve gaflet giysisi, nasıl oluyor da bu kadar çok müşteri bulabiliyor?
Bazı şeylerin kıymetini ya hiç anlamıyoruz ya da çok geç anlıyoruz. Hayatın, merhametli bir ana gibi, bir yolunu bulup avucumuza tutuşturduğu, kulağımıza küpe eylediği öğütleri tutmada çok gevşek davranıyoruz. Kolayca unutuyoruz yaşadıklarımızı. Düşündüklerimizi. Pişmanlıklarımızı. Hatta güzidelerimizi, kahramanlarımızı. Kaybolduğumuzda bizi bulanları, düştüğümüzde elimizden tutup kaldıranları Unutmak, yanı başımızda bekleyen bir ilaç ya da bizi yavaş yavaş çürüten, öldüren bir zehir. Kulağımıza fısıldananları biz de yere göğe üfleyip atıveriyoruz içimizden. Üstelik, zaman âdil bir yargıç değil. Tarih de hakikati kollayan dürüst bir sarraf olmaktan çok uzak.
İlacı, merhemi yoktu bazı şeylerin. O yürek kanaması, içteki o insafsız yangın, uçsuz bucaksız bir gözyaşı olup insanı yutan o acı ne yaparsa geçmemiş, bitmemişti işte.
Kalbin boşsa, hayatına katık edebileceğin bir sevgi parçası yoksa, insanlığa bir yararın dokunmuyorsa, bir mezar taşından yahut bir demir parçasından ne farkın var?
Elimizden geleni yapacak, gücümüz yettiğine nefer olacağız. Sonra dua edeceğiz ve Allah’ın günleri aramızda nasıl dolaştırdığını göreceğiz. Nice az topluluğun Allah’ın izniyle, nice büyük toplulukların üstesinden geldiğini hatırlayacağız. Şerefimizle yaşamamız mümkün değilse, savaşacak ve şerefimizle öleceğiz.
Unutma ki yerinde duramayan fakat istikameti de önemsemeyen bir insanı, bütün yollar kendine çağırır
Ben derim ki birkaç emîrin ya da âlimin, ara sıra hatırladığı bir şey olmaktan çıkmalı cihad fikri
Bir şehrin ahalisi; içinde bunca âlim ve müderris varken, bunca fakih ve edip varken neden gidip de yumurtlayan horoz safsatalarına kulak verir?
– Müslüman Şark’ta fakihlere, okumuş idarecilere, mektep medrese görmüş memurlara duyulan ihtiyaç haddinden fazladır. Nice emîr hatta hükümdar, istihdam edecek böyle insanlar aramaktadır. Biz de göçer değiliz artık. Çadırlarda değil, nüfusu sürekli artan büyük şehirlerde yaşıyoruz. Çok şükür askerimiz, ordumuz vardır.
Fakat onlara rehberlik edecek adamımız yoktur. Onların yevmiyesini tutacak, sıkıntısını giderecek, dertlerini dinleyecek adamımız yoktur.
Onları eğitecek, güzel ahlâka ve faziletli işlere yöneltecek adamımız yoktur.
Suş işlediklerinde âdâbınca yargılayacak adamımız yoktur.
Şehirlerimizde kendi halkımızdan güç yetirenler ve dışarıdan gelen insanlar, ticaret yapmaktadır. Fakat bunları bir düzene sokacak, vergiyi adaletle toplayacak adamımız yoktur.
İsteyene yer gösterecek, müşküllerini giderecek, idarecilerle irtibat kuracak, alışverişi çeşitlendirecek, kıtlık zamanında çare bulacak adamımız yoktur.
Malı yığıp biriktirerek satışını engelleyenleri görüp uyaracak, kervanlara yer yurt yaptıracak, dara düşen esnafa el uzatacak adamımız yoktur.
Medreselerimizde ilmin, tâlimin hakkını verecek hocalarımızın, müderrislerimizin sayısı azdır.
BİRDEN FAZLA dilde konuşabilen, tercüme yapabilen, usulünce mektup ve ferman yazabilen adamımız azdır.
Yol yordam bilecek şekilde eğitilmiş ulaklarımızın, habercilerimizin, elçilerimizin sayısı, bir elin parmak sayısını geçmez.
Hâsılı devlete, idareye, emirliklere; tahsili ve faziletli adam lazımdır.
Fakat onlara rehberlik edecek adamımız yoktur. Onların yevmiyesini tutacak, sıkıntısını giderecek, dertlerini dinleyecek adamımız yoktur.
Onları eğitecek, güzel ahlâka ve faziletli işlere yöneltecek adamımız yoktur.
Suş işlediklerinde âdâbınca yargılayacak adamımız yoktur.
Şehirlerimizde kendi halkımızdan güç yetirenler ve dışarıdan gelen insanlar, ticaret yapmaktadır. Fakat bunları bir düzene sokacak, vergiyi adaletle toplayacak adamımız yoktur.
İsteyene yer gösterecek, müşküllerini giderecek, idarecilerle irtibat kuracak, alışverişi çeşitlendirecek, kıtlık zamanında çare bulacak adamımız yoktur.
Malı yığıp biriktirerek satışını engelleyenleri görüp uyaracak, kervanlara yer yurt yaptıracak, dara düşen esnafa el uzatacak adamımız yoktur.
Medreselerimizde ilmin, tâlimin hakkını verecek hocalarımızın, müderrislerimizin sayısı azdır.
BİRDEN FAZLA dilde konuşabilen, tercüme yapabilen, usulünce mektup ve ferman yazabilen adamımız azdır.
Yol yordam bilecek şekilde eğitilmiş ulaklarımızın, habercilerimizin, elçilerimizin sayısı, bir elin parmak sayısını geçmez.
Hâsılı devlete, idareye, emirliklere; tahsili ve faziletli adam lazımdır.
Düşünüyorum da saçmalıktan bol bir şey yok artık dünyada.
Yerin ve göğün bohçasında nelerin biriktiğini gün gün tahmin etmek mümkün olmaz.
Günleri insanlar arasında dolaştırıp duranın muradını kimse kestiremez elbette.
Çürük bir tahtaya benziyordu müslümanların dünyası. Önce bir iki çivi çaktılar bu tahtaya. Baktılar ki ciddi bir direnç yok, çok hızlı ve kolay geldi gerisi.
Unutmak yanı başımızda bekleyen bir ilaç sanki ya da bizi yavaş yavaş öldüren bir zehir.
Kitaplara vuran kandilin ışığından uzak durduğumuzda da cehaletin murdar elleri, gırtlağımızı sıkıp durur.
— Kaç yaşındasın Yusuf?
— Yirminin üzerine bir iki çentik attım efendim.
— Maşaallah! Fakat artık karar ver! Ya süvarisi olacağın bir küheylan bul ya da seçtiğin küheylana lâyık bir süvari ol! Kanındaki deliliği daha güzel alışkanlıklarla, daha yararlı işlerle terbiye et. İlgiyi ve merhameti, önce kendine göster. Gençliğini, kabiliyetlerini harcama. Unutma ki yerinde duramayan fakat istikameti de önemsemeyen bir insanı, bütün yollar kendine çağırır.
Nureddin, hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun dindar ve takvalı insanları sever, korur, gözetirdi. Fakat iş kafa bulandırmaya, miskin miskin oturup çene çalmaya, istilâcı kâfire karşı cihaddan uzak durmaya geldiğinde lafını esirgemez, böyle düşünen ve davranan insanları da açıkça ayıplardı. Zahidlik ile miskinliğin, muttakilik ile tembelliğin aynı şey olmadığını her fırsatta söylerdi. Bu konudaki tavrı gençliğinden beri böyleydi.
Tahttan indirilmesi imkânsız bir zorba kılığına bürünmüş alışkanlık dediğimiz şey, gök kubbe altındaki en yaman hükümdar olmuş.
Müslüman Şark’ın; Frenk işgaline yakın şehirlerinde yaşayan, başka beldelerde nimet içinde yüzen dindaşları tarafından kendi kaderine terk edilen, içleri bin türlü dertle kavrulan, buna rağmen hem kendilerinin hem de diğer müslümanların başını dik tutmaya çalışan, çoğu kara kaşlı, buğday benizli, çelimsiz bahadırlardan oluşan bir ordu.
Gencecik ölülerle dolu topraklarının altı, üstünden daha kalabalıktı zaten.
Ateşte gezdirilen bir sükût örtüsü atılmıştı her şeyin üstüne.
— Bazı şeylerin kıymetini hiç anlayamıyoruz. Çok geç anlıyoruz yahut. Hayatın, merhametli bir ana gibi, bir yolunu bulup avucumuza tutuşturduğu, kulağımıza küpe eylediği öğütleri tutmada çok gevşek davranıyoruz. Kolayca unutuyoruz yaşadıklarımızı. Düşündüklerimizi. Pişmanlıklarımızı. Hatta güzidelerimizi, kahramanlarımızı. Kaybolduğumuzda bizi bulanları. Düştüğümüzde elimizden tutup kaldıranları. Öyle değil mi?.. Unutmak, yanıbaşımızda bekleyen bir ilaç sanki ya da bizi yavaş yavaş öldüren bir zehir. Kulağımıza fısıldananları, biz de yere göğe üfleyip atıveriyoruz içimizden. Üstelik, zaman âdil bir yargıç değil. Tarih de hakikati kollayan bir sarraf olmaktan çok uzak.
Kanımıza susamış kafirlerin dört bir yanda cirit attığı, bütün mukaddeslerimizi çiğneyip kirlettiği bir zamanda, önce kendinizi taşlayın siz! Ey gamsızlar! Ey gaflet uykusuna doymayanlar! Ey Allah’ın evinin çevresinde bile büyüklenerek yürüyenler! Ey şerefli peygamberimizin ve güzide arkadaşlarının hatıralarıyla dolu Mekke’de Medine’de dahi yetimi azarlayanlar! Yoksuldan yüz çevirenler! Çaresizleri ve mazlumları itip kalkanlar! Ey burada şevkle ve neşeyle şeytan taşlayan fakat istilacı Frenklere karşı kılını bile kıpırdatmayanlar!.. Şanı yüce Allah’ın adını birçok şehirde, arzdan ve semadan silmeye yeltendiler, ne yaptınız? Yanaklarını tırnaklayan anılarımıza, çırpınıp duran gencecik kızlarımıza tecavüz ettiler, ne yaptınız? Kudüs’te binlerce Müslümanı bir günde boğazladılar, ne yaptınız? Mabedlerimizi, mescidlerimizi, medreselerimizi ateşe verdiler, ne yaptınız? Kardaşlarınız açlık ve yokluk içinde ölüp gittiler, ne yaptınız? Yiğitlerimiz, fidan gibi bacılarımız, el kadar çocuklarımız esir alındılar, köle pazarlarında satıldılar, ne yaptınız? Alimlerimizin, müderrislerimizin kesilmiş başları, köpeklerin önüne atıldı; yıkanmayı bile bilmeyen adamlar, yurdumuzu kan deryasına çevirdi, ne yaptınız? Şerefiniz iki paralık edildi; ne yaptınız? Zelzele oldu, taş üstünde taş kalmadı, sadece kocamışların değil, körpe yavrularımızın da üstüne kara toprak yığıldı, ne yaptınız? Onlarca beldede size çağrıda bulunduk, ulak yolladık, yardım istedik, yaşlı gözlerle yollara çıkıp yalvardık; ne yaptınız?..
Söz, hünerleri hiç bitmeyen, heybesindeki iksirlerin nihayeti olmayan muhteşem bir süvaridir.
Ey Allah’a iman ettiğini söyleyen insanlar! Allah aşkına düşünün! Kadınlarımızı, çocuklarımızı, yaşlılarımızı, çaresizlerimizi koruma konusunda Allah’a ve İslam’a karşı bir vecibemiz yok mudur? Bunun çok ağır bir vebali, çetin ve kaçınılmaz bir hesabı yok mudur? Bu halimiz, ahireti yalanlamaktan başka bir şey midir? Cihad, sadece bir avuç maaşlı askerin işi midir? Müslümanlar arasında, bir arzuyu tatmin etmek, şöhret kazanmak ya da ganimete sahip olmak için değil; aynı sahabenin cenk ettiği gibi, Allah rızası ve cennete girme umuduyla savaşacak kimse kalmamış mıdır? Siz Allah’a, Allah’ın dinine yardım ettiğinizde Allah da sizi yüzüstü bırakmaz! Siz onun yolunda sebatla durduğunuzda Allah da sizi terk etmez, elini üzerinizden çekmez. Öyleyse bu kayıtsızlık nedir? Allah aşkına söyleyin, bu ölüm ve zillet uykusu ne zaman sona erecektir..
Kan ve kemik miktarıyla baktığımız her savaş, kötüdür elbette. Evet, zordur savaş. Kazanan için bile yıpratıcıdır, üzücüdür. Hayatta kalma isteği, her şeyin üstünü örter bazen. İnsanı insan yapan faziletlerin çoğu, bir anda kaybolup gider.. Fakat zillet daha kötüdür. İstilacı zalimlere boyun eğmek, daha kötüdür. Namusuna el uzatılan kadınların çığlığına kulak tıkamak, daha kötüdür. Ömür boyunca korka korka yaşamak; kaçacak, saklanacak yer aramak daha kötüdür. Allah’a iman eden, üzerindeki nimetler sayesinde karnını doyurduğu toprağa hürmet gösteren, karısını ve çocuklarını seven adam; kılıç kuşanır bu yüzden. Alnını secdeye huzurla koymak isteyen Evlatlarının şeref ve sevgiyle büyümelerini görmek için, gecesini gündüzüne katan Erinin alın terine gözyaşını ortak eden Yaşadığı şehir güzelleşsin diye ömrünü tüketen kadın, kapısının arkasında bir sopa bekletir. Belinde bir hançer saklar
Bize merhamet et Allah’ım! Bizi böyle boynu bükük koyma! Yayıp döşediğin arzından bize bir sahip gönder! Bu kahır ve azap örtüsünü üstümüzden kaldıracak bir kurtarıcı yolla!
Kan ve kemik miktarıyla baktığımız her savaş, kötüdür elbette. Evet, zordur savaş. Kazanan için bile yıpratıcıdır, üzücüdür. Hayatta kalma isteği, her şeyin üstünü örter bazen. İnsanı insan yapan faziletlerin çoğu, bir anda kaybolup gider Fakat zillet daha kötüdür. İstilacı zalimlere boyun eğmek, daha kötüdür. Namusuna el uzatılan kadınların çığlığına kulak tıkamak, daha kötüdür. Ömür boyunca korka korka yaşamak; kaçacak, saklanacak yer aramak daha kötüdür. Allah adının, arzdan ve semâdan silinmesi daha kötüdür. Allah’a iman eden üzerindeki nimetler sayesinde karnını doyurdu toprağa hürmet gösteren, karısını ve çocuklarını seven adam; kılıç kuşanır bu yüzden. Alnını secdeye huzurla koymak isteyen Evlatlarının şeref ve sevgiyle büyümelerini görmek için, gecesini gündüzüne katan Erinin alın terine gözyaşına ortak eden Yaşadığı şehir güzelleşsin diye ömrünü tüketen kadın, kapısının arkasında bir sopa bekletir. Belinde bir hançer saklar
Havva Ana’nın terinden ve gözyaşından düşmüş güzel ve içli kızları, kapalı muskalar gibi durur, neftîve serin odalarda. Evi terk eden delismen erlerini, yeryüzüne dağılan ateş gibi oğullarını beklerler, yalnızlığın ve tevekkülün kınında. Her gün onlarca tabutla girer yatağa Şam. Her gün onlarca dille yalvarır Allah’a.
Peki, biz şimdi ne yapacağız? Biz ne zaman uyanacağız ey insanlar, ey müslümanlar? Ne zaman birlik olacağız? Merhamet ve haysiyet sahibi herkesi yerinden sıçratacak böyle bir felaket döneminde, göz kapaklarımız nasıl bu kadar uzun kapanabiliyor? Ey Allah’a iman ettiğini söyleyen insanlar! Allah aşkına düşünün!
Bazı şeylerin kıymetini ya hiç anlayamıyoruz ya da çok geç anlıyoruz. Hayatın, merhametli bir ana gibi, bir yolunu bulup avucumuza tutuşturduğu, kulağımıza küpe eylediği öğütleri tutmada çok gevşek davranıyoruz. Kolayca unutuyoruz yaşadıklarımızı. Hatta kahramanlarımızı, kaybolunca bizi bulanları, düştüğümüzde elimizden tutup kaldıranları
“Ben eski zamanları, daha önceki hükümdarların ahlakını ve yaşayışını da inceledim. Dört Halife ve Ömer Bin Abdülaziz dışında, Nureddin Zengi’den daha güzel ahlaklı, adaletli ve erdemli birini görmedim.”
İbnü’l Esir (1160-1233)
İlgiyi ve merhameti, önce kendine göster. Gençliğini, kabiliyetlerini harcama. Unutma yerinde duramayan fakat istikameti de önemsemeyen bir insanı, bütün yollar kendine çağırır
Savaştı biz bir araya getiren
Mel’un bir hadım, avuçlarımızdaki her şeyi üfleyip dağıtmaya yetti.
Durdukça, vakit kaybettikçe zamanın ve düşmanın tuzakları çoğalır.
Bazı şeylerin kıymetini hiç anlayamıyoruz. Çok geç anlıyoruz yahut. Hayatın, merhametli bir ana gibi, bir yolunu bulup avucumuza tutuşturduğu, kulağımıza küpe eylediği öğütleri tutmada, çok gevşek davranıyoruz. Kolayca unutuyoruz yaşadıklarımızı. Düşündüklerimizi. Pişmanlıklarımızı. Hatta güzidelerimizi, kahramanlarımızı. Kaybolduğumuzda bizi bulanları. Düştüğümüzde elimizden tutup kaldıranları. Öyle değil mi? Unutmak yanı başımızda bekleyen bir ilaç sanki ya da bizi yavaş yavaş öldüren bir zehir. Kulağımıza fısıldananları, biz de yere göre üfleyip atıveriyoruz içimizden. Üstelik, zaman adil bir yargıç değil. Tarih de hakikati kollayan dürüst bir sarraf olmaktan çok uzak.
Nureddin Zengi odada bulunan ve harcamaları hakkında nasihat istediği fakihlere şöyle dedi; “ Tasarrufta ve cömertlikte, sizin dediğinizin iki katını yapacağım Allahın izniyle. Kendime ve aileme daha fazla cimri davranacağım. Merhamet ve cömertliğimi halka, ihtiyaç sahiplerine, fakirlere göstermekte daha çok gayret edeceğim. İşte bu karakuş kardeşim de şahit olsun.”
Onu küçümseyenler, onun gayretine göre vaziyet almak zorunda kaldılar, kısa bir süre içinde
Kudüs’ü sımsıkı tutmalıyız aklımızda. Bütün cehdimizin, gayretimizin merkezine Kudüs’ü koymalıyız hatta. Bunu anlamalı, bunu anlatmalıyız. Üzerine ölü toprağı serpilebilenleri biraz da olsa uyandırabiliriz o zaman.
Mazi, sayılamayacak kadar güzel çehre ile doludur elbette.
Uyuşukluğumuz hâlâ devam ediyor işte. Sadece birbirimizle didişirken cevval oluyoruz nedense.
Halbuki biliriz ki Selahaddin’e yolu açan da Nureddin’den başkası değildir.
Zillet ve gaflet giysisi, nasıl oluyor da bu kadar çok müşteri bulabiliyor?
Herkes sorumluluğu bir başkasına atmanın derdindeydi.
Kolayca unutuyoruz yaşadıklarımızı. Düşündüklerimizi. Pişmanlıklarımızı. Hatta güzidelerimizi, kahramanlarımızı. Kaybolduğumuzda bizi bulanları. Düştüğümüzde elimizden tutup kaldıranları. Öyle değil mi?
-Bazı şeylerin kıymetini hiç anlamıyoruz. Çok geç anlıyoruz yahut.
Ne sayıca çoklukları bir işe yaramıştı ne de ağır silahları
-Savaşta herkes korkar Muhsin. Bunu düşünerek kendini bırakma. İlk hamlede, ilk karşılaşmada, ilk çarpışmada ayakta kalmaya çalış.
-Şu hâle bak! Herkes kendi derdine düşmüş.
Kudüs’ü sımsıkı tutmalıyız aklımızda. Bütün cehdimizin, gayretimizin merkezine Kudüs’ü koymalıyız hatta. Bunu anlamalı, bunu anlatmalıyız. Üzerine ölü toprağı serpilenleri biraz da olsa uyandırabiliriz o zaman. Biz göremesek bile evlatlarımız, bizden sonra gelenler orada sevinçle ezan seslerini duyabilmeli. Namaz kılabilmeli. O mübarek beldeye, hürmetini iade edebilmeli
Yaptırdığın medresede okuyan üç yiğit, üç genç, ateş gibi üç talebe Görseydin sen de severdin onları Nureddin! Onlarla eşeleyeceğiz maziyi. Senin çağrını onlarla anacağız. Dört bir tarafa tuttuğun kandilini onlarla arayacağız. Üstüne atılan o simsiyah örtüyü, o unutkanlık ve nankörlük örtüsünü kaldıracağız hiç değilse.
Ey Allah’a iman ettiğini söyleyen insanlar! Allah aşkına düşünün! Kadınlarımızı, çocuklarımızı, yaşlılarımızı, çaresizlerimizi koruma konusunda Allah’a ve İslâm’a karşı bir vecibemiz yok mudur? Bunun çok ağır bir vebali, çetin ve kaçınılmaz bir hesabı yok mudur? Bu halimiz, ahireti yalanlamaktan başka bir şey midir? Cihad, sadece bir avuç maaşlı askerin işi midir? Müslümanlar arasında, bir arzuyu tatmin etmek, şöhret kazanmak ya da ganimete sahip olmak için değil; aynı sahabenin cenk ettiği gibi, Allah rızası ve cennete girme umuduyla savaşacak kimse kalmamış mıdır? Siz Allah’a, Allah’ın dinine yardım ettiğinizde Allah da sizi yüzüstü bırakmaz! Siz O’nun yolunda sebatla durduğunuzda Allah da sizi terk etmez, elini üzerinizden çekmez. Öyleyse bu kayıtsızlık nedir? Allah aşkına söyleyin, bu ölüm ve zillet uykusu ne zaman sona erecektir?
Zaman âdil bir yargıç değil. Tarih de hakikati kollayan dürüst bir sarraf olmaktan çok uzak.
Böyle bir zamanda At üstünde dolaşmazsak, küheylan sırtında uyumazsak, akbabaların karnında çürür gideriz. Kitaplara vuran kandilin ışığından uzak durduğumuzda da cehaletin murdar elleri, gırtlağımızı sıkıp durur.
Kan ve kemik miktarıyla baktığımız her savaş, kötüdür elbette. Evet, zordur savaş. Kazanan için bile yıpratıcıdır, üzücüdür. Hayatta kalma isteği, her şeyin üstünü örter bazen. İnsanı insan yapan faziletlerin çoğu, bir anda kaybolup gider Fakat zillet daha kötüdür. İstilacı zalimlere boyun eğmek daha kötüdür. Namusuna el uzatılan kadınların çığlığına kulak tıkamak, daha kötüdür. Ömür boyunca korka korka yaşamak; kaçacak, saklanacak yer aramak daha kötüdür. Allah adının, arzdan ve semadan silinmesi daha kötüdür. Allah’a iman eden, üzerindeki nimetler sayesinde karnını doyurduğu toprağa hürmet gösteren, karısını ve çocuklarını seven adam; kılıç kuşanır bu yüzden. Alnını secdeye huzurla koymak isteyen Evlatlarının şeref ve sevgiyle büyümelerini görmek için, gecesini gündüzüne katan Erinin alın terine gözyaşını ortak eden Yaşadığı şehir güzelleşsin diye ömrünü tüketen kadın, kapısının arkasında bir sopa bekletir. Belinde bir hançer saklar
Hayatın kıymet kabında bile ağızların tadını çokça bozan ölümün çağrıştırdıkları ağır basıyordu.
Ben bu canımı Allah’a sattım!
Cihad, onun günlük öğünüdür.
Gencecik ölülerle dolu topraklarının altı, üstünden daha kalabalıktı
Ah! Allah kahretsin bu istilacıları! İki cihanda da yüzleri hiç gülmesin!
Allah hepimizi korusun. Mücahidlerin göğsünü genişletsin, kılıçlarını keskin eylesin. Şerefimizi iki paralık etmek isteyenlere fırsat vermesin!
Mahmurluğu, uyuşukluğu üzerinden atmak; alışkanlıkların kovanından çıkmak kolay değildir Şark’ta. Bu konuda en büyük zorluğu da âlimler çeker. Kaplumbağa gibidir onların çoğu. Hazırlanmaları, yola koyulmaları bile insanı bezdirir çoğu zaman.
Uyuşukluğa,çekişmeye,hırs ve menfaat tuzaklarına düşmeleri hiç de uzun sürmeyen müslümanlarla uğraşmak,kâfirlerle cihad etmekten asla daha kolay değildi.
Ya süvarisi olacağın küheylanı bul ya da seçtiğin küheylana layık bir süvari ol!
Söz,hünerleri hiç bitmeyen,heybesindeki iksirlerin nihayeti olmayan muhteşem bir süvaridir.
Fikrin karşısına çıkacak fikir,hem güçlü hem de cezbedici olmalıdır.
Zahidlik ile miskinliğin,muttakilik ile tembelliğin aynı şey olmadığını her fırsatta söylerdi.
Yaşadığın yer o kadar önemli mi gerçekte?Bence değil.Kalbin boşsa,hayatına katık edebileceğin bir sevgi parçası yoksa,insanlığa bir yararın dokunmuyorsa bir mezar taşından yahut bir demir parçasından ne farkın var?
Belki sadece kitaplarda var cennet;dualarda ve hayallerde duyumsuyoruz onu.