İçeriğe geç

Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı Kitap Alıntıları – Metin Aydoğan

Metin Aydoğan kitaplarından Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı kitap alıntıları sizlerle…

Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı Kitap Alıntıları

Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.. (Mustafa Kemal ATATÜRK)
Ölçtük, biçtik esenliği İtalyanların işgalinde bulduk. Bu inançla gidip İtalyanların Ispartayı işgal etmesi ricasında bulundum. Vicdanım rahat bu işi ülkeye kötülük olsun diye yapmadım.
Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe silah gücüne dayanırlar. Bildikleri tek şey yalnız maddedir. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin gücünü anlayamazlar. Biz Anadolu ‘ya ne silah, ne cephane götürüyoruz biz ideali ve imanı götürüyoruz .
Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.
Mustafa Kemal :Çölden bir yaşam çıkarmak gerekir
Malesef paşam kupkuru bir çölden farksız hale gelen bu ülkede artık hiçbir yaşam belirtisi görülmüyor .
İşler ancak devrim yoluna gidilmekle düzelebilir. M. K. A
İşgalcilere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun adalet Borcum var, servetim yok. Üç çocuğumu milletim yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet
Geldikleri gibi giderler.
Edirneliler onuruna düşkün bir ulusun insanları olarak Selanikli komutanı bağrına basıyordu.
Dört aydır ilk kez az çok temiz bir havayı içime çekiyordum. Çünkü soluduğumuz hava çürümüş insan ölülerinin kokusuyla zehirlenmişti.
Yurttaşlar arasında karşılıklı güven kalmamıştı. Halkın hükümete güveni hükümetin de halka saygısı yok olmuştu. Ortalığı genel bir umutsuzluk kavramıştı. Hiç kimse politikacılardan bir şey beklemiyordu. Halkın umudu kendisine Meşrutiyetin koruyucusu unvanı verilen ordudaydı.
Gaflet ve cehalet sonuçta özür sayılamaz Kimse gelmekte olan tehlikeyi görmüyordu. Tehlikenin farkında olanlarsa suçlulara özgü bir kayıtsızlık içinde olayları yalnızca izliyordu.
Falih Rıfkı Atay :Mustafa Kemal bir devrimci olarak 18 yaşından son nefesine kadar hiç ödün vermeyen zayıflık göstermeyen bir ülkücüdür.Gerçek bir ihtilalci karşısındayız. Sonuna kadar her şeyi göze almıştır.
Bir irfan ocağı olan ordunun temelini oluşturan subaylar ülkesi için ölümü bile göze alan savaşçılar fedakarlar sınıfının en önünde yer alan şerefli insanlardır.
M. K. A
Yöneticiler için tarih uzak durulması gereken bir baş belası, huzur kaçıran bir kabustu.
Prof. Fritz Neumark: Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.
Atatürk öldükten sonra Atatürkçülerin başına gelmedik kalmamıştır Kemalist olmak kolay bir iş değildir.
Önderimiz Mustafa Kemal ‘di Ulusları uyandıracak olanlar ancak düşünce adamlarıdır.
Ve Mustafa Kemal, ta İyonya ‘dan gelecek kültüre insan hak ve özgürlüklerine güzel, yüce ve erdemli her şeye karşı Çin Seddi gibi yükselen yasak duvarlarının simsiyah karanlığı ardında bir ışık aramaktadır. Olağanüstü önsezisiyle sevmektedir ki, karanlıkların ardında bilime açık aydınlık bir dünya vardır. O artık hep bu aydınlığa doğru koşacaktır.
Ulusları uyandıracak olanlar,ancak düşünce adamlarıdır.
Hayat demek, mücadele ve çarpışma demektir;hayatta başarı,mutlaka mücadelede başarıyla mümkündür.
“Son sözlerimi, yalnızca ülkemizin gençlerine yöneltmek istiyorum Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitimle, bilgiyle, insanlıktaki üstün niteliklerin, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sîzindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz. ”
“Ekonomik olarak zayıf bir bünye, yoksulluktan, sefaletten kurtulamaz; sosyal ve siyasal felaketlerden yakasını kurtaramaz. Bugün, insanca yaşamanın koşulları bütün kesinliği ile ortaya çıkmıştır.”
“Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler, çok şeyler düşünmüşler, ancak bir şeyi düşünmemişlerdir. Türkiye’yi düşünmemişlerdir. Bu düşüncesizlik yüzünden, Türk yurdunun, Türk ulusunun uğradığı zararları, ancak bir tek davranışla giderebiliriz. Türkiye’de Türk’ten başka bir şey düşünmemek. Bunca acıya katlanıp yıkımlara uğradıktan sonra, Türk artık öğrenmiştir ki, bu yurdu yeniden kurmak ve orada mutlu ve özgür yaşayabilmek için egemenliği hiç elden bırakmamak ve evlatlarını Cumhuriyet bayrağı altında, örgütlü ve bilinçli bulundurmak gerekir.”
“Uygulanan vahşet o denli insanlık dışıydı ki, “yuvaları yakılan ana baba, kardeş ya da çocuklarını yitiren Türk halkı”, çaresiz bir öfke içinde büyük bir acı yaşıyordu. Her zaman sevecen, “yumuşak yürekli ve merhametli” Anadolu kadınları, esir kafilelerinin peşine düşüyor, Türk askerlerine, “hiç olmazsa birini verin, öldüreyim ” diye yalvarıyordu.”
“Rumbold, İzmir Konsolosu’ndan aldığı rapora dayanarak, Lord Curzon’a, “Birbirlerini bile parçalayacaklar. Yaşananlar, insanı tiksindiren bir barbarlık ve canavarlık rekorudur” diyordu. Türklere barbar diyen Yunanlılar, “bütün barbarlık ölçülerini aşmışlardı.”
“31 Ağustos’ta Uşak, 2 Eylül’de Alaşehir, 5 Eylül’de Turgutlu, 6 Eylül’de Manisa yakıldı. Türk Ordusu, bütün çabasına karşın, birer gün arayla bu kentlere yetişti. 4 Eylül’de Söğüt, Buldan, Kula, Alaşehir; 5 Eylül’de Bilecik, Bozüyük, Simav, Demirci, Ödemiş, Salihli; 6 Eylül’de Akhisar ve Balıkesir; 9 Eylül’de İzmir, 10 Eylül’de Bursa kurtarıldı. 8 Temmuz 1920’de, Bursa’nın işgali nedeniyle, Meclis kürsüsüne örtülen ve ancak kurtuluştan sonra kaldırılmasına karar verilen siyah matem örtüsü, duygulu bir törenle “gözyaşları arasında” kaldırıldı.”
“Uşak’ın üçte biri yok olmuş, Alaşehir’den geriye, dağın yamacında yanık bir çukurdan başka bir şey kalmamıştı. Tarihi kent Manisa’nın on sekiz bin yapısından, yalnızca beş yüzü ayakta kalmıştı.”
“Her aşaması düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış bu harekât, Türk Ordusu’nun, Türk subayının ve komuta kurulunun yüksek güç ve kahramanlığını, tarihte bir daha tespit eden ulu bir yapıttır. Bu yapıt, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun evladı, böyle bir ordunun başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum sonsuzdur.”
“1 Eylül’de, orduya Akdeniz’i ilk hedef gösteren ünlü bildirisini yayınladı. Subay ve erlerine duyduğu sevgi ve güveni yansıtan bu bildiride ordusuna; “Zalim ve mağrur bir ordunun asli unsurlarını, inanılamayacak kadar kısa bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve soylu milletimizin fedakârlıklarına layık olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti, geleceğinden emin olmakta haklıdır. Savaş alanlarındaki ustalık ve fedakârlığınızı yakından görüyor ve izliyorum Bütün arkadaşlarımın ilerlemesini ve herkesin akıl gücü, kahramanlık ve yurtseverlik kaynaklarını yarıştırarak kullanmaya devam etmesini isterim” diyor ve “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” buyruğunu veriyordu.”
“Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis karargâhıyla birlikte, tutsak edilmişti.”
“26 Ağustos sabahı, gündoğumuna bir saat kala, savaşı yöneteceği Kocatepe’ye geldi.”
“Burada, Ankara Anlaşması’nı “Sakarya Savaşindan 37 gün sonra oluşmuş bir belge” olarak tanımlar ve “bu anlaşmayla siyaset, ekonomi, askerlik ve diğer alanlarda, bağımsızlığımızdan hiçbir konuda ve hiçbir şey yitirmeden vatanımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk; bu anlaşmayla, ulusal isteklerimiz ilk kez Batı devletlerinden birisi tarafından kabul ve ifade edilmiş oldu” der.”
“Yatak tedavisi görecek kadar hasta” olmasına karşın, kalkıp Meclis’e geldi, kuşku ve eleştirilere doyurucu yanıtlar verdi; duygulu, ama kararlı bir konuşmayla milletvekillerini ikna etti. Cephedeki hemen tüm karargâhlara giderek, her rütbeden komutanla görüştü. “Barış önerisi bir oyundur, önerinin kendisi, Yunanlılara karşı zafer kazanacağımızın kanıtıdır; bundan kimsenin kuşkusu olmasın” diyordu. İnandırıcı görüşmelerden başka, daha etkili bir uygulamada bulundu ve taktik bir karşı öneri hazırladı. Öneride, ateşkes kabul ediliyor, ancak Misaki Milli sınırları içinde işgal edilmiş tüm topraklardan çıkılması isteniyordu. Boşaltma işlemine hemen başlanmalı ve dört ay içinde tamamlanmalıydı. Barış görüşmeleri, boşaltmayla birlikte bitmezse, anlaşma kendiliğinden üç ay uzayacaktı. Öneri, doğal olarak kabul edilmedi, cephedeki ve cephe gerisindeki herkes, barış önerilerinin kabul edilmemesinin yarattığı tepki nedeniyle daha direngen bir tutum içine girdi. İngiliz diplomat kurnazlığı)!) geri tepmiş; “İtilaf Devletlerinin, İstanbul Hükümetiyle birlikte” Ankara’ya karşı düzenlediği “yok edici girişim ve çalışmaların yeni bir evresi”, Milli Mücadeleye güç veren bir gelişmeye dönüştürülmüştü.”
“26 Mart’taki “barış önerişi”ye(!) Sevr, sulandırılarak barış adına yeniden ortaya sürülüyor ve savaştan bıkmış bir halkın barış özlemi, ulusal direnci kırmak için kullanılmak isteniyordu.”
“İtilaf Devletleri’nce 22 Mart 1922’de yapılan ve Yunanistan’ın hemen kabul ettiği ateşkes ile 26 Mart’ta yapılan barış önerisi bu koşullar altında geldi. Bu taktik öneri, ona Kurtuluş Savaşanın belki de en sıkıntılı günlerini yaşattı. Öneriler, artık açıkçâ görülmeye başlayan olası Türk zaferini önlemek amacıyla yapılmıştı. Bu çabaya, Nutuk’ta; “Yunan Ordusu, yeniden ve kesin sonuç verecek bir savaşa sürülemeyeceği” için, “ordumuzu atalete sürükleme, milli hükümete umut vererek bekletme ve orduyla hükümeti gevşetme” girişimi diyecektir.”
“Mühendis ve ustalar ölümü göze alarak, “zamandan kazanmak için”, patlayıcısını boşaltmadan, tornalarda, “7,7’lik top mermilerini 7,5’lik mermi haline getirdiler.”
“Cephedeki askerlerin gönül gücünü yüksek tutmak için, dinlenme anlarında izleyecekleri gezici tiyatro kolları (Seyyar Cephe Temsil Kolu) oluşturuldu. Tiyatro Kolları, dekorlarını, katırlar ya da kağnılarla, cepheye taşıyor, orada kahramanlık konularını işleyen dramlar, eğlenceli komediler sahneliyordu. Selçuklu Türklerine dek giden ve Bizanslılarla yapılan savaşlarda uygulanan bu gelenek, Kurtuluş Savaşı’nda da etkili biçimde kullanıldı. Küçük Hüseyin Kumpanyası, Otello Kazım Grubu o günlerin ünlü cephe tiyatrolarıydı.”
“Yusuf Akçura, Samih Rifat, Mehmet Akif (Ersoy), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mehmet Emin (Yurdakul), Tunalı Hilmi, Halide Edip (Adıvar) Hatip Kolları’nda görev yapan ünlü konuşmacılardı.”
“Sakarya Meydan Savaşı, içte ve dışta önemli politik gelişmelere yol açtı, Mustafa Kemal’in güç ve saygınlığını artırdı. Büyük Millet Meclisi ona, 19 Eylül’de “Gazi” unvanıyla, “Türk askeri rütbelerinin en yükseği” olan mareşal rütbesini verdi. Oysa daha bir yıl önce Vahdettin, ondan “Mustafa Kemal Efendi” diye söz ederek rütbelerini almış ve idam kararını imzalamıştı.”
“Yunan Ordusu Sakarya’da yok edilemedi, ama büyük darbe vuruldu. “Azaltılmış rakamlarla ve yalnızca ölü olarak subay-er 18 bin” yitik vermişti. Silah ve donanım yitikleri hesaplanamıyordu.”
“Yalnızca Çal Dağı çarpışmalarında; “3 alay komutanı, 5 tabur komutanı, 82 subay ve 900 er şehit olmuştu. ””
“Sakarya Savaşı’na “ön safta katılan subayların yüzde 80’i, erlerin yüzde 6O’ı ya şehit olmuş ya da yaralanmıştı.”
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatancfırTVatanın Her karış toprağı yurttaş kanıyla ıslanmadıkça terk edilemez. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir, fakat büyük küçük her birlik durabildiği ilk noktada, düşmana karşı yeniden cephe kurup savaşmaya devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda olduğunu gören birlikler ona uymaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar direnmekle yükümlüdür.”
“Sakarya Savaşı, 100 kilometrelik bir cephe üzerinde gelişen, sözcüğün gerçek anlamıyla tam bir meydan savaşıydı. Başladığı 23 Ağustos’tan 13 Eylül’e dek, 22 gün sıradışı bir şiddetle sürdürüldü.”
“Ne olursa olsun bu ülkede kalacağız. Vatanımızın her zerresini savunacağız. En uzak sınırlarına kadar çarpışarak, topraklarımızın altında can vereceğiz.”
“Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu) söylemiyle “Ankara’da bir uyuz eşek bile küheylan (soylu Arap atı y.n.) kadar değerli” olmuştu.”
“Uluslararası gelenekler çiğnenerek, işgal altında tutulan Batı Anadolu ve Trakya’da Osmanlı yurttaşı konumundaki yerli Rumlar silah altına alındı.”
“II. İnönü Savaşı’nda cephede bulunan İngiliz Profesör Arnold Toynbee, Yunanlıların yenilgiyi “gizli el efsanesiyle” açıkladıklarını aktarır ve şunları söyler: “Yunanlılara göre, Türk topçusu bu kadar iyi atış yapabildiğine göre, kesinlikle Rus ya da Alman subaylarının komutasındaydı; siperler içinde kuşkusuz Italyan istihkâmılar vardı; piyade erleri ise Fransız subayların emrindeydi! Siperleri dolaşarak bu söylentilerin tümünün hayal ürünü olduğunu gördüm ve içim rahat etti.”
“Türk Ordusu, sayı ve silah olarak daha güçsüz olmasına karşın, Yunan Ordusu’nu II. İnönü’nde bir kez daha yendi (31Mart-1 Nisan 1921);…”
“I. İnönü Savaşı’ndan iki ay sonra, 23 Mart 1921’de Bursa ve Uşak’tan saldırıya geçildi. Ancak, yine ummadıkları sert bir direnişle karşılaştılar. Özellikle Eskişehir önlerindeki dik kayalıklarda mevzilenmiş Türk topçuları şaşırtıcı bir ustalıkla Yunan birliklerini vuruyordu.”
“Edimsel (fiili) gücünü tümüyle yitirerek, kâğıt üzerindeki varlığı işgalcilerin isteğine bağlı kalan İstanbul Hükümeti, bu savaşlarla gerçek yerine oturtulmuş, içte ve dışta herkese, Anadolu halkını bundan böyle Ankara’daki siyasi-askeri yapının temsil edeceği gösterilmiştir.”
“Sovyet Hükümeti, Sevr Antlaşması’nı kabul etmiyordu. Osmanlı Sultanlığı ve Rus Çarlığı arasında yapılan anlaşmalar, “tarafların çıkarlarına uygun düşmediği için” tümüyle hükümsüz sayılıyordu. Sovyet Hükümeti, “Ankara’nın kapitülasyonları kaldırmasını kabul ediyordu”. Her iki hükümet, “kendi toprakları içinde diğerinin zararına çalışacak” herhangi bir örgütün kurulmasını yasaklıyordu.”
“1920’de silahın yanı sıra, 200,6 kg külçe altın olan Sovyet yardımı, 1921 yılında; 33 bin 275 tüfek, 58 milyon fişek, 327 makineli tüfek, 54 top, 130 bin top mermisi, 1500 kılıç ve 2 hücumbota (muhrip) çıkarıldı. Ayrıca Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti; 30 tank petrol, 2 tank benzin ve 8 tank gazyağım bedelsiz olarak Kars’a gönderdi.”
“Ulusal kurtuluş hareketlerine yardımı, dış politikasının temeline yerleştirmiş olan Sovyetler Birliği, Anadolu direnişine başından beri yardım yapıyordu.”
“Londra Konferansı’nm sona erdiği 12 Mart’tan yalnızca dört gün sonra imzalanan Moskova Antlaşması, İtilaf Devletleri’ne verilen en etkili yanıttı.”
“The Times’ın o günlerdeki yayınında görülmektedir. Konferanstan önce “Londra Konferansı’nın Sevr porselenini parçalaması şart değil. Üzerine yeni bir vernik vurulursa pekâlâ kullanılabilecek hale gelebilir” biçiminde yorumlar yapan The Times, bu kez, “Türklerin istekleri o derece aşırı istekler ki, bunların bir parçacığının bile kabul edilmesi, Sevr Antlaşması’nı ortadan kaldırmak demektir” diyerek Ankara Hükümeti’ni öfkeyle yeren yazılar yazıyordu.”
“Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcilerinin, Londra Konferansı’na “ülkede hiçbir hak ve yetkiyi temsil etmeyen” İstanbul Hükümeti’yle birlikte değil, “kendi içinden seçeceği ve Türk milletinin tek temsilcisi” olan bir kurulla katılacağı bildirildi.”
“1. İnönü Savaşı’nm uluslararası ilişkilere yaptığı etki, siyasi sonuçlarını ortaya çıkarmakta gecikmedi. İtilaf Devletleri, 21 Şubat 1921’de, yani savaştan yalnızca 41 gün sonra, Londra’da bir barış konferansı düzenleme kararı aldılar.”
“Birinci İnönü’de şehit olanlar, ülkede düzeni ve cephede orduyla savunmayı sağlamak için yaşamlarını feda ettiler. Hiçbir savaşın şehitleri, bu kadar olağanüstü koşullar içinde ve o derece dünyevi, hatta uhrevi yararları düşünmeden yaşamlarını feda etmemiştir.”
“Kendisini bir milletin parçası hissetmeyen insan, tutsak ve yoksuldur, ona değer verilmez. Kalbi, milliyet ateşi ile yanan insan, iç ve dış dünyadan gelen zulüm, hakaret, tutsaklık ve kölelik ihtiraslarına aynı anda karşı koyar.”
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/Bulunıır kurtaracak bahtı kara maderini.”
“Ön Asya’da, akıldan bile geçmeyen “bir şeyler” oluyordu. Anadolu’dan kovulmak istenen, kendi deyimleriyle, “yırtık pırtık giysiler içindeki bir avuç yoksul Türk, muzaffer Müttefikleri Anadolu’dan kovalıyordu.”
“Kitleler, seçimini Milli Mücadeleden yana yapmış ve “ulusu koruma duygusu, hanedana bağlılık alışkanlıklarına üstün gelmişti. ” İşgalcilerin istekleri yönünde davranan Padişah, maddi manevi tüm gücünü yitirmiş, işbirlikçi olarak bile bir değeri kalmamıştı.”
“Mustafa Kemal’e gelince, o büyük güçler için, basit bir baş ağrısıydı. Ancak, aralarında bazıları, olan bitenin farkındaydı. ‘Paylaşımı bir an önce bitirmezsek, karşımızda bir Türk hükümeti bulamayacağız. Ya da daha beteri, baş edemeyeceğimiz bir Türk hükümeti bulacağız’ diyorlardı.”
“…Temiz ve açık vatanseverliğin, sağduyunun, yüzyıllarca süren acıların, haysiyet ve şerefin ve özgür millet içinde özgür insanın temsilcisi olan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun şimdi bir kısmı sonsuzluğa göçmüş olan üyeleri; torunlarımız için, tarihin sisleri arkasında gittikçe devleşen, efsane insanlardır. Bu insanların anıları, Türk milletinin karanlık, endişeli, bunalımlı günlerinde birer umut ve hayat ışığı olarak parlayacaktır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, yüzyıllarca sonra da görev başında olacaktır. O, Kuvayı Milliye ruhunun kendisidir. Kuvayı Milliye ruhuna muhtaç olduğumuz her zaman, onu karşımızda ve başımızda göreceğiz. ”
“Birinci Meclis’te görev alan milletvekillerinin önemli bir bölümü gerçekten aday olmadı ve yaşadıkları yerlere geri döndüler. Kendilerine, ne bir ayrıcalık ne de devlet görevi istediler. Başka gelirleri olmadığı için almak zorunda kaldıkları milletvekili maaşlarını, Kurtuluş’tan sonra devlete geri vermek isteyenler bile vardı.”
“Kırşehir Müdafaai Hukuk adına ve eşraf imzalarıyla gönderilen telgraf şöyleydi: “Milli varlığımızı korumak uğrunda gereken kesin önlemleri düşünüp uygulamak üzere, sizleri milletvekili yaptık. Ancak, Büyük Millet Meclisi’nde yaptığınız görüşmelerde, beklediğimiz yararlı bir sonuca doğru ilerleyemediğiniz anlaşılmaktadır. Sizi milletvekili olarak seçenler, acaba hangi isteğinizi geri çevirdi? Beyefendiler, rica ederiz, dindaşlarımızın namus ve hayatları, Yunan palikaryalarının ayakları altında daha fazla çiğnenmesin. Bu nedenle, son tehlikeyle karşı karşıya kalmadan düşünün, taşının. Yol göstermek sizden, o yola göre hareket etmek bizden, yardım da Allah’tandır.””
“Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey, Meclis kürsüsünden şunları söyler: “Efendiler, asacağız, asılacağız; fakat istiklâl mücadelesini mutlaka kazanacağız. Eğer bu savaş bir istiklâl, bir ölüm dirim, bir özgürlük savaşı ise, kimsenin gelecek kuşaklar adına istiklalden vazgeçme diye bir hakkı yoktur. Hayatta olan bir kuşak böyle bir gaflete düşerse, gaflete düşmeyen azınlığın, çoğunluğa istiklal savunmasını zorla kabul ettirmesi, bir görev halini alır. ”
“Ülkemizin şimdiye kadar geçirdiği bunalımlara, felaketlere; kimi zaman Avrupa’yı taklit etmek, kimi devlet işlerinin yönetimini kişisel görüşlere göre düzenlemek, kimi zaman da anayasayı bile kişisel duygulara oyuncak etmek gibi, acı sonuçlarını yaşadığımız basiretsizlikler neden olmuştur.”
“Dış düşmandan “daha zararlı” ve “daha öldürücü” bulduğu ve devşirme geleneği nedeniyle Türkiye’de oldukça bol bulunan “iç hainler” için, 1923 yılında Adanalı çiftçilere seslenirken şöyle söylüyordu: “Bizi amacımıza varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmandır. Bunlar, bizi bir sömürge haline getirmek için, ilerlememizi istemezler. Fakat, çiftçi arkadaşlar, bizim için bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf daha vardır; o da içimizden çıkması muhtemel iç hainlerdir. ””
“…TBMM Hükümeti, milleti hayat ve istiklaline kasteden emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunurken, dış düşmanla işbirliği yaparak milleti aldatmaya ve (ülkeyi) karıştırmaya çalışan iç hainleri cezalandırmak için, orduyu güçlendirmeyi ve onu, millet istiklalinin dayanağı yapmayı görev bilir ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir