İçeriğe geç

Nefaset Lokantası Kitap Alıntıları – Tuğba Doğan

Tuğba Doğan kitaplarından Nefaset Lokantası kitap alıntıları sizlerle…

Nefaset Lokantası Kitap Alıntıları

Yaşamak, hafıza denen köstebeğin durmadan deştiği, kurak bir şimdiyi tüketme işidir. Velhasıl her şey geçmiş ve gelecektir, şimdiki zamanla sadece kötü filmler ilgilenir.
Hafıza bir kemirgen gibi çalışır, bugünü uyuşturur, parçalar, deler, deşer; geride kendisinden bir gelecek üretilemeyecek boşluklar, kopuşlar bırakır.
Birbirini seven insanların etrafında toplandığı her masa
bir gençlik masasıdır. Yaşlarımız ne olursa olsun. Ruh yaşlanmaz,
seven ruh asla yaşlanmaz.
Ya da belki kıyamet aslında böyle bir şeydir. Bir seferlik, devasa ve kimseyi kayırmayan felaket değil de gündelik hayatın içinde devam eden, garip, minik düzensizlikler olarak çalışan, her gün yeni bir yere sinip orayı halleden bir şeydir.
Babasının yıllar ötesinden uzanan sesini duyar gibi oldu. Hayatın boyunca kimseye efendim deme oğlum. İnsan efendi değildir.
Eğer insan dünyaya sahiden kötülüğünden iyileşmeye gelseydi bütün hayatı güzel bir nekahet gibi geçmeliydi.
Düşmanlar birbirini dostlardan daha iyi tanır.
Günlük hayatın içinde, kalabalıklar arasındaki şehir insanı esasında bir hiçkimsedir. Bu kişi, başkalarının peşine düşüp onları takip ederse kendi hikayesinin ne olduğunu bulabilir. İnsan şehrin içinde yolunu, yol demeye değecek bir yolu ancak kaybolursa bulabilir. Ötekinin peşinde kaybolarak ve kaybolmakta yaşıyor olmanın en büyük zevkini duyarak.
Bizimki de bir gençlik masası. Birbirini seven insanların etrafında toplandığı her masa bir gençlik masasıdır. Yaşlarımız ne olursa olsun. Ruh yaşlanmaz, seven ruh asla yaşlanmaz.
Dünyanın Esenler otogarıyız biz, öyle şekilsiz, bunaltıcı.
Şimdi herkes gitmek istiyor. Bir kısmı gitmek için artık çok geç olduğunu düşünüyor. Bazılarına gidecek olsalar sanki ertesi gün her şey düzelecek de onlar kıl payı kaçıracakmış gibi geliyor, bu yüzden gidişlerini durmadan erteliyorlar.
Dünyayı anlamaya ilk heves ettiğinde çok okuma, çok düşünme kafayı üşütürsün dediler. Direnip devam ettiyse ergenliğinde şuna bak, çıktığı kabuğu beğenmiyor dediler. Devam edip yetişkin olduğunda ne oldu hani o kadar kitap okudun bir baltaya sap olabildin mi, bak şimdi tutunamayanları oynuyorsun dediler. Kimse bütün değerlerin ucuzlaştığı bir ortamda tutummanın en iyi ihtimalle onursuz bir beceri olduğundan bahsetmedi.
İnsan metruk bir geleceğe yakalanabilir, onun tarafından köşeye sıkıştırılabilir. Hafıza intikam makinesine dönüşebilir ve kişi hayatının geri kalanı boyunca sadece yaşanmış olanla değil, hiç yaşanmamış anılarla da durmadan avlayabilir. Istırapların en büyüğü bu olmalı. Asla bilinemeyecek yaşantıları özlemek, geçmişin değil geleceğin nostaljisi. İşte yaşaması bitse de gömülemeyen budur.
Salih’in babasıyla gerçek baba-oğul ilişkisi kısa sürdü ama aralarında ancak aynı kitapları okumuş iki insan arasında kurulabilecek türden bir ilişki vardır ki bu, iki kişiyi zaman ve mekândan özgürleştirerek bağlar ve taraflardan birinin ölümü bile onu etkilemez.
Yusuf Seyit Bey’de inciri, zeytini ve dağı tanıyan insanlara has bir sakinlik vardı. Karşısına çıktığı herkese gözlerinin türlü ifadeleriyle “bana güvenebilirsiniz” diyenlerdendi.
Bıraktım, artık müzik beni ilgilendirmiyor, onu hayatımdan çıkardım. Çünkü anladım. Müzik insanı önce bambaşka, çok güzel bir dünyanın varlığına inandırıyor fakat sonra bu dünyadan ona hiçbir şey vermiyor.
Hastalıkla yalnızlığı birbirine bağlayan bir şey vardı. İnsan hasta olduğunda fiziksel yalnızlığı her zamankinden başka bir anlama bürünüyordu.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Zaman dediğinde işaret ettiği aslında zamanın dışında kalan fakat onun tarafından belirlenen bambaşka şeylerin yığınıdır. Zamanın kendisinden, herkes için bir ve ortak bir şey olarak esasında hiç bahsedilememiştir.
Bak Salih hayatta tecrübe maliyeti diye bir şey vardır ve bazı tecrübeler diğerlerinden daha pahalıya mal olur, bu niye oldu neden benim başıma geldi diye dövünüp ağlayamazsın, göze almış olmasan da hesaba katacaksın. Aşk böyledir onun tecrübe maliyetini bütün gençliğini ödesen de karşılayamazsın.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
O da kederliydi elbette fakat bir duyguda bu kadar takılıp kalmak onu her zaman endişelendirir, hemen bir yolunu bulup ruhunun başka bir moduna atlayıp geçmek isterdi.
Tünel Meydanı’na varınca kendini bir kitapçıya attı. Girişte duran bir rafta defterler, kalemler, renk renk kâğıtlar, çeşitli kırtasiye. Sonra kitaplar. Dükkânın uzayıp giden raflarında rengârenk kapaklarıyla vakur, bilge, sakin, merhametli, şefkatli kitaplar.
Şevket her devrin kazananı adamlardandı. Bunun böyle olabilmesinin ilk şartı daima allahlı ya da allahsız bir cemaate bağlı
olmak ise Şevket bunu pek kendiliğinden bir biçimde başarıyordu.
Dünyayı anlamaya ilk heves ettiğinde çok okuma, çok düşünme kafayı üşütürsün dediler. Direnip devam ettiyse ergenliğinde şuna bak, çıktığı kabuğu beğenmiyor dediler. Devam edip yetişkin olduğunda ne oldu hani o kadar kitap okudun bir baltaya sap olabildin mi, bak şimdi tutunamayanları oynuyorsun dediler.
Önce niyetler zehirlendi.Sonra sözler ve eylemler zehirlendi. Arada kelimelere saldırıldı ve kelimelerin ruhları zedelendi. Kırıldı, taciz edildi, kelimelerin ruhları kaçışa zorlandı.
Ya da belki kıyamet aslında böyle bir şeydir.Bir seferlik, devasa ve kimseyi kayırmayan felaket değil de gündelik hayatın içinde devam eden, garip, minik düzensizlikler olarak çalışan, her gün yeni bir yere sinip orayı halleden bir şeydir. Aniden başlayıp şiddetle tamamına ermeyen, kendinden sonra gelecek başka bir şeye sebep olmayan, yıkıma değil, yıkımdan hep bir önceki ana benzediğinden bir yeniden doğuş vaadi de taşımayan, bir yere sıkışıp kalmış bir ara zaman, insanlığın evrimindeki mutlak bir duraklama, içindekilerle birlikte bulanma ve donma.
Duygularını düşünebilmeli ve düşüncelerini de mümkün olan her şekilde hissedebilmelisin .O zaman varlığın bir vehim olmaktan çıkıp bir gerçeklik olabilir.
Bizimki bir gençlik masası . Birbirini seven insanların etrafında toplandığı her masa bir gençlik masasıdır.Yaşlarınız ne olursa olsun.Ruh yaşlanmaz,seven ruh asla yaşlanmaz.
Sohbet olmadan mutluluk olur mu? Mutluluk için dil birliği şarttır
Hatırlamak kalbin düşünmesidir. Bırak kalbin düşünsün.
Geçmiş, içinde renklerin, kokuların, bazı eşyanın bulunduğu,koridorların ve geçitlerin onları hatırladığın yerde sabitlendiği, istediğin zaman ziyaret edebileceğin bir müze değildir. O seninle birlikte yürüyen, girdiğin her kapıya, gördüğün her yeni yere şekil veren, kendini sürdüren canlı bir şeydir.
İnsanlar bazı duygularda ortaklaştıklarını ve böylece yalnızlıkların hafiflediğini zannederken kim bilir aslında ne tür yalanları yaşıyordu.
Şu samimiyet, ne tehlikeli bir kavram; üçkağıtçılığın, yardakçılığın, yalakalığın, densizliğin, hadsizliğin, edepsizliğin kisvesi oluyor. Bütün samimiyetimle söylüyorum, samimiyetimize sığınarak, samimisin değil mi? Hayır efendim samimi değilim. Samimi olmamız gerekmiyor..
Bir sevginin armağan edilebilmesi için önce elde edilmesi gerekir..
İnsanın türlü türlü terk etmeleri ve terk edilmeleri vardır. Bunların içinde en fenası ise kuşkusuz mesafesiz olanıdır..
Zamanın başlangıcında içimize bir yaratılış fikri mi yerleştirildi. Neye dönüşeceğimizi bizi yoğururken ellerinde bilen bir çömlekçi tarafından..
Nihan’ın kütüphanesini incelediği gecenin sabahında “ zaten oldum olası çok okuyan insanların iyi sevişeceğini düşünürdüm “ dediğini hatırladı. İnsan okuyunca kendi olmaktan kurtulup başkaları olurmuş, aynı anda pek çok kişi olurmuş. Kitap okumak hiç bu kadar işine yaramamıştı..
İnsanlara söylemeyi en çok sevdiğim kelime haklısın..
Birine durmadan haklısın dersen onu etkisiz hale getirirsin. En katısının bile bu kelimeyi duyunca yüzünün nasıl gevşeyip rahatladığını, omuzlarının genişlediğini gördükçe gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Zavallı insancıklar. Haklı olmak niye bu kadar önemli? Ne kadar aza tamah ediyorlar. İnsanlardan bunalıyor musun, bırakacaksın kendilerini haklı sansınlar. Sen de her zaman durduğun yerde dur ve onlara gülümse..
Pişmanlık ve utanç bizi insanlaştırır..
Bugün, çok nemrudum farkındayım ama bence bu karamsarlık değil, gerçekçilik..
İnsanlar bazı duygularda ortaklaştıklarını ve böylece yalnızlıklarının hafiflediğini zannederken kim bilir aslında ne tür yalanları yaşıyordu..
Benim babam niye yaşlı, herkesin babası genç diye hınçlandığı zamanlar için kendini suçlu hissederdi. Salih babasını severdi.
Hatırlamak kalbin düşünmesidir. Bırak kalbin düşünsün.
Her insanın onu artık sıradan bir insan olmadığına inandıran bir yaşantısı olur.
Düşmanlar birbirini dostlardan daha iyi tanır..
İşte ah böyledir, kendi zamanını bekler, bekler. O gün geldi mi de mutlaka ama mutlaka çıkar..
İnsan yanlış birine aşık olamaz mı? İnsan kendini durmadan aşağılayan, ona üzüntülerinle, isteklerinle, duygularınla ve düşüncelerinle yanlışsın, ben senin görmek istediğin kişi değilim, ben benim diyen birini sevemez mi?
İnsan devamlı sadece kendine benzeyenlerle oturup kalkınca bir topluluğun parçası gibi hissediyor ama meselenin aslı öyle değil, ben bunu anladım. Kıyamet yaklaşıyor diyenle dünyayı yeniden kuracağız diyen nihayetinde aynı istatistiklere konu oluyor, hiçbir şey akmıyor, her şey aynı kalıyor. Dünyadan alacağı olduğunu düşünenle dünyaya verecekleri olduğunu düşünenin farkı, sadece baktıkları yerin farkı, onlar dünyanın umrunda değil, dünya dünya olmaya, hep aynı şekilde dönmeye devam ediyor ama bir tek devran bir türlü dönmüyor..
Bazı insanların doğasında umut içkindir..
Birbirini seven insanların etrafında toplandığı her masa bir gençlik masasıdır. Yaşlarımız en olursa olsun. Ruh yaşlanmaz, seven ruh asla yaşlanmaz..
“insanın evi kitaplarının olduğu yerdir”
Evlilerin bekarlık övmesi gibi, boşanın kardeşim o zaman..
Sohbet olmadan mutluluk olur mu? Mutluluk için dil birliği şarttır. Niye? Çünkü değer birliği şarttır..
İnsanlar ahmaklaştıkça ahmaklaştı. Hiçbir şey yapamadık. İçinde durarak ve bedenlerimizi yakalamasına izin vererek büyük bir çürüme tarihi yarattık..
Toprağın bile küflendiği bu dünyada yine de daima taze bir şey olabilir mi?
Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi..

Fernando Pessoa

Babasının yıllar ötesinden seslenen sesini duyar gibi oldu.” Hayatın boyunca kimseye efendim deme oğlum. İnsan efendi değildir.”
Düşmanlar birbirini dostlardan daha iyi tanır.
Kimse bütün değerlerin ucuzlaştığı, bir ortamda tutunmanın en iyi ihtimalle onursuz bir beceri olduğundan bahsetmedi.
Dünyanın Esenler otogarıyız biz , öyle şekilsiz, bunaltıcı.
Sohbet olmadan mutluluk olur mu ?
Bir sevginin armağan edilebilmesi için önce elde edilmesi gerekir. Hediyeyi tekrar hediye etmek pek çok kültürde ayıplanır; onu sana X vermişti, tutup Y’ye vermen hiç hoş değil. Halbuki sevme işlerinde vuku bulan tam olarak budur. İnsan birini sevdiğinde bir vakit bir başkasının armağan ettiği şeyi şimdi başka birine veriyor demektir.
hayatta tecrübe maliyeti diye bir şey vardır ve bazı tecrübeler diğerlerinden daha pahalıya mal olur, bu niye oldu neden benim başıma geldi diye dövünüp ağlayamazsın, göze almış olmasan da hesaba katacaksın. Aşk böyledir. Onun tecrübe maliyetini bütün gençliğinle ödesen de karşılayamazsın.
İnsan metruk bir geleceğe yakalanabilir, onun tarafından köşeye sıkıştırılabilir. Hafıza bir intikam makinesine dönüşebilir ve kişiyi hayatının geri kalanı boyunca sadece yaşanmış olanla değil, hiç yaşanmamış anılarla da durmadan avlayabilir. Istırapların en büyüğü bu olmalı. Asla bilinemeyecek yaşantıları özlemek, geçmişin değil geleceğin nostaljisi. İşte yaşaması bitse de gömülemeyen budur.
Toprağın bile küflendiği bu dünyada yine de daima taze bir şey olabilir mi?
Ölümü ölülerin değil , yaşayanların düşünmesinden ve konuşmasından şaşkındım.
İnsanın türlü türlü terk etmeleri ve terk edilmeleri vardır. Bunların içinde en fenası ise kuşkusuz mesafesiz olanıdır.
”Gibi olan hiçbir şeye tahammülüm yok benim.
Teslimiyet gibi görünen tanrı kompleksine, inanç gibi görünen histeriye, kentli gibi görünen kasabalılığa, yarım olan hiçbir şeye. Çünkü bir şeyin yarımı, tamından ya da hiç olmamasından her zaman daha fena ve tehlikeli.
Her şeyin yarımından korkacaksın. Yarım adalet, yarı cahil ve sair.
Bunun gibilere tahammülüm yok, yarım olan hiçbir şeye; bir de insanların şu teslimiyet kisvesine bürünmüş kibrine. Her şeyin yarımından korkacaksın, her şeyin. Hakikat, gerçek, akıllı, akılsız bunlarla ne yapacağını bilirsin ya da bir yol bulmayı deneyebilirsin. Ama yarım oldu mu fena. ”
”Hatırlamak kalbin düşünmesidir. Bırak kalbin düşünsün. Hatırla. ”
“İnsanlara söylemeyi en çok sevdiğim kelime ‘haklısın’. Birine durmadan haklısın dersen onu etkisiz hale getirirsin. En katısının bile bu kelimeyi duyunca yüzünün nasıl gevşeyip rahatladığını, omuzlarının genişlediğini gördükçe gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Zavallı insancıklar. Haklı olmak niye bu kadar önemli? Ne kadar aza tamah ediyorlar. İnsanlardan bunalıyor musun, bırakacaksın kendilerini haklı sansınlar. Sen de her zaman durduğun yerde dur ve onlara gülümse.”
Birbirini yıllardır tanıyan iki kişinin konuşacağı pek bir şey kalmamıştır ya da yeni bir şey. Bu insanlar uzun zamandır bir arada olmanın sağladığı çok sayıda konfora sahiptir; kendini karşısındakine başka araçlarla anlatabilmek, susarak anlaşabilmek. Sıkıntı, bitkinlik, atalet bu sessizliği dünyaya getirip yetiştirebileceği gibi, giderek gündelik bir heyecan, az evvel yaşanmış taze bir neşe, hatta karşıdakine duyulan güçlü bir öfke de aynı suskunlukta ifade bulur, onu sürdürür ve büyütür. Bu iki kişinin etrafını saran sükûnetten yapılma bulutun içinde seslendirilmiş kelimelerde bulunmayan bir ağırlık vardır.
Misal tatile gelen Almancılara bakın, hep orada mutlu olmadıklarını söylerler. Ee neden dönmüyorlar bu Almancılar o zaman Suphi Ağabey? Bu da evlilerin bekarlık övmesi gibi, boşanın kardeşim o zaman.
Geç kaldım. Geç kalmadın. Hiçbir şey geç kalınmaz, her şey kendi zamanında olur. Her şey geç kaldım ben, her şeye. Belki gecikme sandığın şey ben seni koruyan şeydir.
Doruktan sonra uçurum gelir. Keşke dilerken eksiksiz dileseydin. Bir doruk değil de mesela bir kapı dileseydin. Nihai bir kapı olsa da nihayetinde bir kapı; kendisinden geçilince yeni bir yerin içine girilecek. Ama sen bir doruk diledin, bir kapı değil. Bu nedenle vardığın yer bir mesken değil bir uçurumun yüksekliği. Bunu sen istedin.
Her devirde aklı olanın, fikrini kiralamayı reddedenin suçlamasından, haksız çıkarılmasından, iğdiş edilmesinden, azarlanıp paylanmasından bıktım. Bütün faturanın düşünene kesilmesinden bıktım. Bu Toprak okuyanı, düşüneni, münevverini, aydınını entellektüelini, entelini, hiçbir zaman sahiplenmedi. Onu hep küçümsedi. onu hep zaman dışı, gerçek dışı buldu. Onu asla ciddiye almadı, onunla daima dalga geçildi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir