İçeriğe geç

(n) Beyin Dergisi: Sayı 5 Kitap Alıntıları – (n) Beyin Dergisi

(n) Beyin Dergisi kitaplarından (n) Beyin Dergisi: Sayı 5 kitap alıntıları sizlerle…

(n) Beyin Dergisi: Sayı 5 Kitap Alıntıları

Önyargı, hiçbir zaman olumlu olmaz. Eğer bir kişiye önyargı duyuyorsanız o kişiyle aranıza fiziksel ya da sosyal mesafe koyma eğiliminde olursunuz. Önyargıyı ayrımcılığa dönüştüren ince çizgi burada başlar. Çünkü önyargılar tutumdur, duygu ve düşüncelerle ilişkidedir fakat önyargısal tutumlarınızı davranışa döndürdüğünüz anda bu aynmcılık olur.
BEYNİMİZİN YAPTIĞI SANAL BİR YORUM
Kapasitemiz ne olursa olsun renk dediğimiz şey, demek ki gözümüzdeki farklı ışık dalgalarına hassas olan alıcıların beynimize gönderdiği sinyaller nedeniyle beynimizin yaptığı sanal bir yorumdan başka bir şey değildir. Cansız fizik alemde aslında renk diye bir şey olmadığı gibi, ses de tat da koku da yoktur.
NEDEN ANLATILAN HİKÂYELER SALT GERÇEKLERDEN DAHA KOLÁY AKILDA KALIR? Maddeler halinde hazırlanmış bir Power Point sunumu dinlerken beyninizin iki kısmı aktiflesir: Broca Bölgesi ve Wernicke Bölgesi, Bunlar basit anlamıyla, dil işlemlerinin gerçekleştiği yerlerdir ve kelimeler, buralarda anlamlardan başka hiçbir şeye dönüştürülmez. Ama fazlası var. Bilim insanları anlatılan hikâyelerin dinleyicilere duygu, düşünce ve fikirler aşılayabildiğini ortaya koydular. Princeton Üniversitesi’nde gerçekleştirilen çalışmalarda, hikâye anlatan bir kadın ile onu dinleyenlerin beyinleri gözlendiğinde dinleyicilerin anlatıcıyla senkronize hale geldiklerini buldular. Bu, yazarların diğer insanları etkilemek adına en güçlü araca sahip oldukları anlamına gelir. Kuvvetli ve kışkırtıcı bir hikäye sayesinde okuyucularinızın beyinlerini aktifleştirebilir ve anlatılan olayı sanki kendileri yaşıyorlarmış gibi algılamalarını, böylece hissetmelerini istediğiniz duygulara etki etmeyi başarabilirsiniz. Ancak bize bir hikâye anlatıldığında sadece bu merkezleri değil, beynin deneyimleme ile kısımları da aktifleşir ki bu durum anlatılan hikâyeye hayat verir . Örneğin, eğer anlatılan hikâye tekmeleme koşma gibi bir eylem içeriyorsa beynimizin kortesi ateşlenecektir. Eğer hikâye, hayvan derisi gibi eller benzeri bir tasvir içeriyorsa beynimizdeki duyu algılama kısımlari tetiklenecektir. Yani beynimiz, anlatılan olaya biz yaşıyormuşuz gibi yanıt verecektir.
bir dayatma olmasa da içinde bulunduğumuz toplum, ne kadar özgür olursa olsun bizi bir şekilde davranmaya itiyor.
Günümüzde zorunluluk yalnızca bir şeyleri yapmaktan geri durma olarak değil, bir şeye sahip olmaya zorunlu hissetme olarak da boy gösterebiliyor.
Le Guin, erkek egemen yazın dünyasında, hem de “erkek işi” olduğu varsayılan bilimkurgu camiasında, ne kadar güçlü bir kadın yazar olduğunu yarattığı romanın, hatta gezegenlerin satır aralarında hissettiriyor.
“Hayatta hiçbir şey planlarınız doğrultusunda gitmesin çünkü plan yapan doğrusal, akılcı zihnimizdir ve sadece onun dedikleri olsa genellikle sonuç hüsran olur”.
Hayat tahmin edebileceğimizden çok daha karmaşıktır, onu belirli kalıplarla yaşamak mümkün değildir.
düzenli egzersizin genel mutluluk düzeyinizle ilişkili olduğu, kendine güven ve başarı duygusunu artırdığı bulunmuştur.
TÜİK 2012 verilerine göre, Türkiye’de kadınlar erkelerden daha mutludur.
Dua etmek ve meditasyon yapmak mutluluk düzeyinizi arttırır.
Evli çiftler üzerinde yapılan araştırmada ise erkeklerin evlilikten aldıkları doyumun kadınlardan daha yüksek olduğu gözlemlenmiştir.
Yapılan araştırmalar, evli çiftlerin hiç evlenmemiş ya da boşanmış kişilere göre daha mutlu olduğu yönündedir.
Nevrotik kişilik özelliği gösteren kişiler yüksek kaygı, stres, depresyon, öfke gibi negatif duygu durumlarını daha çok yaşarlar; kendilerine güvenleri düşüktür; kolay öfkelenirler ve alıngan olarak nitelendirilirler.
İnsan ilişkilerinde iyi olan mutlu bireylerin sosyal zekâsı daha yüksektir.
Dışsal amaçlar edinen bireylerin daha düşük yaşam doyumuna sahip olduğu gözlenmiş ancak içsel amaçlara yönelen bireylerin özsaygılarının daha yüksek olduğu tespit edilmiştir.
Tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan çalışmalar, kalıtsal özelliklerin mutluluk düzeyinin %50’sini oluşturduğunu gösteriyor.
DSM’ye (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) göre, anti-sosyal kişilik bozukluğuna sahip bireyler “anormal kişilik işleyişi” ve egosantrizm (benmerkezcilik), empati eksikliği, insanları manipüle etme davranışları gibi “patolojik kişilik özellikleri” barındırıyor.
Psikopatlığın tam bir tanımı yok fakat ona en yakın tanımın anti-sosyal kişilik bozukluğu (ASPD) olduğu belirtilmiştir.
Özel bir teknikle (fMRI) birçok insan üzerinde yapılan beyin taramaları, psikopat insanların prefrontal kortekslerinin -beynin vicdan, empati ve duyguları düzenleyen kısmı- normal insanlara göre daha az aktif olduğunu gösterdi.
Birçok seri katil psikopatın çocukluğuna baktığımızda çoğunlukla travma, taciz ve şiddetle karşılaşıyoruz.
Zihninde az da olsa psikopati derecesinde düşüncesi olan insanlar için toplum ve çevre tetikleyici rol oynayabiliyor.
Tüm bunların ışığında varmamız gereken nokta, insan olmanın ne anlama geldiğini anlayabilmek için bugün kim olduğumuz ve yarın kim olacağımız kadar bin yıllar, hatta milyon yıllar önce ne olduğumuzu da muhakkak bilmemiz gerektiğidir.
evrim eşitlik değil, farklılıklar üzerine kuruludur.
Her insan ten rengine, etnik kökenine, cinsiyetine ya da cinsel yönelimine, sosyal statüsüne, dinine veya mezhebine bakılmaksızın eşittir.
sinestezi, duyuların bir şekilde birbirine karışması ve birlikte algılanmasıdır.
zihnimizin algılama süreci gerçekliği yeni baştan, tamamen kişisel ve öznel olarak inşa etme sürecidir.
“Sertlik, tatlılık, acılık, yumuşaklık, ağrı ve hatta ‘madde’ dahi aslında yoktur” diyebilirsiniz. Zira bunların her biri aslında bizim zihinsel yorumlarımızdan ibarettir.
Cansız fizik alemde aslında renk diye bir şey olmadığı gibi, ses de tat da koku da yoktur.
Aslında renk, dünyada ve evrende var olmayan bir kavramdır. Gözümüzdeki retina tabakasında bulunan ve ışığın farklı dalga boylarına duyarlı üç farklı hücresel alıcıdan kaynaklanır.
Bütün anneler, dünyanın en iyi aşçılarıdır ve onların aldığı lezzet çocuklarının mutluluğu ile orantılıdır. Annelerin mutlu olduğu, çocukların eşitçe en güzel lezzetleri tattığı ve şairlerin ağzının tadının kaçmadığı günler dileğiyle: Afiyet bal şeker olsun yedikleriniz!
2014’te Melbourn Monash Üniversitesi’nden Psikolog George Van Doorn’un yaptığı araştırmaya göre, kahvenizi içtiğiniz kupanın rengi tat alma duyunuzu doğrudan etkiler.
Elmayı elma yapan kokusudur mesela. Koku almadığınız sürece şekerlilik oranları ve dokuları birbirine çok benzeyen elma ile armudu ayırt edemezsiniz.
Araştırmalar, birbirlerine daha çok dokunan çiftler arasındaki bağlanmanın da daha kuvvetli olduğunu göstermektedir.
Bebeklerine daha çok dokunan anne ve babaların daha hassas, daha az zorlayıcı olduğu; aileleriyle tensel teması yüksek bebeklerin ise daha az negatif duygulanımda olduğu araştırmalarla kanıtlanmıştır.
Araştırmalarda bebekleriyle tensel temasta bulunan annelerin de rahatladığı ve çocuklarına daha fazla bağlandığı gözlemlenmiştir.
Yeni doğan bir bebeğin en gelişmiş duyusu işitme ve sonra da dokunmadır.
Bedensel temas, hem bebeğin çevreyi algılayıp öğrenmesi hem de psikolojik ve bilişsel gelişimi için önemlidir.
Birçok rolü olan bu hormonun en önemli görevlerinden biri doğuma yardımcı olmasıdır.
Dokunma ile birlikte vücudumuzda oksitosin denilen bir hormon salgılanır.
Öncelikle ses, ortam içindeki enerjide bir dengesizlikle başlar.
“İçerisinde ısı ve buna bağlı olarak yoğunluk barındıran bir ortamdaki dengesizliğin periyodik basınç hareketleri olarak kulak tarafından algılanması ve beyne elektrik sinyali olarak gönderilmesi sonucu oluşan fenomene ses denir.”
Dış dünyaya açılan kapılarımız olarak bildiğimiz duyularımız, biraz farklı bir açıdan bakınca, aslında dış dünyayı bizzat inşa etmek için kullandığımız veri kaynakları haline gelir.
Beynimiz, duyuları algılamayı doğumdan sonra da devam eden, ağır ve karmaşık bir öğrenme süreciyle öğrenmek zorundadır.
Algiladigimiz bu dunya donanımımızın izin verdiği çok dar bir aralıkta alabildiğimiz ipuçlarından kurguladığımız öznel bir hayal dünyasından başka bir şey değildir.
Sadece dış evren de değil, kendimize dair tüm algılarımız da aslında zihnimizde şekillenir. Kısacası, kendimiz de dahil etrafımızdaki her şey aslında “kafamızın içindedir” (kafamız da dahil!) ve gerçekten dışarıda “ne olduğunu” doğrudan deneyimleme gibi bir şansımız, biyolojik donanımımız gereği mümkün değildir!
dışarıda deneyimlediğimiz “dış dünya”, aslında tamamen beynimizin içinde üretilen kapsamlı bir yorumdur.
beynin kendi acısını yahut kendisine temas eden nesneleri algılayabilecek algılayıcıları yoktur.
Günümüzde depresyon hastalarına verilen ilk ilaçlar çoğu zaman tedavi sürecini hızlandırmıyor, aksine zaman kaybı oluşturabiliyor.
İngiltere’de Kings College Üniversitesi’nden bilim insanları, depresyon hastalarına kan tahliliyle en doğru tedavinin belirlenmesinin mümkün olacağını ifade etti.
Otizmli bireyler, insanların yüzlerindeki duygu sinyallerini okumakta güçlük çekiyor.
Amerika’nın Stanford Üniversitesi öğrencileri Catalin Voss ve araştırmacı Nick Haber tarafından yazılımı hayata geçirilmiş olan otizm gözlüğü, otizmli bireylerin hayatını değiştirmesi için yeni bir umut oluşturuyor.
Bilim insanları, bir süredir beyni haritalamak üzerine yaptıkları araştırmalarla beyinde daha önce tespit edilmeyen 100 yeni bölgeyi tanımladılar.
Hülasa bu memlekette kadın olmak fevkalade zor bir şey…
Serotonindeki artış ergenlikteki uyku düzensizliklerine, oksitosindeki artış ise abartılı sosyal ilişkilere sebep olmaktadır.
ergenler, uyaranlara çocuklardan daha iyi tepki verirler ve beyinlerinin iki yarısını da iyi şekilde kullanabilirler.
Glick ve Fiske`ye göre, korumacı cinsiyetçilik, kadının erkeğe göre daha kırılgan ve erkeğin kadından daha üstün olduğu savıyla kadının erkek tarafından korunması ve sevilmesi gerektiğini savunur. Yani bir yandan “Kutsayalım, sakınalım” derken bunu da kadının korunmaya muhtaç olduğu gibi bir varsayım üzerine yapıyor.
Hâlbuki farkında olmadan ya da fark edip de önemsemeden başka birçok şekilde de cinsiyetçilik yaptık.
Kadın olmak her haliyle çok zorken yalnız yaşayan kadın olmak daha bir zor sanki!
Yazmanın beyindeki etkisi meditasyona benzer. Nefes alış-verişi yavaşlamakta ve kelimelerin kafanızdan serbestçe aktığı bir “bölge”ye girilmektedir ki buna göre, bilinç akışı metoduyla yazmak stresi azaltmak için etkili bir yol olabilir.
Okumak, kelime hazinenizin (dolayısıyla yazma yeteneğinizin) geliştirilmesi için televizyon izlemekten daha etkili bir yoldur. Kitaplar, çok izlenenen televizyon programlarına kıyasla %50 daha fazla “nadir” kelime içerirler.
İnsanların %97’si yeni bir kalem denerken kendi isimlerini yazarlar.
Bilim insanları anlatılan hikâyelerin dinleyicilere duygu, düşünce ve fikirler aşılayabildiğini ortaya koydular.
bize bir hikâye anlatıldığında sadece bu dil merkezleri değil, beynin deneyimleme ile ilgili kısımları da aktifleşir ki bu durum anlatılan hikâyeye “hayat verir”.
Biyopunklar “merak etmenin” hiçbir etnik, cinsiyet, yaş veya sosyoekonomik sınır tanımadığına inanarak sivil bilimin hak ettiği özgürlüğe ve çeşitliliğe erişmesi için çabalarlar. Araştırma aletlerinin mülkiyetini veya sorgulamanın şahsi arayış olmasını suç sayan kanunlara karşı dururlar.
Merak eden insanın en temel haklarından biri olan araştırmaya duyulan arzu, çoğu zaman ekonomik olarak ya da kurallarla kısıtlanır.
“Bilimin sadece milyon dolarlık üniversitelerde, devlette veya kurumsal laboratuvarlarda yapıldığı popüler algısını reddediyoruz, araştırma yapmak ve bilgiyi kendi yönetiminde aramak için sorgulama özgürlüğü hakkının, konuşma özgürlüğü veya din özgürlüğünde olduğu gibi temel bir hak olduğunu iddia ediyoruz.”

“Biyopunk Manifestosu”
Meredith L. Patterson

İsteyen herkesin, tam tabiriyle, olan biteni istediği zaman öğrenme hakkı olmalıdır.
Ölülerimizi diriltemiyor ya da süper güçlere sahip olamıyor olsak da bugün en çarpıcı haliyle yaşamı kodlayan molekülleri düzenleyebiliyoruz.
Eğitim literatüründe birçok farklı tanımı olmakla birlikte, ters yüz sınıf, öğrencilerin derse gelmeden önce hoca tarafından hazırlanmış içeriğe çalıştıkları; ders esnasında ise tahtada yapılan anlatımın azaltılarak öğrencileri dinleyici olmaktan çıkarıp konu üzerine düşünen, tartışan ve uygulama yapan; böylece daha derin ve kalıcı bir öğrenme sağlama amacında olan bir yaklaşımdır
Bilimle doğayı birlikte kullanabilme yetisine sahip olabilseydik, para hırsı gözümüzü boyamamış olsa idi, bu şehrin doğal rüzgâr döngülerini bilir, onları kesen noktalara belli bir yüksekliğin üzerinde bina yapmazdık.
“Sorun çözümdür!”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir