İçeriğe geç

Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı Kitap Alıntıları – Sarah Bakewell

Sarah Bakewell kitaplarından Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı kitap alıntıları sizlerle…

Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı Kitap Alıntıları

Bütün gizemler arasında en çok şaşırdığı kendisiydi; adeta sırrına ulaşmanın mümkün olmadığı bir fenomendi.
Evet, bir yerim var, ama buna ihtiyacım yok, her şey bittikten sonra varlığım olmayacak.
Kimse, ayrılırken derimizi kaldırıp bizden parça koparacak kadar bize bitişmesin, yapışmasın.
Yaşamak kendi içinde bir hedef olmalı, başlı başına bir amaç.
Bu kitap yeterince yorumlandı, artık diyecek bir şey yok.
Büyük meseleleri küçük zekâlara göre ele alamazsınız. . .
Hayat karmaşıktır ve izlenecek tek bir yol yoktur.
Uzun zamandır melankolik bir ruh hali içindeyim
Bedeninin zayıflığı, ruhunun gücünü hiç etkilememiş gibiydi.
Ve işler daha da kötüleşmek üzereydi.
İnsanın kendini suçlamasına her zaman itibar ediliyor, kendini övmesine ise kuşkuyla bakılıyor.
Böyle yaparak beni çok hoşnut edeceksiniz, aksi takdirde büyük bir memnuniyetsizlik duyacağımı bilmelisiniz.
Her insan kendi önüne bakar; ben kendi içime bakıyorum. Benim yalnız kendimle işim var, durmadan kendimi düşünüyorum, kendimi denetliyorum, kendi kendimin zevkini çıkarıyorum. . . Ben kendi başıma yuvarlanıyorum.
Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.
Kendini beğenip gurura kapılma, özgür kal.
İnanca, inançsızlığa, kanaatlere ve taraflara kapılma, özgür kal.
Alışkanlıklara kapılma, özgür kal.
Hırs ve açgözlülüğe kapılma, özgür kal.
Aileye ve çevreye kapılma, özgür kal.
Bağnazlığa kapılma, özgür kal.
Kader fikrine kapılma, özgür kal: Kendi hayatının efendisi ol.
Ölüm fikrine kapılma, özgür kal: Hayat başkalarının iradesine dayanır, ancak ölüm kendi iradenizdedir.
Bu insanlar ruhlarının durumuyla değil, yalnızca siyasi çözümlerle ilgilenirdi. Yüzlerine tıpkı şeytan gibi maskeler takmışlardı, herkesi kandırıyorlardı.
Teologların uyardığı önemli bir gelişme de Deccal’ın gelişiydi. İlerki yıllarda buna dair bolca işaret bulunacaktı: 1538’de bir Afrika ülkesinde yaşlı bir kadın kedi dişli bir bebek doğurmuş, bebek, bir yetişkinin sesiyle mesih olduğunu söylemişti. Aynı anda Babil’de bir dağ yarılıp açılmış ve üzerinde İbranice doğum saatim geldi yazan bir sütun açığa çıkmıştı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Devletin iyileşeceğini değil, son bir yıkıntının geleceğini düşünüyordunuz.
Bizim en kötü hastalığımız, kendi varlığımızı küçümsemektir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Gerçek anlamda insan olmak, yalnızca sıradan olmayı değil, tertip ve düzen içinde davranmayı gerektirir.
Tupinambálar gibi Pasifik adaları yerlileri de huzur içinde basit hayatlar sürüyorlardı. Kültürlerinin daha az yenilir yutulur yönleri, Avrupalılar onlar hakkında pek bir şey bilmediğinden göz ardı edilebilirdi. Bu da, başta adalıların istedikleri an istedikleri kişiyle cinsel ilişkiye girdiği olmak üzere, yalan yanlış bilgilerin önünü açtı.
bir başkasında insanlar kıçlarını sopanın ucuna taktıkları süngerle siler.
bir ülkede kadınlar ayakta, erkekler çömelerek işer
Alışkanlık her şeyi sıradan gösterir, insanı uyutur. Farklı bir bakış açısına atlamak kişiyi uyandırır.
Bir köpeğin deneyimini hiçbir şekilde anlayamayız, diyordu: Fundalıklar altında bulunan kemiklere duyulan sevinci ya da ağaçlarla direklerin kokusunu. . . Onlar da bizimkini anlamazlar; örneğin saatlerce bir kitabın sayfalarına bakmamızı. Yine de, her iki bilinç durumu da belirli bir niteliği paylaşır: yapılan işe tamamen dalındığından gelen şevk ya da ürperti .
Küresel ölçekte tek bir varlık çok büyük önem taşıyamazdı
Çünkü her yerde aynı doğa vardır ve kendi gidişini kararlıca sürdürür. Hayvanlar bize şu an benzediklerinden daha az benzeseler bile, sırf canlı oldukları için onlara yoldaş muamelesi yapmak boynunuzun borcudur.
halbuki savaş, farklı bir zihinsel durum yaratır.
Kadınlarla ilgili haksız yargılarda bulunuyoruz; onların da bizim için haksız yargılarda bulunduğu gibi.
Erkeklerle kadınların cinsel davranışlarını yargılamakta kullanılan çifte standardın da pekâlâ farkındaydı. Aristotales’e bakmazsa, Montaigne, kadınların da erkeklerle aynı ihtiyaç ve tutkulara sahip olduğundan kuşkulanıyordu; oysa kadınlar bunları doyurmaya kalkıştıklarında çok daha fazla ayıplanıyorlardı.
Montaigne kadınlar konusunda dalgacıdır, ama bir yandan geleneksel de olabilir. Yine de, kadınları asla damızlık inek olarak görmez. Onun için ideal evlilik bedenler kadar zihinlerin de birleşmesidir; bu durumda ideal bir dostluktan bile daha eksiksiz olacaktır.
Evlilikte doğru olan asgari ölçüde, hazsız bir cinsel ilişkiydi. Neredeyse tamamı cinsellik üzerine olan bir denemede Montaigne, Aristotales’in bilgeliğinden alıntı yapar: Kadına sakınımlı ve ciddi bir şekilde dokunmalıyız, çünkü cinsel istekle okşadığımız zaman, zevk onun aklını başından alabilir. Doktorlar da aşırı hazzın, spermlerin kadının bedeninde pıhtılaşmasına yol açarak, kadının gebe kalmasına engel olabileceği konusunda uyarıyordu. Kocanın zevkini daha başka, vereceği hasarın önemli olmadığı bir yerden alması daha iyiydi. Pers kralları, diye anlatır Montaigne, kendi eşlerini çayırda yaptıkları gezintilere çağırıyorlardı; ama şarap onları iyice ateşleyince, cinsel isteğin dizginlerini elden bırakıyorlardı; ölçüsüz isteklerine eşlerini karıştırmamak için onları evlerine gönderiyorlardı. Sonra da, daha uygun bir grup kadın getirtiyorlardı.
Kocalık görevlerini gönülsüzce, kendisinin ifade ettiği gibi yalnızca bir kıçla yerine getirerek, çocuk sahibi olmak için gerekeni yaptı sadece.
Evli kadınlar bile, her şeyi iyi biliyorlar,
İnce bir kamışı görmekten hoşlanmıyorlar.
. . .Paris ya da Londra’ya baktığımda Pascal’ın sözünü ettiği umutsuzluğa düşmek için bir neden görmüyorum. Benim gördüğüm şehir ıssız bir adaya hiç benzemiyor; kalabalık, zengin, emniyetli; insanlar, insan doğasının elverdiği derecede mutlu. Hangi aklı başında insan Tanrı’yla karşı karşıya kalınca ona nasıl bakacağını bilmediği için kendini asar? . . .Neden kendi varlığımızdan tiksinelim ki? Varlığımız inanmamızı istedikleri kadar sefil değil. Dünyayı bir hapishane hücresi, insanları da suçlu olarak görmek, bir fanatiğin düşüncesidir.
İnsanın küçük şeylere duyarlılığı ve büyük şeylere duyarsızlığı: garip bir düzensizliğin işareti.
İnsanın körlüğü ve sefaletini, bütün evrenin sessizliğini, hiçbir yol göstericisi olmayan insanın kendi yazgısına terk edilmişliğini, evrenin bir köşesinde kaybolmuş ve buraya ne yapmaya gelmiş olduğunu, öldükten sonra ne olacağını bilmeyen, hiçbir bilgiye ulaşması olanaklı olmayan insanın durumunu görünce, uykudayken ıssız ve korkunç bir adaya birileri tarafından taşınmış ve ertesi sabah uyandığında başına neler gelmiş olduğunu ve buradan nasıl çıkacağını bilmeyen bir insan gibi büyük bir korkuya kapılıyorum.
Descartes’e göre bir köpeğin bakış açısı ya da gerçek bir deneyimi yoktu. İç dünyasında bir tavşan yaratıp onu kırlarda kovalamazdı. İstediği kadar burnunu çekip patilerini kıpırdatsındı. Descartes burada, beynin mekanik işlemleriyle tetiklenen kaslar ve ateşlenen sinirlerden başka bir şey görmüyordu.
Erken modern çağın en önemli filozofu René Descartes, hayvanlarla sadece insanlara tezat oluşturdukları için ilgileniyordu. İnsanların bilinçli zihinleri vardı: Kendi deneyimleri üzerine düşünebilir ve düşünebiliyorum diyebilirlerdi. Hayvanlar ise bunu yapamazdı. Bu nedenle Descartes’e göre ruhları yoktu ve bir makineden farksızdılar.
Hayvanlar çeşitli yeteneklerde bizden üstündü. İnsanlar renk değiştirebiliyor ama bunu istemeden yapıyorlardı: Utandığımızda kızarıyor, korktuğumuzda bembeyaz oluyorduk. Bu bizi, yine tesadüfi koşullarda renk değiştiren bukalemunla aynı seviyeye yerleştiriyordu, ama rengini istediği zaman, istediği gibi değiştirebilen ahtapotun çok çok altında kalıyorduk. İnsanoğlu ve bukalemun, yüce ahtapotu ancak hayranlıkla izleyebilirdi; bu da kibrimize büyük darbeydi.
İnanç bize kendi çabalarımızla değil, Tanrı’dan olağanüstü bir kaynaşma yoluyla gelmeli, diye yazıyordu. Yani; Tanrı çay poşetini verirdi, sıcak su ile bardak ise bizden gelmeliydi. Doğrudan demlenemeyeceksek de kiliseye güvenmemiz yeterdi; kilise bir tür toplu semaverdi, önceden demlenmiş inançla doluydu.
Her şeyi sorgula kuralının tek bir istisnası vardı: Dini inancının kuşkunun ötesinde olduğunu dikkatle belirtiyordu. Katolik inancına bağlıydı ve bu sorgulanamazdı.
Hiçbir şey hasıraltı edilemezdi, hiçbir şey unutulamazdı.
Devlet adamı Michel de L’Hôpital Aralık 1560’ta yaptığı bir konuşmasında, o günlerde herkesin içinden geçen şu duyguları dile getiriyordu: Farklı inançlardan insanlar arasında barış, huzur ve dostluk ummak, aptallıktır. Arzu edilen bu olsa bile, imkânsız bir idealdi. Siyasi birliğe giden tek yol dinsel birlikti.
Hukukun iyi tek yanı vardı; o da insanların kusurlarını açıkça ortaya dökmesiydi, felsefik açıdan iyi bir dersti yani.
bir şeyi bilinçlice unutmaya çalışmak, doğrudan beyninize kazınmasını sağlıyordu.
Belleği güçlü insanların zihni kalabalıktır;
Bazen bir bilgi önemli ya da ilginç olduğu için aklından uçup gidiyordu.
Okurken, Ovidius’tan öğrendiği şu kuralı uygulardı: Keyif al. Bir şey okurken takılırsam tırnaklarımı yemiyorum, bir iki kez baktıktan sonra bir kenara bırakıyorum.
Montaigne birçok okulun benimsediği sert yöntemlere de ateş püskürür. Şiddeti ve zorlamayı bir kenara bırakın! der. Bir okula ders yapılırken girin, diye anlatır, tek duyacağınız işkence gören çocukların çığlıklarıyla öfkeden kudurmuş öğretmenlerin bağırtıları olacaktır. Tüm bunların başardığı bir şey vardır, o da çocukları tüm hayatları boyunca öğrenimden soğutmaktır.
Montaigne’in annesi kuşkusuz güçlü bir karakterdi, ancak gelenekler onu zayıf kılmış, hüsran içinde bırakılmıştı. Olageldiği üzere genç yaşta evlenmiş, muhtemelen kimse ona bu konuda söz hakkı tanımamıştı.
Size hızını hatırlatmak için gürültü yapmaz ama sessizce süzülür. . . Sonuç ne olacaktır? Hayat hızla akarken siz başka şeyle meşgulsünüzdür. Bu sırada ölüm gelir ve buna hazır olup olmamayı seçme şansınız yoktur.
Seneca’nın deyişiyle, hayat bu, zaman gelir, her şey bir anda son bulur. Bunu unutmamanızı sağlayacak tek kişi, kendinizsinizdir.
Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir, demişlerdi
Ölmeyi öğrenmek bırakmayı öğrenmekti; yaşamayı öğrenmek tutunmayı öğrenmekti.
Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık derinliklerine inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırt edip yazmak zannedildiğinden çok daha zahmetli bir iştir.
Nadasa bırakılan tarlanın yabani otlarla dolması gibi, zihni de anlamsızlıklarla doluyordu.
Büyük stoacı Seneca, Romalılara sürekli kendilerini bulmaları için inzivaya çekilmelerini tavsiye ediyordu. Böyle yapmak, eski Roma’da olduğu gibi Rönesans döneminde de doğru planlanan bir yaşamın parçasıydı. Belli bir dönem yurttaşlık görevlerinizi yerine getirir, daha sonra hayatın anlamını keşfetmek için köşenize çekilir ve uzun bir ölüme hazırlanma sürecine girerdiniz. İşin ölüme hazırlanmak kısmıyla ilgili Montaigne’in tereddütleri vardı, ama hayatın anlamıyla ilgilendiği kuşkusuzdu. Şöyle yazmıştı: Bizi başkalarına bağlayan bağlardan kendimizi kurtaralım; kendi yaşamımızı sürmek ve gerçekten yalnız olmak için, kendi üzerimizde erk kazanalım ve kendi keyfimize göre yaşayalım.
Otuz sekizinci doğum gününde kütüphanesinin duvarına şu Latince kitabeyi yazdırarak kararının altını çizmiş oldu:
1571 yılı, Michel de Montaigne, otuz sekiz yaşında. Doğum yıldönümünden bir gün önce; meclisteki kulluğundan ve memuriyetinden bıkmış; fakat sapasağlam olarak kitapların arasına dönüyor ve geri kalan günlerini orada, sükun içinde geçirmeye karar veriyor.
Eğer nasıl öleceğinizi bilmiyorsanız, önemli değil; doğa bunu size zamanı gelince söyleyecektir, hem de yeterince ve gerektiği gibi. Doğa bu görevini titizce yerine getirecektir, bunun için canınızı hiç sıkmayın.
Filozoflara bu dünyadan ayrılmak zor geliyordu, çünkü kontrolü ellerinde tutmak istiyorlardı. Felsefe üzerine düşünmek ölmeyi öğrenmektir düşüncesi buraya kadardı.
Var oluşunuz pamuk ipliğine bağlıydı: Onun deyimiyle, dudaklarınızın ucundaydı. Ölüm hazırlanılabilecek bir eylem değil, amaçsız bir hayaldi.
Onu sürekli her haliyle hayal etmeliyiz. Bir at sendelediğinde, bir kiremit düştüğünde, bir iğne hafifçe battığında, bir kez daha düşünün: Bu ölümün gelişi olmasın?
“Felsefe üzerine düşünmek ölmeyi öğrenmektir.”
Kendimle çelişiyor muyum?
Ne güzel, çelişiyorsam çelişiyorum
(Demek ki çok genişim, içimde her şeyden var.)
1533–1592 yıllarında Fransa’nın güneybatısındaki Périgord bölgesinde yaşayan Montaigne, bir soylu, bir devlet memuru ve şarap üreticisiydi.
Huzurlu bir ruh halinin heyfini çıkardım. Tek bir şeyin eksikliğini duydum, o da bu güzel şeyleri tek başına kimseyle konuşmadan yaşamak zorunda kalmak.
Çünkü o, yaşayan birine yapılan zalimliğin bir cesede yapılabilecek her şeyden daha korkunç olduğunu düşünüyordu.
Hayatı yakalayamazsanız, sizden kaçar. Onu kavrarsanız da sizden kaçacaktır. Bu yüzden onu izlemeli, “her zaman akmayacak olan o hızlı akıntıdan mümkün olduğu kadar çabuk içmelisiniz” dir.
Ölüm hazırlanılabilecek bir eylem değil, amaçsız bir hayaldi.
Duvarlar gözeneklidir; yaşantımız sosyaldir.Kendi zihinlerimizi birkaç saniyeliğine bile olsa terk edip, bir başka varlığın gözünden dünyaya bakabiliriz. Bu yetenek uygarlığın en büyük umududur.
Tüm bunlar söylenmemiş olsa bile, bizi yalnız yaşamı ve duyguları olan hayvanlara değil, ayrıca ağaçlara, tüm bitkilere bağlayan bir saygı, genel bir insanlık görevi vardır. İnsanlara adalet borcumuz var: diğer varlıklara da anlayacakları iyilik ve incelik borcumuz var. Onlarla aramızda bir tür alışveriş ve karşılıklı görevler var.
Kendi varlığından dürüstçe yararlanmayı bilmek, tanrısallık gibi salt bir yetkinliktir. Biz kendi koşullarımızı kullanmayı bilmediğimiz için, başka koşullar arıyoruz. Kendi içimizde ne olduğunu bilmediğimiz için, dışarı çıkıyoruz. Cambaz ayaklarıyla da yürüyebilir, ama o zaman bile kendi bacaklarımızın üzerinde yürümemiz gerekiyor. Dünyanın en yüksek tahtı üzerinde de olsak, yine kendi kıçımızın üzerine otururuz.
Her şeyin istediğiniz gibi olmasını dilemeyin, dileyin ki, her şey gerçekte olması gerektiği gibi olsun; o zaman hayatınız huzurlu olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir