Bilge Karasu kitaplarından Narla İncire Gazel kitap alıntıları sizlerle…
Narla İncire Gazel Kitap Alıntıları
“Yaşamak, durmadan, ardında yıkıntılar bırakarak bir yerden bir yere gittiğimizi sanmak mıdır?”
İnsan iz bırakmak ister. Tarih yapar , sanat yapıtları koyar ortaya, anısı kolay kolay silinmeyen iyilikler ya da kötülükler eder. Yazı bırakır, çizi bırakır, üremeyi soya dönüştürür, kanlı (ya da boyaya, çamura bulanmış) elini basar bir duvara, bir taşa, bir kâğıda
Çevrede her şeyin yıkıldığı zamanlarda bile, insanlar arasında sevginin, dostluğun yaşamış olabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yıkıntıdan artakalanlar sevgiyi, dostluğu nasıl yeniden üretir, sürdürürdü? Ölürken bile yaşamı bir yanından sürdürmekte -şu ya da bu biçimde, ama kesinlikle- sürdürebilmekte olduğumuzu bilmemiz gerekir…
Gönül yüceliğinin kibri yoktur.
küskünlük, dört duvar arasında, bir taşın parçalanamazlığıdır.
konuşmak güç. hantal sözlerle yetinmek zorunda kalıyor insan
Yılmamasını bilmeli.
kurağın ateşini söndüren, soluk aldıran, kapıları açan yaz yağmuru gibisin bana. ama sıkılırsın diye söylemekten kaçınırım.”
Yaşamak, durmadan, ardında yıkıntılar bırakarak bir yerden bir yere gittiğimizi sanmak mıdır?
Oysa hangi anın geçmişi, hangi başka anın geçmişine benzer içimizde? Aynı geçmiş olması beklendiği halde?
Her yerde yabancı olmak, her ayrılışta, her yola çıkışta, sonunda, kendi yerine, yurduna varabileceği umudunu taşımak, garip bir iştir. İnsanın kendi yeri, yurdu neresi?
Ne yaşadı? Benim, başkalarının, konuşmadığımız, yürümediğimiz, kıpırdamadığımız bir dünya, sonu gelmez bir bekleyiş miydi onun için?
Her şeyin varlığı ancak görünürlüğüne indirgendiğinde, – bu toptan susmayı da yavaş yavaş, alışa alışa yaşamış olduğunu düşünmek istiyorum-
Yaşamayı, sürekli bir yabancılık duygusunun kanatıcılığıyla bir tutanlardan değil miyim?
Simgelik niteliği değişmezken yaşam biçimleri hızla değişti. Yaşamın bir simgesi oluverdi bir gün gözümde. Onu anlatmaya girişmişken bambaşka gibi görünen birtakım şeyler anlatmaya kalkışım bundan mıdır?
Bir yaşamı sürüklemek miydi artık yaptığı? Yalnızlığın, kopmuşluğun, yabancılığın alabildiğine özgür tozuna gömülmek miydi?
Acının makbul olanı vardır belki, ama acıyı çekenler için değil.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
▪Özgürlük, zaten, herhangi bir şey yaratıp eyleyerek, sevip bağlanarak, yaşanacağı seçerek yaşanabileceklere sınır getirmek değil midir?
▪Anılar, belli bir okuyuşun sağlayabileceği anlamları taşır ancak. Anahtarı yazılmadıkça birtakım benekler olarak kalan notalar gibi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
▪ Sana, penceremin önünde duran o vişne ağacını anlatmıştım. Karanlıkta bile, ona bakmak bir mutluluktu, bolartırdı gönlümü. Sen o vişne ağacı gibisin, demek isterim sana. İlkyaz güneşinde sert, yalız, ışınımlı aklığıyla bir kışın daha ödülünü dağıtır gibi göğe karşı çiçeklenen, taç yaprakları pörsüyüp döküldüğünde ardından gelecek alın umuduyla bizi oyalayan, yemişi, kopanlmazsa, uzun süre karara karara kışı bekleyen vişnenin bütün hallerini sende görüyor değilim elbet. Ama onun gibi bir yaşam umudusun benim için. Yaşanabileceğini, yaşamağa çalışmak gerekeceğini duyurup duran. Ama böyle sözler sana söylenmezmiş, söylenemezmiş gibi gelir hep. Kurağın ateşini söndüren, soluk aldıran, kapıları açan yaz yağmuru gibisin bana. Ama sıkılırsın diye söylemekten kaçınırım.
Bir gece biraz rahatsızlandı, kaygılandım. Yatmak istedi. Sabahı, uykusundan uyanmadı. Kendi ölümümün de böyle olmasını dilerim. Kim bilir?
Az konuşan, yalnızlığı asıl durumu bellemiş insanların çok konuştuklarını farkettiklerinde birden utanıp susmalarına benzettim susuşunu.
Denize gitmenin vakti geldi. Açılmanın. Yorulmanın. Belki de dönmemenin.
Çevrede her şeyin yıkıldığı zamanlarda bile, insanlar arasında sevginin, dostluğun yaşamış olabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yıkıntıdan artakalanlar seviyi, dostluğu nasıl yeniden üretir, sürdürürdü?
Kokularım, seslerim, görüntülerim, anılarımsın sen benim. Dokunduğum, okşadığım, en gizli tadını tattığımsın. Kahvaltının üçüncü çayı bittiğinde Uyanamadın mı daha? dediğim zaman Ne gereği var? diyen ilk insansın bana.
Yeterince güçlü, yerini bulan bir fiskenin – ister içinizden gelsin, ister dışarıdan – sizi nasıl dağıtabileceğini, elinizden her şeyi – bir kırıntısını bile bırakmamacasına – bir anda nasıl alabileceğini öğrenmiş olduğunuz ölçüde yaşamınıza egemensinizdir artık.
adım adım bulacağız aradığımızı.
Buraya, kalıplı, alışılagelmiş, renkleri yavaş yavaş soldurmuş bir yaşamdan izin alınıp geliniyor.
Tadını hiç bilmediğin, dolayısıyla, gördüğünde de tanıyamayacağın bir şeyi ağzına atmaya kalkar gibi, alışageldiğin her şeyin dışında olduğunu sandığın, umduğun bir yere gidiyorsun.
Sevinçler niye tam olamaz bir türlü?
Sevdiklerim, uykularında, çıldırtacak kadar güzel görünmüşlerdir bana.
Nerelerdesin? diyor Eren, gözlerimin içine dikerek gözünü. Iraklardan dönüyorum. Yaşama felsefelerindeydim galiba.
Nar Kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.
Dünya her kezinde baştan başlamalı. Kötülüğün, çirkinliğin, acının kolay kolay ortadan kalkamayacağını bilerek; bildiğimiz için. Sevginin, sevinin her zaman bir şeyleri kurtaracağını umduğumuz için.
Kahvaltının üçüncü çayı bittiğinde Uyanamadın mı daha? dediğim zaman Ne gereği var? diyen ilk insansın bana.
Ses getirebilecek tek şey, yazılar; ama onlara da, kesinlikle, sessizce bakmak gerek. Yazıların altında bir taş kımıltısızlığı Ardı yok içi var diyorduk. Ancak girilebilir bir dünya bu. Çıkışı yoktur. Siz içine girdikten sonra dışı kalmamıştır. Dolanır durursunuz artık içinde.
o denizin içinde gezer gibi gitmek istiyoruz artık, bir imden bir rengin çeşitli katmanlarına.
Duvarlar bölücü, kapatıcı, kapayıcı olmayabilirler de bir yaştan sonra. Hep gereklidirler, ama aşılırlar. Herhangi bir şeyi seçebilmek için, içimizden çizmeye çalıştığımız sınırlara dönüşürler.
Yollar açtığı kadar duvarlar örer, kendine yarattığı özgürlüğün sınırlarını kendi çizer.
“Küskünlük, dört duvar arasında, bir taşın elle parçalanamazlığıdır.”
Konuşmak güç. Hantal sözlerle yetinmek zorunda kalıyor insan.
Bir çocuk gözü, bir çocuk gönlüdür dünyayı yoğuracak, biçimlendirecek olan. Gözü çocuk, gönlü çocuk kararlı bir el.
Başını kitaptan kaldırıyor. Denize gitmenin vakti geldi. Açılmanın. Yorulmanın. Belki de dönmemenin.
İnsanın bir zamanlar farkında olduğu bir dirim dengesi ortaklığının yerini, sömürücülüğünün, ya da daha kötüsü, aldırışsızlığının da ötesinde bir bakar körlüğün almış olmasını ürkünç buluyorum.
İçimizde, dünyanın çok eski bir çağını taşıdığımız da, insanca edindiğimiz bilgilerden çıkarılabilecek bir başka bilgi. Farkında mıyız?
Deniz, incir, güneş, kumsal, yaşamak istediğimiz, yaşayalım yaşamayalım gönlümüzden geçirdiğimiz her birolumun, her hazzın bir imi değil midir? En azından, “yaşamak sevişmektir” diyenler, diyebilenler için?
Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim.
Fotoğraflar biriktikçe, öncelik-sonralık dediğimiz bir bağıntının, önemini yitirdiğini, zamanla yok olduğunu görürüz. Anlatmaya değer gördüklerimizin kavranabilmesi, niye bir sıraya uyulmasına bağlıymışçasına düşünüp eyleriz ki?
Sonun, başın, ortanın birbirine karıştığını, anlamını yitirdiğini, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuzu duyduğunuz bir gün gelir.
Duvarları aşıp kaçmak vardır.Duvarları aşıp girilmez yerlere gitmek olduğu gibi. Duvaryaran masalları bu izleklerle ilişkidir.
Buna karşılık Hayvan, Üretim adlı yeni tanrının kulluğuna koşulmadıkça, canına kolaylıkla kıyılıveren, zararlı bir ortak, ya da ancak katlanılır bir bela olup çıkıveriyor.
“İnsanların anlayışsız olduğunu söylemek yanlış. Ama kendileri dışına çıkamıyorlar, kendi duyduklarını başkasında düşünemiyor, kuramıyorlar. ”
İnsanlar da kendilerine birtakım alanlar ayırıyorlar; sınırların çiğnenmesi, dar yere sıkıştırılmak, dirimsel bir baskı. Saldırganca, hince savunuyoruz sınır-içi alanlarımızı.
Denize, anasına döner gibi döner gelirken, bildiği bir kucağın sevecenliğini bir daha bulmağa hazırlanırken, öteden beri tanıdığı bir bağışlayıcılığa, arındırıcılığa doğru yola çıkarken, insan, yanına bir şey daha alıyor: Bilmediği ama hep aradığı, aramış durmuş olduğu bir şeyi (bir şeyleri) bulmanın umudunu Anlamsız kılınacak, kılınmağa hazır bir mutluluğu belki Hak etmek için kimsenin pek bir şey yapmayacağı, yapmamış olacağı, piyangodan çıkar gibi gelip onu (başkasını değil, onu) bulacak bir mutluluğu Yarabbim, bu kadar mı yalnızız, bu kadar mı düşüyoruz?
Anılar, belli bir okuyuşun sağlayabileceği anlamları taşır ancak. Anahtarı yazılmadıkça birtakım benekler olarak kalan notalar gibi.
İnsan iz bırakmak ister. Tarih “yapar”, sanat yapıtları koyar ortaya, anısı kolay kolay silinmeyen iyilikler ya da kötülükler eder. Yazı bırakır, çizi bırakır, üremeyi soya dönüştürür, kanlı (ya da boyaya, çamura bulanmış) elini basar bir duvara, bir taşa, bir kağıda.
“Küskünlük, dört duvar arasında, bir taşın elle parçalanamazlığıdır.”
İnsanın bir zamanlar farkında olduğu bir dirim dengesi ortaklığının yerini, sömürücülüğün ya da daha kötüsü, aldırışsızlığın da ötesinde bir bakar körlüğün almış olmasını ürkünç buluyorum.
Hayvanlara yeniden saygı duyulamaz mı? Hayvanların, bitkilerin, kendi dirim ortakları olduklarını anımsayamaz mı insanlar? İçten duygular, güzel düşüncelerle kurbanların sayısını azaltmak yetmez.
DUVARLARDA SURLARDA ÖLÜM
YER YER BİR YABAN İNCİR TOHUMU
BİÇİMİNDE YERLEŞMİŞTİR
YER YER BİR YABAN İNCİR TOHUMU
BİÇİMİNDE YERLEŞMİŞTİR
Buna karşılık Hayvan, Üretim adlı yeni tanrının kulluğuna koşulmadıkça, canına kolaylıkla kıyılıveren, zararlı bir ortak ya da ancak katlanılır bir belâ olup çıkıveriyor.
Yazılı kurallar, sözlü kuralsılar, ninniyi sürdürmeğe çabalayadursun : olgu ortada.
“İnsan dirimi her şeyden önemli sayılacaktır” diyenlerin ninnisine tam da alışıyorduk!
Dişi narla erkek incir. İncirin dişiyle ilgili resmî söylencesi, erkekliğe ilişkin gizli edebiyatı, Akdeniz’in her yerine dağılmış, ayıplık bir sözcük olmağa varmış. Erzurumlu manav bile, benim “incir” diye sormam karşısında, bastıra bastıra “yemiş”in fiyatını söylediydi İyidir öyle oluşu. Her serüven düşü, incirin altında başlar, incirin altında biter. Deniz, incir, güneş, kumsal, yaşamak istediğimiz, yaşayalım yaşamayalım gönlümüzden geçirdiğimiz her birolumun, her hazzın bir imi değil midir? En azından, “yaşamak sevişmektir” diyenler, diyebilenler için?
Bilmece: devletlerin birbirine ettikleri, edebilecekleri en büyük yardım nedir?
yanıt: uyruklarını denetim altında tutma yöntemlerinde gerçekleştirdikleri ilerlemeleri birbirine haber vermeleri
yanıt: uyruklarını denetim altında tutma yöntemlerinde gerçekleştirdikleri ilerlemeleri birbirine haber vermeleri
Durmadan geçmişler kurarsın ama insanların geçmişini kendilerine sormazsın, anlatsınlar diye beklersin. Kendini anlatışının, sözün arasında birtakım anılarını sıkıştırıverişinin, karşındakinin de konuşmaya çağırdık olduğunu kaç kişi çakmıştır bugüne kadar
Biliyorum düşünmeksizin var olmayı düpedüz var olmayı çok unuttun
Iğrenç bir tutum bu! Her şey bir anlatıya bahane oluyor, her şey bir anlatıya yarasın diye yaşanıyor. Biz de bir anlatıdan başka bir şey değiliz dir herhalde gözünüzde
Ama sesler, karmakarışık, uyanıyor gene kafamda. Dinlencenin hazzını, bir şeylerden kopma isteğinin yerine getirilmesine bağlarsak da, bu kopmanın gerçekliğine inanamadıklarını bilenler, bağasını, vazgeçilmez yükünü taşımadan edemeyenler, kendini kandırmakla mı kalıyor gene de
Yaşlı kadın gülerek ” şimdiki zamanı bilirsiniz, yaşamakla kalırız, onu düşünmeye vakit bulamayız hiç, durmaz geçer gider. Ondan olacak, ya geçmişi yorumlarız bir yaşam boyu, onu anlamaya, onda bir anlam bulmaya çalışırız ya da geçmişi de geleceği de aralarında sanki hiçbir ayrım yokmuş gibi, aynı hızla, aynı şevkle düşleriz, kurarız. Geçmiş üzerine konuşmak çok önemli bir işimizdir, geçmişle oynamaya kalkmak herkesin kınadığı bir şeydir. Oysa hangi anın geçmişi, hangi başka anın geçmişine benzer içimizde? Aynı geçmiş olması beklendiği halde
Değişmeyen tek şey – denizin-genellikle mavi adıyla yaftaladığımız düzlüğüydü
Yadırgamak doğal elbet diyor. Yadırgamamam şaşırtıcı, kaygılandırıcı olurdu. Ama yadırgamanız sizi saracak aile geliyorsa, çok önemli bir bozukluk var demektir, sizde ya da gittiğiniz yerde