İçeriğe geç

Normalliğin Deliliği Kitap Alıntıları – Arno Gruen

Arno Gruen kitaplarından Normalliğin Deliliği kitap alıntıları sizlerle…

Normalliğin Deliliği Kitap Alıntıları

Bu nedenle kendimizi bir başkasında sevmeyi deneriz , bu başkası da böyle bir sevgiye değer bulduğumuz kişi olur. Böylece kendimizi ve ötekini yitirmiş oluruz. Bazen bu kendimizi öldürmeye kalkacak noktaya varır ve bunu da ötekini gerçekten öldürerek yaparız. Çünkü o sonuçta bizim bir zamanlar vazgeçtiğimiz, sonra ötekinde tekrar bulduğumuza inandığımız , ama sonra -gerçekle kendimize gelerek- tekrar yitirdiğimiz kendi kendiliğimizidir. O zaman bu ihanete uğramış kendiliğe yönelen nefret tekrar ağır basar ve bu nedenle sevgi yüzünden öldürürüz.
Hoş davranışları onaylamaya böylesine yatkın bir kültürün yarattığı narsisizmin gerçek yapısı buradadır.
Gelişimin bütünlüğünü zayıflatan her şey , canlılığa ve kendi sorumluluğunu üstlenmeye dair insani yetileri de köreltir. Bütünsel bir gelişimden yoksun olmak sürekli bir iç huzursuzluk yaratır. Acı ve kaygı , insani tepkiler olarak algılanacak yerde zayıflık olarak kabul edilip inkar edilir. Çaresizlik ve zayıflık duygularını ödünlemek için bir araç olan güç , şimdi insanın kendi suçu olan bağımlılığın sonuçlarını ortadan kaldırmalıdır. Ayrıca iktidar, gerçeğin ne olduğunu saptama hakkını kendinde bulduğu için güce boyun eğmekle ‘gerçekçilik’ aynı anlama gelir. Ama bu insanı sadece ölümün yüceltilmesine götürür.
İnsan kendisini insan sevgisine adayabilir ve ondan nefret edebilir. Çünkü belli bir sosyal grubun kurallarına itaat etmek , sadece iktidardan pay almak ihtiyacından kaynaklanabilir.
Bu iç boşluğun doğası gözümüzden çok kolay kaçar , çünkü tam da böylesi insanlar nasıl davranmaları gerektiğini çok iyi bilirler. Duygulu insanlar gibi görünme konusunda uzmanlaşmışlardır. Eğer tetikte değilsek ve olanla olması gereken arasında ahlaki bir gerilim yaşamadıklarını gözden kaçırırsak görüntülerini sahici , davranışlarını da gerçek insanlık sanırız. Üstelik uygarlığımız böyle bir iç ‘gerilimi’ hastalık kabul ettiğinden bu çok sık başımıza gelen bir şeydir.
Hitler’e olan sadakatini şu şekilde açıklamaya çalıştı; ‘Biliyor musunuz , insanlar öylesine kadınsı.., öylesine duygusal , öylesine istikrarsız , moda olana ve dış etkenlere öylesine bağımlı , öylesine etki altında kalabilir ,itaat etmeye öylesine hazır ki, bu sadece itaat de değil , bir kadın gibi kendilerini teslim ediyorlar.’
Bu, ters yöne doğru ani değişim fenomeni , bir insanın hakim kurallara , bir lidere veya siyasi bir ideolojiye olan sadakatini nitelendirir ve bizim alışılmış biçimiyle ‘kimlik’ten anladığımızın ne anlama geldiğini açıkça ortaya koyar. Bu fenomen , pek çok insanın kimlik ve görevin aslında aynı şey olduğuna inandığını gösterir. Göreve sadakat ve görevi yerine getirme ‘kimlik kazanma’ olarak kabul edilir. Bu durumu yaşayan kişinin kendi iç benliğinin mevcut olmadığından emin olabilirsiniz. Nazi Almanya’sının tarihi bunu oldukça keskin bir şekilde ortaya koyar.
Bu, hepimizin yaşadığı bir deneyim , ama üzerimize uygulanan toplumsal baskı nedeniyle bu deneyim bozulmaya uğrar ve kendiliğimiz dışa doğru yönlenir. Eğer bu dışsallaşma bizi empati yeteneğimizden tümüyle kopartırsa görev ve sorumluluk arasında ayırım yapabilme yeteneğimiz de kaybolur. Bu durumda görev ve sorumluluğu aynı şeymiş gibi görürüz ve sorumluluk duygusuyla davranır gibi görünen kimi insanların aslında bazı soyut düşüncelere boyun eğmekten başka bir şey yapmadıklarını anlamayız.
Çünkü erkek üstünlüğü ideolojisinin hakim olduğu bizim kültürümüzde kadının kendini aşağılaması çoğunlukla erkeğin değer yargılarına bağlıdır ve kendi dişil özelliklerini yadsır.
Mastürbasyon, aşırı yeme, yemeği reddetme ve diğer aşırı ben merkezci davranışlar , insanın kendi uyarımlarına hakim olduğunu telkin eden davranış biçimleridir. Bu tür zorlamalar sonradan gerçek yaşamın yerine geçer. Bağımsızlık yanılsamasını beslerler ve aslında devam eden ve karşısında çaresizce ve etkin olamadan isyan ettikleri bağımlılığın olmadığı görüntüsünü yaratırlar.
Görünürde her zaman gayet normal olan insanlar çok şaşırtıcı bir biçimde kör bir yıkıcılıkla tepki veriyorlarsa , bunun nedeni kendilik değeri duygularının zedelenmesinin böyle bir süreci harekete geçirmesidir ; savaşta ve mesleki başarısızlık alanında bunun sayısız örneği vardır.
Güçlülük imajı , bir başkasının acısı karşısında gösterdiğimiz duygudaşlıkla çelişiktir , çünkü duygudaşlık zayıflıkla özdeşleştirilir. Bu çelişki bir çöküntü tehdidi oluşturur , bundan duyduğumuz korku da bizi duygularımızdan vazgeçmeye zorlar.
Ruhsal değişimler ancak insanın kendi hikayesini anlamasıyla mümkün olabilir.
“İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı mücadelesidir.”
Günümüz psikopatolojisindeki çelişkili yan , kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından kurtulmaya çalışan insanların değil de , aslında tüm çabaları bu bağı korumak olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağlarını korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla , deneyimlerimizin dünyasındaki çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri tepkidir.
Tümüyle gerçeğin üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise , çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları , yani kendi iç yaşamlarından kopmuş olmalarıdır.
O zaman , genel olarak sağlılık kriteri olarak kabul edilen gerçeğe uygun davranışın ardında daha derin ve daha az dikkat çeken başka bir patolojinin gizlendiği görülür: normal davranışın patolojisi ; kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi.
Gözlerinin içinde öyle bir mucize var ki ,
Orada oluştuğumu görüyorum.

Frederich Hebbel

İnsanları öldürebiliyorlardı -ve bunu yaparken gayet normaldiler- bunu anlamıyorum.
Sizin istediğiniz gibi davrandığımda bana ulaşamazsınız.
Gerçek dünyada insani değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insani köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur. Bizim iktidara yetkin gördüklerimiz ve yaşamımız ve geleceğimiz adına karar vermelerine izin verdiklerimiz de onlardır.
İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı mücadelesidir.
Kişinin bir düşmana veya bir tahrik e ihtiyacı vardır. Çoğu insan, benzer bir gelişim geçirdiğinden bu yolla içindeki kuşkulara ve nefret duygularına rahatlama sağlamaya açıktır. Kolaylıkla bir dış düşman tarafından tehdit edildikleri duygusuna kapılırlar. Kendimizi rahatlatmak için böyle dış düşmanlara ne ölçüde ihtiyacımız olduğu ise, bize bir dış düşman sunacak bir liderin peşine takılmaya ne kadar hazır olduğumuzu belirler.
Eğer görmeye hazırsak, kendini aşağılamanın ve iktidar hırsının köklerinin aynı olduğunu elbette fark ederiz.
İçimize haykırıyorduk
Teröristin resmi iktidarı yoktur, onun intikamı, gizliden gizliye kendisini onaylamalarını istediği ezenlerin gücüne karşıdır.
Gençler, kendilerini tümüyle erkeğin güçlülüğü ideolojisine teslim etmişler. Onlar, kendilerini ezen ve baskı altında tutanların ideolojisinin kurbanları, şiddeti ve gücü ideal edinerek bu ideolojinin sürmesine katkıda bulunuyorlar.
Yeteneksiz olduklarından değil, evde parasızlık hakim olduğundan, mekân yetersiz olduğundan ve ders çalışma olanağı bulunmadığından, daha yirmisine bile gelmemiş bu gençler, şimdiden birer kurbandılar.
İsyan, bir kendi geçmişinin zincirlerini kopartma girişimi dir. Ama eğer isyankârın yüreğiyle artık bağı kalmamışsa, isyan sadece eski hastalığı, yeni görünüm altında sonsuzlaştırmaya yarar. Zorluk ise, isyan olmadan sevginin yenilenmesinin mümkün olmayışındadır. Eğer hiçbir zaman isyan etmezseniz kendi kendiliğinizi yaşama şansınız olmaz.
İnsanlar, insanları ‘insani varlıklar’ olarak görme yetisini kaybettiklerinde savaşlar ‘gerekli’ olur.
Erkek mitinin kadın tarafından benimsenmesi, bir kendine ihanet edimidir. Erkeğin üstünlüğüne inanmak, kendine değer verme duygusunun temeli olan anneye özgü ihtimalleri reddeder. Bu nedenle bizim kültürümüzdeki pek çok kadının kendilik değeri duygusunun, yaşam vermek ve yeni bir yaşamı korumak gibi kendine özgü kadınsı yetilerle hiç ilgisi olmayan erkeksi özelliklere dayanması şaşırtıcı değildir.
Nefret, bir zamanlar boyun eğerek kendimizi kurban durumuna sokmuş olmaktan duyduğumuz utancın sonucu­dur. Mümkün olduğunca bunun bize hatırlatılmasını isteme­yiz.
Kendisini hiçbir zaman net olarak ifade etmesine gerek yoktu. Ses tonu, onu ifade ediyordu.
Eğer ancak itaatkâr olduğumuzda kendimizi sevme hakkı bulabiliyorsak, bir zamanlar bizim de gösterdiğimiz itaatsizliği başka insanlarda öldürdüğümüzde kendimizi adil bir insan olarak hissedebiliyoruz.
Eğer insan, çaresizliğin başarısızlığın bir ifadesi olduğu görüşünden kendini kurtarabilirse ilkel ve yıkıcı öfkeden bağımsızlaşabilir. Buna karşın öfkenin bastırılması veya yüceltilmesi kaynaklarını yaşatmaya devam eder.
Ölümün peşinden koşmak, bazı insanları hayatta tutmaktadır.
İnsanların ölüme teslim olduğunu ve bunu nasıl yaptıklarını görmek, bize niçin o kadar zor gelir?
Aşk, insanın kendi iç mücadelelerinden kurtulmak için bir başkasının sevgisini zorlama girişimidir. Bu mücadelelerin nedeni de, insanın kendisini gerçekten sevme yetisine sahip olmamasıdır.
Ölüm isteği, gerçeklikten yoksun bir kişilik yapısının yansımasıdır. Bunun yaygınlaşmış hali, ölümün kurtarıcı bir rol oynadığı trajik aşk hikayeleri geleneğinde görülür.
Kendine ihanetin en önemli özelliklerinden biri sevgi umudu değildir, aksine insanın kendi katlanılmaz yetersizliği olarak algıladığı çaresizliği aşmak üzere güce ulaşacak anahtarı bulma umududur. Bu anahtarı, üzerlerinde baskı yapan iktidarla özdeşleşmekte bulan insanlar, bu ortaklaşmayla zayıflıklarından kurtulabileceklerine inanırlar. Bazıları içinse kurtuluş umudu, ‘başarı’ yoluyla sözde özgürleşmededir.
Kişinin yaptığıyla kendi ruhunun bir ilişkisi yoktur, ruhunu itaat edilenin ulaşamayacağı yerde tutmuştur. Sorumluluğu taşıyan sonuçta odur. Bu koşullar altında bu tür insanlara efendilerini değiştirmek de zor gelmez.
Kişi, ele geçirme ve iktidar vasıtasıyla kendi duygularını yaşadığını kendine karşı onaylar. Ancak iktidar ve ona bağlı olarak oluşan her şey, canlı olma duygusunu verir. Görünmekle kalmaz, insan doğasına dair de yanlış bir kavram aktarır ve kendisi de yine değişir.
Kötülük, yıkıcılık, insaniyetsizlik bütün bunların kökleri, insanın doğumla hak ettiği kendisi olma hakkından vazgeçişine dair yaptığı çok gerilerde kalmış tercihin sorumluluğunu üstlenemeyişindedir.
Gözlerinin içinde öyle bir mucize var ki,
Orada oluştuğumu görüyorum.

– Friedrich Hebbel

Sizin istediğiniz gibi davrandığımda, ‘bana’ ulaşamazsınız..”
Sizin istediğiniz gibi davrandığımda, ‘bana’ ulaşamazsınız..”
“Asla gömmemem gereken unsurlarımı gömdüm ve böylece, sadece bazı bölümlerim onaylansın diye bütünlüğümü yitirdim. Kendim olma cesaretine sahip olmuş olsaydım, nevrotik olarak değil, en kötü ihtimalle ‘farklı’ olarak görülürdüm.”
Uyandığımda yatağımın ayak ucunda bulanık bir biçimde üç adam duruyordu. Yorgana dokundum ve belirgin bir biçimde hissettim, yani uyanıktım ve her şey gerçekti. Küçük olanları on iki yaşlarında güzel yüzlü bir oğlan çocuğuydu ve dostça gülümsüyordu. Diğeri yaşlıca ağırbaşlı bir adamdı, güven uyandıran, yere sağlam basan, düzene bağlı, güvenilir bir adamdı. Üçüncüsü, çok uzun, siyah ve zayıf saçları ve aynı uzunlukta ve zayıflıkta bir bedeni olan deli bir herifti. Yüzü bu bedene ve bu saçlara ait değil gibiydi: Hatları narin ve duygu doluydu, ama yüz ifadesi kibirli ve iticiydi. Yaşlıca olanı aniden öksürdü: ‘Herkes için en iyisi Hinton’la tanışman olacak.’ Ve acayip herife doğru döndü. Bu yüzü daha önce hiç görmemiş olduğumdan emindim. Yaşlıca olan belli ki düşüncelerimi okuyordu. ‘Onu pekâlâ tanıyorsun’, dedi, ‘ve bir zamanlar daha da yakından tanımıştın.

Hinton’un, Barbara O’Brien’in reddedilen iç kendiliği olduğu açıktı.

Reddedilme korkusuyla iç kendiliğinin düğmelerini iliklemiş olduğundan kendiliği sadece sanrılar şeklinde ortaya çıkabiliyordu. Böylece öncelikle dış kendiliği çöküntüye uğradı.
Üzerinde tasarrufu olmadığından içinden yardım alamıyordu, ama yine de, kendi ifadesiyle içinin düğmelerini iliklemişti .
Buradaki çelişik taraf, istihbarat yoğunluğunun ve hızının daha önce hiç sahip olmadığı bir düzeye ulaştığı bir dünyada yaşıyor olmamız. Ancak bunlar bize parça parça ve yaşamın tümünden bağlantısız olarak sunuluyor. Yani bilgi de çabuk bozulabilen bir mal haline geldi.
Psikopat, olaylar ve onların bizde uyandırdığı duygular arasındaki bağı yok eder.
Dıştan görülene büyük değer veren bir toplum, derinlik duyarlılığının yolunu tıkar.
İnsanın kendi bedenine dair tasarımı, toplumsal yaşamının sonucudur.
Paul Schilder
Çelişik bir biçimde, insanın canlı olabilmesi için, ölümün korkusunun içinden geçmesi gerekir. Buna hiçbir zaman cesaret edememiş olanlar, yaşamadıkları bir hayattan sürekli ürkeceklerdir.
“Kim, ölmeden önce ölmezse, öldüğünde bozuşacaktır.”
Jakob Böhme
Psikopat her şeyi bilir , ama davranışlarının nedenini herhangi bir şekilde bilinçle algılamaktan kaçınır.
Psikopat, sayesinde yaşamı taklit ettiği biçimlere gerçek anlamda değer vermediğinden, onun elde ettiği şeyleri hep terk ettiğini görürüz.
Şizofren, tabi oluşa dayanan bir benliğin sahteliğini kabullenemediği için acı çeker. Aradığı sevgidir, ama yaşadığı, boyun eğerek satın alınması gereken sahte sevginin ikiyüzlülüğüdür.
Hitler’in annesi oğluna, babasının bıraktığı emeklilik maaşıyla iki buçuk yıl boyunca avare bir yaşam sağladı.Böyle bir şımartmanın kaynağı anne sevgisi değildir, bu sadece kocayla yaşanan hayal kırıklığının derecesini gösterir. Buna bağlı olarak böyle kadınlar, çoğunlukla kızlarında kendi kadınlıklarıyla kavga ettiklerinden kız çocuklarından nefret ederler.
Ölümle haşır neşir olmak, yaşıyor olma duygusu veriyor.
Beklenmedik bir tanık, öldürücü özü kendisi de iyi tanıyan Libya Devlet Başkanı Muammer el Kaddafi, 28 Nisan 1986’da İtalyan La Repubblica gazetesinde yayınlanan bir söyleşide Reagan hakkında şunları söylüyordu: Yaşlandı ve kanserli. Kendi yaşamı son bulduğu an bütün dünya da dursun istiyor. O öldükten sonra dünyanın var olmasının ne anlamı var?
Çünkü her tabi oluş peşinden gizli bir nefreti getirir; boyun eğdirene duyulan nefret gibi kendinden nefreti de.
Şizofren, katlanılmaz bir dünyayla başa çıkabilmek için kendi kendiyle kavga eder. Sağlıklı olanların deliliğiyse, kendi kendilerini emniyette hissedebilmek için başkalarını baskı altına almaya çalışma kavgasıdır.
Benim liderliğimin tüm işlerde öyle olmasını isterim ki, sonunda iktidarı bıraktığımda ve bu dünyada hiçbir dostum kalmadığında bile bir dostum kalsın ve bu dost kendi içimin en derinliklerinde olsun.
Birkaç ay sonra Mansfield’e kendisinin de Vietnam’dan çekilmek gerektiği düşüncesine giderek daha fazla yakınlaştığını temin etti. Ama bunu 1965’den -yeniden seçilmeden önce yapamam. İktidar onun için her şeydi, insan yaşamıysa hiçbir şey.
“Ve kendimi ona hak vermek zorunda hissettiğim için kendime de öfkelendim.”
Gücü inandırıcı kılmak söz konusu olduğunda insanlar bir önem taşımaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir