İçeriğe geç

Nar Ağacı Kitap Alıntıları – Nazan Bekiroğlu

Nazan Bekiroğlu kitaplarından Nar Ağacı kitap alıntıları sizlerle…

Nar Ağacı Kitap Alıntıları

“Allah’ım” dedi, “Ne zaman istersen al canımı ama bugün değil. Bu duygu kalbimdeyken bana yazık olur.”
İyi padişahlara düşen de padişahtan fazla padişahçı olanların önünü kesmek değil midir? Aksi takdirde tarihe alınlarında bir müstebit damgasıyla geçerler.
Zaman sana hiç ummadığını ve biriktirmediğini getirir.
Günâh da âh’la kafiyelidir. O da siyâh’la, simsiyâh’la, vâh’la, eyvâh’la. Lâkin hepsi de Allâh’la. Âh’tır kafiyelerin en güzeli.
Yalnızdım ve insanları seviyordum ama yine de yalnızlığımı daha çok seviyordum
bir tek masumun dahi öldüğü yerde hiçbir haklı gerekçeden söz edilemezdi. Savaş insanı canavarlaştırıyordu ve insanın insana ettiğini kimse kimseye etmiyordu.
Olsun! Ben çantamı hazır ettim, nasibi olan yoluma çıksın.
Varlığını başkalarının varlığına bağlayalı beri , ruhunda kendine ait kederin de neşenin de öyle ahım şahım bir yeri kalmamıştı.
Bundan sonra varlığın da yokluğun da benim için. Sadece benimsin.
Ne zaman unutur gibi olsam olmuyor. Unutmak istediğim şeyin tam ortasındayım
Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi? Haydi bakalım meşakkat hoş geldin.
Geleceğim demedim. Bekliyor mudur?
“Gidenler gidince geride kalanların paylaşacak bir şeyi kalmamış olmalı ki yazışmanın devamı gelmemişti .”
Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim.
Geleceğim demedim. Bekliyor mudur?
Her şey gelip , bilmekte çözülürdü , onda düğümlendiği gibi
İyilik gibi kötülüğün de dili, dini, ırkı, milleti,milliyeti yoktu.
ve şimdi yaşamak sadece ölmemeye çalışmaktan ibaret bir şeydi. Oysa yaşamaya çalışmak en büyük yorgunluktu.
Fotoğraftan içeri seslendim.
Haberin yok, yanındayım..
…”Ve evet, İsmail’e ne kadar benziyordu. O anda kararını verdi Zehra. Eğer bir erkek İsmail’e benziyorsa o iyi bir erkek demekti. İsmail gibi bir erkek de insanın ya ağabeyi ya sevdalısı olabilirdi.”
Geleceğim demedim bekliyor mudur?
Hep düşünceli, hep derin ve mahzundu. Kafiyeler çıkarırdı kelimelerden ama şiirini henüz yazmamıştı.
O kadar çok soru sordum ve o kadar çok bilemediler ki sonunda meyus oldum ve sormaktan vazgeçtim.
“Bir erkek” diye düşündü tekrar, “İsmail’e benziyorsa, resim yapabiliyorsa ve hele böyle bi griyi bir yerlerden bulup çıkarıyorsa, onunla sevdalıktan da öte evlenilebilirdi.”
Osmanlılardan Türkler olarak bir ağaç yeşertecek kumandan henüz görünürlerde yoktu.
1912
“Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.”
Dahası yoktu bunun. Bir ömür boyu aradığı metni ele geçiren ama onun alfabesini çözemeyen birinin o alfabeyi ansızın çözdüğü anda hissettiği ne ise ona benzer bir duygu.
O gece orada Piruz kalbinin örtülerini bir bir kaldırırken Settarhan aralarındaki şeyin iki kişi arasında ancak ilk anda, ilk karşılaşmada kurulan, aksi takdirde hiç kurulamayan o sıcak bağ, o tebessümlü hatırlama, o ezeli tanışıklık duygusu, o kavi köprü olduğunu anladı.
Unutmak istediğim şeyin tam ortasındayım.
Ümidin olmadığı yerde ümit kapılarının açık kalması ne kadar acıydı.
Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.
İnsan da zaten hangi yanı kuvvetliyse o kadardı.
Bir erkeğin en kıymetli ve en tehlikeli varlığı ailesinin kadınlarıydı çünkü erkeğin namusu o kadınlara emanetti.
Mucizeler öyle sık görünen şeyler değildi. Ama.
Birilerinin mucizesi olmak da lazımdı.
Aradığım hâlâ yerinde duruyor mudur? Geleceğim demedim. Bekliyor mudur?
Aşk bir cürmün başlangıcı, ihlaller mukaddimesi, hak iddiası.
Çay, geceye yaraşır. Geceyi kaçırma
Ey sıkıntı şiddetlen
İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir.
Tebdil-i mekanda ferahlık olduğu muhakkaktı fakat bazen mekân da tebdilden ferahlanırdı.
10 Kasım 1912

Benim Zehram, sana yazdığım son mektubu Çatalca cümleleriyle bitirmiştim. Çatalca varsa İstanbul vardı ve İstanbul varsa Osmanlı vardı. Neye baksak İstanbul’u koruyorduk aslında çünkü hangi yola girsek sonu İstanbul’a çıkıyordu. Biz de emaneti korumaya gelmiş, kıyamete gözümüz kapalı girmiştik. Fakat anladım ki benim kıyamet sandığım yalnızca bir kamet, bir küçük kıyametmiş. Asıl mahşer arkada kaynıyormuş. Bunu anlamam için iki gün yetti. Şimdi soğuk bir çadırda, Gülcemal’e binerken elime tutuşturduğun bu deftere başlıyorum. Çünkü yaşadıklarımı mektup kâğıtlarına aktarıp da sana, size yollayamam artık. Bir vadi ağzında ciğerlerimi sökerek haykırdığımda hissettiğim ne ise onu ancak bu deftere yazabilirim.

Bu kadar hazin bir parça ancak hasretten söz edebilir ve bu kadar içli okumak için hasreti bilmiş olmak gerekir.
Artık yaşlandım. Sularım duruldu. Kanım sakin akıyor. Ama vatanım aklımdan çıkmıyor.
Yitik zamanın peşindeyim.
“Bunca acıyı yaşayan bu insanların hepsi mi günahkârdı?”
Yaradan kusursuz kurmuştu endazesini, yaradılış mükemmeldi. Ama kul kısmı dünyayı eğriltmekle kalmadığı gibi bu eğrilikten dolayı rahatsızlık da duymuyordu.
Yalnızdım ve insanları seviyordun ama yine de yalnızlığımı daha çok seviyordum.
Güven yerle bir olunca nefret, köylüyü de mollayı da esnafı da bir kılar. Koca saltanat bir tütün dumanında savrulur. Çünkü aklın yolu bir, kalbin zulme isyanı aynıdır. Uzak değil. Ateşin sesi geliyorsa canınıza yapışması yakındır.
Geçmişi bizim için manalı kılan şey, ona bugünden bakıyor olmamızla alakalıydı. Onun bugün ve yarın için bize vereceği hızdı aslolan.
Dedi: Hafız sus, bu da geçer.
Aşkın sebebi yok zamanı var.
Her şey gelip, bilmekte çözülürdü, onda düğümlendiği gibi.
Ne çok acı vardı bu dünyada ve onlar dünyaya gelmeden önce de bu böyleydi, gittikten sonra da değişmeyecekti.
… bundan sonra cennetinin yokluğu değil, beni cehenneminin yokluğu korkutur
İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir
Mucizeler öyle çok sık görülen şeyler değildi. Ama. Birilerinin mucizesi olmak da lâzımdı.
Şimdi yaşamak, sadece ölmemeye çalışmaktan ibaret bir şeydi. Oysa yaşamaya çalışmak en büyük yorgunluktu.
Onunki heves değil azimdi.
Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.
Dayanırsa dayanırdı insan. Dayanamazsa yıkılır giderdi.
Ey sıkıntı şiddetlen,
nasılsa geçeceksin.
Ben, İstanbul’da felsefe okumaya niyet etmiş, Sultani mezunu, Balkan Gönüllüsü İsmail Efendi; bir şiir kitabı yazmaya niyet etmiştim, eşikten öteye geçemedim. Heybemde sadece kırık kafiyeler var.
Yoksulluk, burada gençleri vaktinden evvel ihtiyarlatmış, çocukları ateşinde yakarak kavurmuştu; insanları arsızlaştırmış, feda edilmesi en zor olan duyguları, onuru ve utanmayı en evvel tahrip etmiş, sonra kökten budamıştı.
Anladım ki aidiyet, kan bağından önce gelen bir şeydir.
Kimsenin aklı başında değildi ve şimdi yaşamak sadece ölmemeye çalışmaktan ibaret bir şeydi.
Hangi hikâye başladığı yerde bitmemiş ki?
Bütün sıkıntı zamanlarında daima tutunduğu müjde yine dilinin ucuna geldi:
Ey sıkıntı şiddetlen, nasılsa geçeceksin.
Şimdi bir zaman makinesine bineceğiz. Nereye gitmek istersiniz? Kanuni devrine Fatih zamanına Fransız ihtilaline Bolşevik devrimine Osman beyin yanı başına Göktürkler zamanına orta Asya ya asr-ı saadete peki derdim pekala gidiyoruz ama yanımıza almamız gereken bir şey var o nedir? Defter, kalem, fotoğraf makinesi, cep telefonu, İnternet, şarj aleti hayır derdim bunlar değil şu anki şuurumuzu alacağız yanımıza aksi takdirde bu yolculuğun bir anlamı olmaz ki. Düşünsenize XVI. Asra gitmişiz ama XXI. Asırdan geldiğimizi bilmiyoruz. O zaman ne anlamı var bunun? XVI. Asırda yaşayan herhangi bir Osmanlı’dan ne farkımız kalır her şey gelip bilmekte çözülürdü, onda düğümlendiği gibi bir daha düşünsenize derdim. Ya biz şu anda XXV. Asırda bir zaman makinesine doluşarak XXI. Asra seyahat etmiş zaman seyyahları isek ama o zaman ki şuurumuzu yanımıza almadığımız için olup biteni anlamıyorsak. Görüyorsunuz işte, eğer bilmiyorsak bir anlamı yok ne olup bittiğinin. Biliyorsak her şey var

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir