İçeriğe geç

‘Nuke’ Türkiye! Kitap Alıntıları – Alev Alatlı

Alev Alatlı kitaplarından &‘Nuke’ Türkiye! kitap alıntıları sizlerle…

&‘Nuke’ Türkiye! Kitap Alıntıları

Bugünümü yapan, dünüm. Ama yarına karşı tamamen özgürüm. Yarınımın kumaşını kendim dokuyacağım.
Fethedilecek tek ülke var: Kendin.
Ateist olmakla ahlaktan kurtulamazsın.
Özgürlük, kaybedecek bir şeyi kalmama durumunun bir başka adı olmalı.
Fethedilecek tek ülke var: Kendin.
Bugünümü yapan, dünüm. Ama, yarına karşı tamamen özgürüm. Yarınımın kumaşını kendim dokuyacağım.
Her şeyi dene, iyi bir şey bulursan sakın bırakma!
insan düşündüğünü dürüstçe ifade ettiği sürece ahlaklıdır.
Gerçek, zalim sorular sorar.
Basketbol sahasında dönenlerin mesnevi ehli olduklarını mı sanıyorsun?
İnsan en kolay mülkiyet yoluyla esir olmaz mı? Parayı düşün, ne kadar çok birikirse, vazgeçmesi o kadar zor olmaz mı?
David, teslim olduğunu belirten bir hareketle, “İsa Mesih! Müslüman bulamıyorum!” dedi.
“İşte böyle!..” dedi David, sıkıntıyla! Daha sonra, Diana‟ya bu muğlaklığa dil reformunun neden olduğunu anlattı.
“Şimdi, mesele, dildeki muğlaklığın düşünce yapısını ne kadar muğlaklaştırdığını anlamakta! Türkler, acaba, berrak düşünebiliyorlar mı? İlliyet meselesini çözebildiler mi?”
“Ah, Mrs. Pavloviç,” demişti, “Sana Şafak‟ın yeşil elma, kekik ve tarçın koktuğunu nasıl anlatayım?
Öyle diyorlar
Yaşamak hakkından vazgeçmek ne kadar güzel! Hatırlanmadan, gönüllerden silinerek, unutularak yaşamak, ondan da ne kadar güzeldir!
“Hiçbir şey göründüğü gibi değil, sevgilim!” diye içini çekti David Pavloviç, “Bu ülkede, bu duyguya sık sık kapıldığımı fark ediyorum!”
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
Almanya‟nın iki, hatta üç tarihi vardır biliyorsunuz. Nazilerin Almanya tarihi, Nazi olmayan Almanların Almanya tarihi, bir de biz Yahudilerin Almanya tarihi! Korkarım hangisinin anlatılacağına biz değil, toplumun o zaman diliminde benimsediği ideoloji karar verir! Ne de olsa, parayı onlar veriyor!”
Gözelmiş de ama, vah vah!‟
Şimdi bu arada bir Serap var,Serap, Allah affetsin, Ramize‟nin küçük bir kopyası. Hani, yani uluslararası ölçülerde çirkin bir kız! Vardır ya, burnunu kestirsen, boynunu ne yapacağını bilemezsin öyle bir beden!”
“Fırıncının çırağı da buna âşık oluyor, öyle mi?”
Fesubhanallah!
“1929‟u hatırla! İntihar edenler milyonerlerdi, yoksullar değil! Anlamıyor musun anne, teknokrasi ruhu iğdiş eder! Ruhumuzun öldüğünün farkında değil misin?
“Işık, sigara ateşinin lamba yerine geçtiği karanlıklardan gelecektir,” diye fısıldadı
Kanunsuz bir devletin, kanunsuz devletlere karşı, kanunsuz savaşı! Ve siz tabii ki taraf olmayacaksınız, değil mi?”
İnsan, insanın eline teslim edilemeyecek kadar kıymetlidir.
Dini değerlerin yadsındığı bir toplumda, iyilik kıvılcımını ateşlemeye çalışmak abesti, iyilik kavramını insandan vaz­ geçmiş bir megamachine çağının anlayabileceği bilimsel te­rimlerle ifade etmek de olanaksızdı. Elinde kalan, Büyük Maki­nenin ihtiyaçlarına göre değişen, parça başı doğrular oldu. Montaj bantlarının çılgına çevirdiği işçilerin, eşlerinin eşcinsel olduğunu fark eden kadınların, bedenlerini istedikleri gibi kul­lanmalarının ne gibi bir sakıncası olduğunu soran gençlerin, çok para kazanmak gibi bir istem duyamayanların, her şeye karşın hayatta kalmalarını sağlamaya çalışmaktan başka çare­si kalmadı.
Ve günbatımında Galata Köprüsü’nden İstanbul, “dipsize gömülü Bizans’ın çılgına çevirdiği ressamın, sisten tuval üzerinde gezdirdiği güvercin kanadından süzülüp dağılan, birbirleriyle kâh küsen kâh barışan yüzlerce kavuniçi, gülkurusu, yavruağzı, mahzen kapağı, limonküfü; binlerce açışız şekil, göğe asılı kubbelerden tüten acı yeşil yosun kokusu; sırt sırta vermiş Pera çatılarının himaye ettiği üç boyutlu bir empresyonist sanat olayı, sahnesiz tiyatro, elektronik opera, projektörsüz revü, maestrosuz orkestra, kaldırımsız, bulvarsız, yaya geçitsiz, trafik ışıksız, cetvelsiz, teklifsiz, yedi milyonluk bir hayal şehirdi.”
her ailenin geçmişinde kötü bir insan vardır”
Belki!” dedi Diana, hafifçe omuzlarını silkerek, “Ama kendimi kontrol etmek ihtiyacını duymadım, ‘Bu dünyada olup biten her şeyin Tanrı’nın isteği doğrultusunda gerçekleştiğini biliyoruz,’ dedim. ‘Bu dünya, insan idrakinin alamayacağı kadar büyük bir semavi düzenin parçasıdır. Kim bilir, belki de Tanrı, biz Amerikalıları Kıyamet Günü’nü gerçekleştirelim diye yarattı!’”
“1929’u hatırla! İntihar edenler milyonerlerdi, yoksullar değil! Anlamıyor musun anne, teknokrasi ruhu iğdiş eder! Ruhumuzun öldüğünün farkında değil misin? Amerika’nın öldüğünün farkında değil misin?”
Parayı düşün, ne kadar çok birikirse, vazgeçmesi o kadar zor olmaz mı? Sen parayı değil, para seni kullanmaya başlamaz mı?”
Teknokrasi öylesine iyi örgütlendi ki, teker teker hepimizin beynini yıkıyor. Amerikalı, artık teknolojiyi kendisine köle etmeyen özgür insandan nefret ediyor.
Teknoloji çağına uyum sağlayacak şekilde eğitiliyor, örgütleniyor, yönetiliyor olmamız, bizim mekanik kölelerimizin zaferidir,”
25. Saat,’ diyor,” dedi, Diana, “insanoğlunun kurtuluşunun mümkün olmadığı saat, Mesih için bile çok geç olan bir saat. Son saat değil, son saatten bir sonraki saat. Batı medeniyetinin bu dakika içinde olduğu saat. Şimdi.”
Işık, sigara ateşinin lamba yerine geçtiği karanlıklardan gelecektir,” diye fısıldadı, “bizim teknokrasimizi eninde sonunda fethedecek olan Orient, Batı’nın bugünkü barbarlığı ile yaptığı gibi teknolojinin adına tapınaklar inşa edip önünde eğilmek yerine, sokakları ve evleri aydınlatmak için kullanacak elektriği. Doğu’dan gelecek insanlar yaşamın gizlerini ve insan ruhunu, neon tüplerinin aydınlığı ile boğmayacaklar. Teknolojik medeniyetin makinelerini kendi ruhlarının ve dehalarının gücü ile dizginleyecekler ve denetim altına alacaklar, tıpkı orkestrasını içgüdüsel bir müzik anlayışıyla yöneten orkestra şefi gibi yönetecekler teknolojiyi.”
İnsanoğlunun yeryüzündeki varlığının anlamı üretim araçlarına sahip olmak, üretim ilişkilerini güçlü olanın doğrultusunda düzenlemeye kalkışmak, dünyevi nimetler uğruna kan akıtmak, eşyaya ya da bilgiye satmak ya da satılmak değildir,” oğluna bakmadan hatırlattı,
“İnsan Tanrı’ya kulluk etmek için yaratıldı. Kulluk görevini ihmal etmemek için yaratıldı. Hayatta kalabilmek için birtakım maddi şartlara ihtiyacı vardır, ancak ondan asıl istenen, yaşamını Tanrı’nın rızası için düzenlemektir. Nu! Diana! Servet nasıl dağıtılacak, üretim nasıl yapılacak, ne kadar tüketilecek, kimler, neye, ne kadar ve kime vekâleten sahip olacaklar? Bütün bunlar, insanoğluna bırakılmayacak kadar hayati sorunlardır. Bunun böyle olduğu da, goyimlerin insanoğluna ilişkin hiçbir sorunu çözememiş olmalarının tasdikindedir. İnsanoğluna bırakıldığında, tereyağı yerine çelik, ilaç yerine silah verilir çocuklara.
“ Ve o, peygamberlerin adını ve soyunu bildirdikleri kimsedir. O, zulüm ve adaletsizlikle dolmuş yeryüzünü eşitlik ve adaletle dolduracak olandır.
O, Allah’ın yeryüzünde ezan okunmayan bir tek yer kalmayıncaya kadar elleriyle yeryüzünün Doğulularını ve Batılılarını fethedecek şahıstır. Peygamber’in bildirdiği Mehdi’dir. Ve o, İsa bin Meryem’in indiği zaman arkasında namaz kılacağı kimsedir. Hazreti Veliyyi Asr’dır. Kaybolmuş olan 12. imamdır.”
Risaletü’l İ’tikadetül’l İmamiye.
Amerikalıların “Nuke, İran!” “İran’a nükleer bomba!” gibi yürekten teşvikine karşın askeri müdahaleden kaçınması, dünyanın en güçlü devleti olup olmadıkları hususunda kuşkular doğurdu. İran, Arap-İsrail çatışması gibi, petrol gibi, yetmişli yılların altüst edici sorunlarının odak noktası haline geldi. Amerikalılarla Müslüman dünya arasındaki ilişkilerin sembolü oldu. “Allahü Ekber” zikri, Amerikan nefreti ya da “medeniyet düşmanlığı”; “Ayetullah” lakabı, “uydurma bir yirminci yüzyıl unvanı”; “Muhammedizm”, Mekke, çarşaf, Sünni, Şii, molla ve Humeyni, neşeli, sağlıklı, küçücük burunlu, pırıl pırıl saçlı Amerikan çocuklarını yok etmeye yönelik bir gelişmenin göstergeleri; televizyon ekranlarında hemen her gece boy gösteren, “kendi kendilerini kırbaçlayan sapık delikanlılar”, dünyanın son medeniyetini tehdit eden Müslümanlar olarak dehşet saldılar.
Zenginliğin Tanrısal bir hak olduğuna inanan bir ulusun ne denli küstah, ne denli haklıcı, ne denli saldırgan olabileceğini senin Türk kafan anlamaz, arkadaşım,” demişti. Haklı çıktı. Bu konuşmadan beş-altı yıl sonra Amerika gerçekten de bayrak açtı. Bu defa da, Irak’ı yerle bir edip, petrol meselesini toptan halletmeye hazırlanırken, aynı Moynihan, buraların aslında Türklere ait olduğunu, Sevr Antlaşması ile kaybettiklerini söylüyor, Ortadoğu’nun jandarmalığını üstlenmemizi istiyordu! Her neyse!
Enerjisi kısıtlanmış bir Amerika, tekerleklerin durduğu Amerika’ydı! Ve “barbarlar” hiç utanmadan, “eşitlikten bahsediyorlardı”! “Amerikan yaşam biçimini mahvetmek” pahasına eşitlik istiyorlardı! Amerika’ya “sayıca eşit ve halif”tiler. Petrol sahalarını göz göre göre “istimlâk” etmek niyetindeydiler. Bunu beceremedikleri takdirde, “dünya malı” diye tanımladıkları petrolün “nasıl paylaşılacağı kararını gelişmiş kapitalist ülkelere bırakacaklarına, kendileri karar vermeye” kalkışıyorlardı!
Anlayışı aşka tercih edip,
Oğlum, hikmetime dikkat et, anlayışıma kulağını eğ; ta ki, sağlam öğütleri tutasın ve kulakların bilgiyi korusun, çünkü yabancı kadının dudakları bal damlatır ve ağzı yağdan yumuşaktır; fakat sonu pelinotu gibi acıdır, iki ağızlı kılıç gibi keskindir; hayatın düz yolunu bulmaz; yolları dolaşıktır, kendisi de bilmez.”
Tevrat, Süleyman’ın Meselleri,
5:1,2,3,4,6.
Bunalım Çağı Batılı aydınlarının iliklerine işleyen umutsuzluğu ve endişelerini yansıtan büyük eserleri bir çırpıda saydı.
“Batı’nın Çöküşü”, “Cinnet Çağımız”, “Dişini Tırnağına Takan Akıl”, “Veba”, “Buhran Çağı”, “Dava”, “1984”, “25. Saat”.
Asli İsrailoğulları”nın Tanrı’nın isteklerine yüz çevirdikleri endişesini “Yeni İsrailoğulları”da paylaştılar. 1960, Püritenler için özellikle kötü bir yıl oldu. Katolik John Kennedy’nin başkan seçilmiş olmasını, bu toprakları onun gibilerden sakınabilmeleri için bahşeden Tanrı’ya ihanet olarak değerlendirdiler. Yahova’nın böyle bir ihaneti cezasız bırakması düşünülemezdi “ve nitekim” seçimlerin üzerinden altı ay geçmeden Küba olayı patlak verdi. Amerikalılar, Vietnam, Ortadoğu ve İran’da yaşayacakları bir dizi yenilginin ilkini Domuzlar Körfezi’nde tattılar.
Robert Steven Auchincloss, bu felâketi, “Tanrı, Birleşik Devleti yoksullar karşısında aciz bırakarak tedip etti” hükmüyle açıkladı. Diana, o gün, Püriten ahlâkın ekonomik ilkelerini öğrendi.
“Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olan bitenin beni şaş-kına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum. Beklediğim, barışın tekâmülüydü, savaşın değil; toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil; hümanizmdi, kitle katliamları değil; arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil; bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil; her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil!”
Pitirim Sorokin, New York, 1941
 
Rabin Pavloviç, korkulan yozlaşmanın “Amerikanizm” değil, “Siyonizm” olduğunu dehşetle fark etti!
Lütuf kabul ettiğim dehası laneti olabilir mi? Bizi cezalandırıyor musun?”
çünkü insan başkalarının acılarını kendi acılarından öğrenir. Acıyı tanımak gerekir. Kibrimizi, ukalalığımızı, kayıtsızlığımızı giderir acı.
Yedi yıl süreyle, günde yedi saat Tevrat okudu, ezberledi, sesini ve şeklini belleğinin derinliklerine gömdü David. Tanrı ile insanların arasındaki ilişkinin sürekliliğini, insanoğlunun attığı her adımın Tanrı tarafından gözetlendiğini, yaptığı her işin, her düşüncesinin Tanrı’nın ilahi varlığını gücendirebileceğini öğrendi.
Önce ‘Kanun’,” dedi Rabin Pavloviç, “önce Kanun’u öğreneceksin. Kanun’u öğrenmek, Kudüs’teki Mabet’i yeniden inşa etmekten daha önemlidir. Tevrat’ı eline alan, ‘Sanki daha bugün almışım Sina Dağı’ndan!’ demeyi bilmelidir. ‘Musa’nın eline değdiği gün kadar taze’ olduğunu bilmelidir. Ve bilmelidir ki, Tevrat’ta yazılandan gayri öğrenecek bir şey yoktur yeryüzünde! Felsefe gibi dünyevi bilgileri ne gece ne de gündüz olan bir saatte okuyabilirsin!”
Ey görkemiyle mağrur şehirler şehri, güzel Kudüs! Kartal kanatlarım olaydı, uçmaz mıydım sana? Tozunu ıslatıp yatıştırıncaya kadar gözyaşlarını? Naçiz bedenim oyalanırken Batı’da, yüreğim Doğu’dadır benim!”
Yahuda Halevi, İspanya, 1141
Âdem’in Cennet’ten atılmasına neden olan günah, “insanlığın ‘asli’ günahı”ydı. Yahova, tek bir şey istemişti Âdem’den, “bir tek şey”! O da yasak meyveyi yememesi, “iyilik ile kötülük” arasındaki farkın ne olduğunu öğrenmemesiydi!
Yahova sözünü tuttu, Yeni Kudüs’ü, Boston’u kutsadı.
Sözünü tuttu, göçmenlerin tohumlarını gökyüzündeki yıldızlar kadar çoğalttı, “Amerika Birleşik Devletleri’ni dünyanın en güçlü ulusu” yaptı.
Tanrı’nın gazabı an meselesi, kıyamet kapının ardındaydı!
Kendi adıma yemin ederim ki, kutsadığım zaman seni kutsayacağım, döllendirdiğim zaman senin tohumlarını yeryüzündeki yıldızlar, kıyılardaki kum taneleri kadar çoğaltacağım ve senin tohumun tüm düşmanlarının kapısını tutacak ve dünyanın bütün ulusları senin tohumunla kutsanacak; çünkü, sen benim sesimi dinledin.
Kutsal Kitap, Tekvin, 22:16-18
Fethedilecek tek ülke var: Kendin. Bakışlarını iç dünyaya çevir.
Sokrates’in dediği gibi, Her şeyi dene, iyi bir şey bulursan sakın bırakma!
Hatalarınızı hiç sahiplenmezsiniz, değil mi?
İnsan en kolay mülkiyet yoluyla esir olmaz mı? Parayı düşün, ne kadar çok birikirse, vazgeçmesi o kadar zor olmaz mı? Sen parayı değil, para seni kullanmaya başlamaz mı?
Hep derim ya, Birleşmiş Milletler’in yeryüzünde barışı sağlamak için yapabileceği tek ve en önemli şey, kavramlar sözlüğü yapmaktır! O zaman, dünyanın bütün erkek ve dişi varlıkları birebir eşleşebilecekleri kümelerin olduğunun farkına varacaklardır.
Işık, sigara ateşinin lamba yerine geçtiği karanlıklardan gelecektir.
Insan, insanın eline teslim edilemeyecek kadar kıymetlidir.
Işık, sigara ateşinin lamba yerine geçtiği karanlıklardan gelecektir, diye fısıldadı, bizim teknokrasimizi eninde sonunda fethedecek olan Orient, Batı’nın bugünkü barbarlığı ile yaptığı gibi teknolojinin adına tapınaklar inşa edip önünde eğilmek yerine, sokakları ve evleri aydınlatmak için kullanacak elektriği. Doğu’dan gelecek insanlar yaşamın izlerini ve insan ruhunu neon tiplerinin aydınlığı ile boğmayacaklar. Teknolojik medeniyetin makinelerini kendi ruhlarının ve dehalarının gücü ile dizginleyecekler ve denetim altına alacaklar, tıpkı orkestrasını içgüdüsel bir müzik anlayışı ile yöneten orkestra şefi gibi yönetecekler teknolojiyi.
Kim bilir belki de Tanrı biz Amerikalıları Kıyamet Gününü gerçekleştirelim diye yarattı
İnsanoğlu, ermişliğin asgari koşullarını ancak bedenden, kurtulduğu, hazlara gem vurduğu zaman sağlayabilirdi.
Viva la Muerte!
(Ölümünü yaşa! )
Geçen akşam be­ni karşıladı, bir şeyler söylüyor, diyorum, ‘Bu deyyus ne di­yor? Anamıza mı küfrediyor yoksa?’ Meğer, hoşgeldin falan di­yormuş, ağabeysi söyledi. Okulda İngilizce ders görüyorlar ya.
Bizzat profesörün kendisinin kopya çektiği üniversitede meslek ahlâkından söz edilebilir mi?
Kopya, Türk eğitim sisteminin yerleşik bir kurumu,
Batı ülkelerinden farklı olarak, burada üniversitenin verdiği diploma, kişiye mesleğini doğrudan icra yetkisi veri­yor. Birleşik Devletler’de olduğu gibi, mesleki kuruluşların aç­tığı sınavlarla belirlenmiyor. Hal böyle olunca, öğrenci diplo­ma peşinde, ehliyet değil! Böyle düşününce, benim ya da baş­ka bir meslektaşımın dersinde ‘iyi’ olmaları için bir neden yok?
Hatalarınızı hiç sahiplenmezsiniz, değil mi?
İnsan, insanın eline teslim edilemeyecek kadar kıymetlidir.
Bizi gördü,sigarasını ağzından çekti,çapkın çapkın sırıttı.inanabiliyor musun?
Sonra,ayakkabılarıma hamle etti,boyamak İstiyordu.ama,ben,lastik ayakkabı giyiyordum.
Bozuldu,bozulunca da etrafındakilere benim ayakkabılarımı işaret etti,bir şeyler söyledi.hep beraber gülmeye başladılar.
Öyle zamanlar vardır ki,karışmamak kabullenmek anlamına gelir! Eğer, medeniyet barbarlığa izin verirse,barbarlığın devamını arzuluyor demektedir!.,
Türk aydını, iki cephede savaşır. Sadece kendi toplumunun hoyratlığı ile değil, Batı’nın hemen her zaman şiddetle sonuçlanan kendini beğenmişliği ile de uğraşmak zorundadır. Bu bakımdan, sadece Türkiye’de değil, Batı’da da haymatlostur! Dünya üzerindeki iktidarını koruma gayreti içindeki Batı, cahilliyeyi öyle bir hamiyetle dayatır ki, elvermemek, katledilmek demektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir