Bernard Lewis kitaplarından Müsəlmanlar Nədə Səhvə Yol Verdi? kitap alıntıları sizlerle…
Müsəlmanlar Nədə Səhvə Yol Verdi? Kitap Alıntıları
Bir toplumda bir şeyler artık gizlenemeyecek veya görmezden gelinemeyecek kadar yanlış gitmeye başladığında sorulabilecek çeşitli sorular ortaya çıkar.
Ortaçağ Avrupa’sı dinini Ortadoğu’dan; modern Ortadoğu’da siyasetini Avrupa’dan aldı. Tıpkı bazı Avrupalıların merhametsiz bir Hristiyanlık yaratmayı başarması gibi, bazı Ortadoğulular da özgürlük olmayan bir demokrasi yarattı.
Batı’da, bir kişi piyasada para kazanır ve bunu iktidarı satın almak veya etkilemek için kullanır. Doğu’da kişi iktidarı ele geçirir ve bunu para kazanmak için kullanır. Ahlaki açıdan ikisi arasında bir fark yoktur, ancak ekonomi ve devlet üzerindeki etkileri çok farklıdır.
Bu ülkede acayip bir manzara gördüm. Eğer Kral yolda bir kadına rastlarsa, at sürdüğü takdirde atını durdurup kadının geçmesine müsaade eder. Eğer Kral yaya olduğu halde bir kadına rastlarsa nezaket gösterip durur. Kadın kralı selamlar, kral da şapkasını çıkartıp kadına hürmetini gösterir. Kadın geçtikten sonra kral yoluna devam eder. Bu pek acayip bir manzaradır. Bu ülkede ve diğer küffar ülkelerinde kadınlar söz sahibidir. Onlara Meryem Ana aşkına hürmet ve saygı gösterilir.
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Öyle büyük müthiş bir mağlubiyet yaşandı ki Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışından beri böylesi görülmememişti.
Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa
Batı’da bir kişi piyasada para kazanır ve bunu iktidarı satın almak veya etkilemek için kullanır. Doğu’da bir kişi iktidarı ele geçirir ve bunu para kazanmak için kullanır. Ahlaki açıdan ikisinin arasında fark yoktur, ancak ekonomi ve devlet üzerinde etkileri çok farklıdır.
Avrupa’dan ithal ulusçuluğun yükselişi yeni algılar üretti. Araplar yaşadıkları sorunların suçunu yüzlerce yıl boyunca kendilerini yöneten Türklerin üzerine atabildi.
Günümüzde, şimdilik Atatürk’ün farkına vardığı, Hint bilgisayar bilimcilerinin ve Japon ileri teknoloji şirketlerinin değerini bildiği baskın uygarlık Batı uygarlığıdır, dolayısıyla Batı standartları modernliği tanımlamaktadır.
Londra’daki Ulusal Galeri’nin koleksiyonunda, İtalyan ressam Gentile Bellini tarafından çizilen Osmanlı Sultanı 2. Mehmed’in portresi yer alır. Tablo İstanbul’da değil Londra’dadır, çünkü Sultan Mehmed’in halefi, daha takvalı Bayezid portrelere rıza göstermemiş ve babasının koleksiyonunu elden çıkarmıştır.
Mekanik saat Avrupa’nın bir ürünüydü. Nitekim on dördüncü yüzyılın başlarında buna dair kanıtlar mevcuttur. Avrupa saatlerinin Ortadoğu’ya yayılması yavaş bir süreç izlemiştir. Osmanlı Sultanı 2. Mehmed’in bunlara biraz ilgi gösterdiği söylenir. Aynısı, Kanuni Sultan Süleyman için de zikredilir. 1457’de Fransız Kralı Kanuni’ye ”koyulan suyu on iki saatte çeken bir çeşme bulunduran Lyons işi, çok kıymetli bir saat ” göndermiştir.
1560’da yazılan bir başka mektupta, Busbecq şunları kaydetmiştir: ” hiçbir millet başkalarının yararlı icatlarını benimsemekte isteksizlik göstermemiştir. Örneğin, büyük ve küçük topları ve diğer birçok icadımızı kullanmaktan geri durmamışlardır. Ancak hiçbir zaman kitap basmaya ve meydan saatleri inşa etmeye yanaşmadılar. Basıldığı takdirde kutsal kitaplarının kutsallığının kalmayacağını; meydan saatleri yaparlarsa da müezzinlerin otoritesi ile kadim adetlerin zarar göreceğini düşünürler. ”
Müslüman radikallerin ve militanların yazdıklarında düşman çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Bazen Yahudi veya Siyonist, bazen Hristiyan veya misyoner, bazen Batılı emperyalist, bazen daha az sıklıkla Rus veya başka bir komünist olagelmiştir. Ancak birincil düşmanları, kampanya ve saldırılarının ilk hedefi, yerel laikleşme taraftarlarıdır; laik okullar ve üniversiteler, laik yasalar ve mahkemeler getirip İslam’ı ve üst düzey temsilcilerini eğitim ve yargı gibi iki temel alanın dışında tutarak devletin İslami temelini zayıflatmaya veya değiştirmeye çalışanlar bu laiklik taraftarlarıdır. Çoğu için baş düşman, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Müslüman dünyadaki ilk büyük laik reformcu Kemal Atatürk’tür.
İran’da ne yabancı eleştirmenler ne de Müslüman liberaller ve reformcular kadın haklarına büyük ilgi göstermiştir ancak İranlı kadınların kendileri özgürlük için mücadele etmeye başlamıştır. Kayda değer bir isim, ünlü bir Şii Müslüman ilahiyatçısının en büyük kızı olan Kurratü’l – Ayn’dı (1814 – 1852) . İyi bir İslami eğitim almış duruyor, ancak on dokuzuncu yüzyıl İran’ında esas itibarıyla yeni bir din kuran meşhur İslami reformcu Bab’ın faal bir takipçisi oldu. Diğer suçlarıyla birlikte, peçesiz vaaz verdi ve çok eşliliğe karşı çıktı. En az 27 diğer Babi ile birlikte, işkence edilerek öldürülmüştür.
”Kölelerin yasaklanması, kutsal şeriata aykırıdır. Ayrıca, namaza ezan-ı şerif ile değil de top atarak çağırmak, kadınların örtüsüz gezmeleri, boşanma hakkını kadınların eline vermek ve buna benzer işler tertemiz şeriata aykırıdır. Bu tür teklifler Türkleri kafir yapar. Kanları hederdir ve çocuklarını köle yapmak caizdir. ”
Geleneksel Müslüman bakış açısına göre köleliği kaldırmak neredeyse imkansızdı. Allah’ın izin verdiğini yasaklamak Allah’ın yasakladığına izin vermek kadar büyük bir suçtu.
Açılan araya bir diğer örnek de 1577’de Galata’da inşa edilen büyük rasathanenin kaderinde görülebilir. Rasathane İslam bilim tarihinde önemli bir şahsiyet olan ve astronomi, optik ve mekanik saatler üzerine bazı kitapların yazarı olan Takiyüddin (yaklaşık 1526-1585) girişimidir. Suriye ve Mısır’da doğan (kaynaklar farklı vermektedir) Takiyüddin Kahire’de öğrenim görmüş, fakih ve mütekellim kariyerinin peşinde İstanbul’a gitmiştir. 1571’de 2. Selim’in müneccimbaşılığına (astronom ve astrolog) getirilmiştir. Birkaç yıl sonra yeni sultan, 3. Murad’ı rasathane inşasına ikna etti. Bu rasathane, meşhur çağdaşı Danimarkalı astronom Tycho Brahe rasathanesine teknik ekipman ve uzman personel bakımından denkti. Ancak kıyaslama burada nihayete erer çünkü Tycho Brahe’in rasathanesi ve eseri astronomi biliminde çok geniş bir gelişim yolu açtı. Takiyüddin’in rasathanesi ise Başmüftü’nün tavsiyesi üzerine sultanın emriyle bir grup yeniçeri tarafından yerle bir edildi.
Müslüman Ortadoğu’nun Avrupa bilimini kabul etmekteki inatçılığı modern bilimin gelişmesine Ortaçağ’da İslam uygarlığının muazzam katkısı düşünüldüğünde çok daha çarpıcı bir hal kazanır.
Kadın haklarına yönelik bulabildiğim en erken tarihli ilkeli tartışma, on dokuzuncu yüzyılın büyük Osmanlı yazarı, Genç Osmanlıların lideri Namık Kemal tarafından 1867’de Tasvir-i Efkar gazetesinde yayımlanmış bir makalede yer almaktadır:
”Kadınlarımızın insanlığa çocuk doğurmaktan başka faydası yokmuş gibi görülüyor; müzik aletleri veya mücevherat gibi sadece bir hizmet nesnesi olarak görülüyorlar. Ancak cinsimizin yarısını hatta belki de daha fazlasını kadınlar teşkil etmektedir. Onları başkalarının maişetini ve gelişimini sağlamaktan alıkoymak halk iştirakinin temel kurallarını ihlal etmektedir. Sanki milletimizin yarısı felçli bir vücuda benzemektedir. Ancak kadınlar zihni ve fiziki yeterlilikleri bakımından erkeklerden aşağıda değildir. Kadim zamanlarda kadınlar savaş dahil bütün erkek faaliyetlerine iştirak ediyordu. Köyde kadınlar hala tarım ve ticaret işlerine ortaktır kadınların aramızda böyle ayrı tutulmasının sebebi onların tamamıyla cahil, hak ve sorumluluk, fayda ve zarara dair hiçbir şey bilmedikleri yönündeki algıdır. Kadınların bu konumu dolayısıyla birçok kötü sonuç doğmaktadır. En temelde bu durum, çocuklarını kötü yetiştirmelerine yol açmaktadır.
İslam kanunu ve örfüne göre İslamiyet’in hukuki ve dini üstünlük ilkesinden üç sınıf insan faydalanamaz: Kâfirler, köleler ve kadınlar. Kadınlar belirgin biçimde bu üç sınıf içerisinde en kötü yerdedir. Köleler efendilerince azat edilebilirler; kâfirler her zaman kendi iradeleriyle mümin olabilir ve aşağı konumlarını sona erdirebilir. Sadece kadın sonsuza kadar neyse o olarak kalmaya mahkûm edilmiştir ya da en azından o zamanlar öyle düşünülmüştür
Bütün kiliseleri ve ve tarikatlarıyla Hristiyanlık çok eşliliği ve cariyeliği yasaklar. İslam ise Hristiyan olmayan diğer neredeyse bütün topluluklar gibi ikisine de izin verir.
Akşam yemeği sırasında (İspanyollar) çok sevilen müzisyenler ve şarkıcılar görevimiz boyunca bize eşlik etti. Kralın emriyle bütün asilzadeler, birbirleri ardına bizleri akşam yemeğine davet etti, biz de bu tür müzikle sıkıntıdan patladık.
İslam ve Batı toplumu arasında çok daha büyük ve önemli başka farklar da vardı ancak bir şekilde uzunca bir süre bunlar ya görmezden gelinmiş ya da alakasız görülmüştü. Bu özelliklerden üçünü Batı’ya gitmiş Ortadoğuluların ifadeleriyle göstermeye çalışacağım. Bunların üçü de Türk’tür çünkü Türkler bir süre boyunca Avrupa’ya seyahat eden ilk müslümanlardı. İlk alıntı 1665’te Viyana’ya diplomatik bir amaçla gitmiş olan zamanın meşhur Türk yazarı Evliya Çelebi’den geliyor. Devletin başkentinden buraya kadarki macerasını uzun ve detaylı bir şekilde anlatırken Evliya, gördüğü en acayip manzara yı tasvir eder:
Bu ülkede acayip bir manzara gördüm. Eğer kral yolda bir kadına rastlarsa, at sürdüğü takdirde atı durdurup kadının geçmesine müsaade eder. Eğer kral yaya olduğu halde bir kadına rastlarsa nezaket gösterip durur. Kadın kralı selamlar, kral da şapkasını çıkartıp kadına hürmet eder. Kadın geçtikten sonra kral yoluna devam eder. Bu pek acayip bir manzaradır. Bu ülkede ve diğer küffar ülkelerinde kadınlar söz sahibidir. Onlara Meryem Ana aşkına hürmet ve saygı gösterilir.
Batı’da, bir kişi piyasada para kazanır ve bunu iktidarı satın almak veya etkilemek için kullanır. Doğu’da kişi iktidarı ele geçirir ve bunu para kazanmak için kullanır.
1861’de, Osmanlı’ya bağlı Tunus Bey’i, kimileri atanan kimileri seçilen 60 üyeli bir meclisle bir anayasa ilan etti. Ancak 1864 yılında Fransız himayesinin kurulmasıyla meclis askıya alınmıştır.
Geleneksel Ortadoğu zevki olan bir fincan kahve gibi basit bir örnekte görebiliriz. Kahve aslen Etiyopya’dan gelmiştir. Kızıldeniz’in iki yakasında, Arabistan ve Mısır’da yetiştirilmiş, önce Suriye ve Türkiye’ye, sonrasında ise Avrupa’ya ihraç edilmiştir. Şeker İran ve Hindistan’dan gelmiştir. Uzun zaman boyunca hem kahve hem şeker, ya Ortadoğu’dan ya da Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya ithal edilmiştir. Ama sonra sömürgeci güçler, yeni sömürgelerinde daha bol ve daha ucuz bir şekilde kahve ve şeker yetiştirebileceklerini buldu. Bunu o kadar iyi ve başarılı şekilde yaptılar ki Osmanlı topraklarına kahve ve şeker ihraç etmeye başladılar. On sekizinci yüzyıl sonlarında, bir Türk ya da Arap geleneksel zevki olan bir fincan şekerli kahveyi eline aldığında, kahve muhakkak Felemenk Cava’sı veya İspanyol Amerika’dan, şeker ise İngiliz veya Fransız Batı Hint Adaları’ndan geliyordu; sadece sıcak su yerliydi. On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyıl başlarında, bu bile geçerliliğini kaybetti: İmtiyaz sahibi Avrupalı şirketler Ortadoğu şehirlerine su ve gaz tedarikini devraldı.
Dünya Bankası’nın bir tahminine göre, Arap dünyasının fosil yakıt haricindeki toplam ihracatı, nüfusu beş milyon olan Finlandiya’nın ihracatından azdır.
1803 – 1806 arasında Paris’te Osmanlı elçisi olan Halet Efendi şöyle gözlemlemiştir: Üç-dört sene içerisinde yirmi beş bin kese akçe toplanırsa, enfiye, kâğıt, kristal, kumaş ve porselen için birer adet atölye, dil ve coğrafya için bir okul yaptırıldığı takdirde beş sene içersinde tutunacakları hiçbir dalları kalmaz. Ticaretlerinin bütün geçerlilikleri bu beş şeyden ibarettir.
Hoca İshak Efendi (ö.1834) mühtedi bir Rum Yahudisiydi ve Batı bilim literatürünü Türkçeye ilk çeviren kişiydi.
İlk başlarda, Türk bir tarihçinin işaret ettiği üzere bilimsel akım edebiyat ve hukuk duvarlarını kırmıştı. On dokuzuncu yüzyılın çoşkulu ve iyimser liberalizmi duvarda gedik açmış, bu kanal vasıtasıyla o zamana dek kapalı olan Müslüman elitlere yeni fikirler önce damla damla gelmiş sonra ise sel olup akmıştı.
Reformist Sultan 3. Selim modernleşme reform programının bir parçası olarak kalıcı elçilikler vasıtasıyla Avrupa’nın sürekli diplomasi uygulamasını benimsemeye karar vermiştir. İlk elçilik 1793 yılında Londra’da kurulmuş bunun ardından Viyana, Berlin, St.Petersburg ve Paris elçilikleri gelmiştir.
Kolomb’a ait haritanın (bugün kayıptır) Türklere ait 1513’te hazırlanmış bir nüshası, 1929’da Alman bir bilim adamı tarafından ortaya çıkarılana dek İstanbul Topkapı Sarayı’nın bir köşesinde meçhul bir şekilde varlığını korumuştur.
Ortadoğu ülkelerinden Batı’ya diplomasi veya ticaret amacıyla giden çok az sayıdaki insanın büyük kısmı Müslüman değildir, dini azınlıklara mensuptur. Bunlar genellikle Yahudiler, sıklıkla Katolik olmayan Hristiyanlar ve Osmanlı açısından oldukça güvenilir addedilen Rumlar veya Ermeniler oluyordu.
Batılı tacirler İslam topraklarında her yere tamamen serbestçe seyahat ediyordu. Ortadoğulu tacirler ise Batı’ya pek gitmiyordu. Müslümanlar, İslam toprağı olmayan yerlere gitme hususunda muazzam bir tereddüt gösteriyordu ve nitekim Batılılar da onların gelmesini istemiyordu.
Bir diğer meşhur mühtedi de Türk salnamelerinde adı İbrahim Müteferrika olarak geçen muhtemelen Üniteryan kilisesine mensup Macar bir ilahiyatçıydı. Müteferrika, sultana bağlı bir tür seçkin muhafız birliğine mensubiyeti belirten bir unvandır. Görünüşe göre on yedinci yüzyılın sonlarında gelmiş ve 1745 yılında vefat etmiştir. En büyük başarısı 1729’da Türk maatbasını kurmaktı. Bastığı kitaplardan biri kendisine ait kısa bir risaledir. Bu eserde Hristiyan ordularının Avrupa’da Osmanlılara karşı başarılarını anlatır ve Osmanlı’nın idari ve askeri süreçlerinin Avrupa’ya göre reform edilmesi gerektiğini belirtir.
Osmanlı elçilerinin bazıları rapor yazdı ve bunlar açık bir şekilde etkili oldu. Bunlar arasında 1721’de Parise giden Mehmet Efendi; 1757’de Viyana’ya, 1773’te Berlin’e gitmiş Resmi Efendi; 1787’den 1789’a kadar Madird’de bulunan Vasıf Efendi; 1790 ile 1792 arasında Berlin’de kalan ve düzenli bir devletin nasıl denetim altında tutulup yönetildiğini anlatan ilginç bir tezkire yazan Azmi Efendi; birçok açıdan diğerlerinden önemlisi, 1791’den 1792 yılına dek Viyana’da bulunmuş ve Avusturya İmparatorluğu’nun sivil ve askeri idare sistemini ayrıntılı şekilde, alınması faydalı olabilecek uygulamaları tavsiye ederek anlatan Ebu Bekir Ratib Efendi vardır.
Avrupalı güçler uzunca süredir İslam toprakları ve başka yerlerde daimi elçilik ve konsolosluklarının varlığını korumayı sağlıyordu. İslam devletleri ise bunu yapmıyordu.
On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Hindistan ve Endonezya’dan Arabistan’daki kutsal şehirlere giden Müslüman hacılar dahi daha hızlı, daha ucuz ve daha güvenli olduğu için İngiliz, Felemenk ve Portekiz gemilerinde yer ayırtıyordu.
Bir toplumda bir şeyler artık gizlenmeyecek veya görmezden gelinemeyecek kadar yanlış gitmeye başladığında sorulabilecek çeşitli sorular ortaya çıkar. Dün Avrupa bugün ise Ortadoğu için en yaygını şudur: Bunu bize kim yaptı? Bu soruya verilen cevap genellikle dış veya iç günah keçilerine, yani yurtdışındaki yabancılara veya yurtiçindeki azınlıklara suç atmaktır. Tarihlerindeki en büyük krizle yüz yüze gelen Osmanlılar farklı bir soru sordu: Hata neredeydi? Türkiye’de bu iki soru üzerine tartışmalar Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasının hemen sonrasında başladı ve Küçük Kaynarca’nın ardından daha da önem kazanarak devam etti. Bir bakıma bugün hâlâ bu sorgulamalar sürmektedir.
Osmanlı kayıtları İslam’ı benimsemiş Balkan halklarından olanlara ek olarak Hristiyan kaldığı halde Osmanlı birliklerindeki destek kuvvetlerinde hizmet veren Hristiyanlar olduğunu gösterir.
Kırım ise ayrıydı; burası Ortaçağ’a kadar geçmişe dayanan eski bir Türk müslüman toprağıydı ve buranın kaybı memleketin parçalanması gibiydi. Bu, Müslüman toprak ve nüfusunun Hristiyanların eline ilk fakat hiçbir şekilde son olmayan geçişiydi. Aynı zamanda bu, Rusya’nın, hem Osmanlı ‘ya hem de daha geniş bir şekilde Avrupa ve Kafkas kıyılarındaki İslam topraklarına tehdit oluşturarak büyük bir karadeniz gücünü kesin surette tesis etmesi anlamına da geliyordu.
Karlofça’da imzalanan barış Osmanlı ülkesine iki ders verdi. İlki askeriydi, daha üstün bir güç tarafından mağlup olunmuştu. İkinci ders daha karmaşık olmak üzere diplomatikti ve görüşmeler sırasında öğrenilmişti.
1686’da Budin’in kaybıyla birlikte Osmanlıların Macaristan’daki yüz elli yıllık hakimiyetleri sona erdi. Bu olay o zaman bir ağıtta ölümsüzleştirilmiştir:
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mamur olan yerler hep harap oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
1682’de Avusturya’ya karşı yeni bir savaş açtı ve sonucunda 17 Temmuz – 12 Eylül 1683 arasında İkinci Viyana Kuşatması yapıldı. Şehri ele geçirmek üzere yapılan bu ikinci başarısız girişim en iyi, dönemin Osmanlı vakanüvisi Silâhdar’ın ifadeleriyle tasvir edilir: Öyle büyük müthiş bir mağlubiyet yaşandı ki Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışından beri böylesi görülmemişti. Osmanlıların acı gerçeklerle yüzleşmelerindeki samimiyete hayran olunmalıdır.
Osmanlıların doğu sularında Portekiz donanmasıyla mücadele etmeyişi muhtemelen iyi olmuştu. Osmanlıların Akdeniz tarzı kadırgaları, Portekizlilerin Atlas Okyanusu için hazırlanmış daha büyük daha ağır, daha mücehhez ve manevra kabiliyeti daha yüksek karak (carrack) ve kalyonlarıyla pek baş edemezdi.
On altıncı yüzyılın başlarında bir Osmanlı veziriazamı emekliliğinde Müslüman birliklerinin karada üstün olduğu halde kâfirlerin denizde daha güçlü hale geldiğini gözlemlemişti. Onlara galebe çalamayız. . Söylediği pek dikkat çekmedi.
Türk arşivlerinde donanma kumandanı Kapudan Paşa’nın raporu saklanmıştır. İki satırda İnebahtı Savaşı’nı anlatır:
İlahi rehberliğe mazhar Devlet donanması sefil kâfirlerin gemileriyle karşılaştı ve Allah’ın rızası başka türlü tecelli etti.
Osmanlılar ve İranlılar on dokuzuncu yüzyıla kadar birbirleriyle kavga etmeye devam etti.
On altıncı yüzyılın arifesinde Osmanlıların iki Müslüman komşusu vardı. Bu iki komşudan daha eskisi başkenti Kahire olan Mısır’daki Memluk Sultanlığı’ydı. Bütün Suriye ve Filistin’e hükmediyor, daha önemlisi Batı Arabistan’daki İslam’ın kutsal yerlerini elinde tutuyordu. Diğeri de yeni bir dini militanlıkla ve yeni bir hanedan yönetiminde yeni birlik sağlamış İran’dı. Hanedanın kurucusu, Türkçe konuşan Azerbaycanlı bir Şii olan Şah İsmail Safevi (saltanatı 1501-1524) yedinci yüzyıldaki Arap fethinden sonra ilk kez bütün İran topraklarını tek bir hükümdarlık altında toplamıştı.
Rönesans, reform, teknoloji devrimi İslam topraklarında âdeta hiç görülmemişti.
Ekonomik modernleşme kadınların emeğini gerektirdi.
Ortadoğu’nun çoğunu yöneten, baskıcı ve etkisiz devletler için suçlama oyunu, gerçekten de temel bir amaca hizmet ediyor: hafifletemedikleri yoksulluğu açıklamaya ve yoğunlaştırdıkları zulmü haklı çıkarmaya yarıyor. Bu şekilde, mutsuz halklarının artan öfkesini başka, dış hedeflere karşı saptırmaya çalışıyorlar.
Bağımsızlık anlamı verilen özgürlük, diğer bütün faydaları getirecek büyük bir tılsım olarak görülüyordu. Müslümanların ezici çoğunluğu şimdi kendi sorunlarına çözüm getiremeyen bağımsız devletlerde yaşıyor.
Yaşanan talihsizlikler için başkalarını suçlamak genellikle daha kolay ve her zaman daha tatmin edici olmuştur.
Tıpkı bazı Avrupalıların merhametsiz bir Hıristiyanlık yaratmayı başarması gibi, bazı Ortadoğulular da özgürlük olmayan bir demokrasi yarattı.
İşte gökyüzü mavi, güneş çok sıcak. Acelen ne için? Hayatın hoşluğuna niçin halel getiriyorsun? Burada herkes geç kalır. Yapacağın tek şey onlara katılmak.
Zamanı tam olarak ölçmek modernliğin temel bir özelliğidir.
Ortadoğu ve Batı’nın ekonomik yaklaşımları arasındaki fark, hiçbir toplumun muaf olmadığı her toplumun kendisine özgü yolsuzluk biçimlerinde bile görülebilir. Batı’da, bir kişi piyasada para kazanır ve bunu iktidarı satın almak veya etkilemek için kullanır. Doğu’da kişi iktidarı ele geçirir ve bunu para kazanmak için kullanır, Ahlaki açıdan ikisi arasında bir fark yoktur, ancak ekonomi ve devlet üzerindeki etkileri çok farklıdır.
Müslüman radikallerin ve militanların yazdıklarında düşman çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Bazen Yahudi veya Siyonist, bazen Hıristiyan veya misyoner, bazen Batılı emperyalist, bazen -daha az sıklıkta- Rus veya başka bir komünist olagelmiştir.
Ancak birincil düşmanları, kampanya ve saldırılarının ilk hedefi, yerel laikleşme taraftarlarıdır.
Eğer şikayet ve mağduriyetten vazgeçebilir, farklılıklarını çözebilir ve ortak bir yaratıcı çaba içinde yeteneklerini, enerjilerini ve kaynaklarını bir araya getirebilirlerse, o zaman bir kez daha Ortadoğu’yu, Antikçağ ve Ortaçağ’da olduğu gibi büyük bir uygarlık merkezi haline getirebilirler. Şimdilik, seçim kendi ellerinde.
“Bunu bize kim yaptı?” sorusu sadece nevrotik fantezilere ve komplo teorilerine yol açmıştır. “Neyi yanlış yaptık?” sorusu ise doğal olarak ikinci bir soruyu doğurdu: “Nasıl düzeltiriz?” Geleceğe yönelik en iyi umutlar bu soruda ve bulunan çeşitli cevaplarda yatıyor.
“Bunu bize kim yaptı?” sorusu sadece nevrotik fantazilere ve komplo teorilerine yol açmıştır. “Neyi yanlış yaptık?” sorusu doğal olarak ikinci bir soru doğurdu: “Nasıl düzeltiriz?” Geleceğe yönelik en iyi umutlar bu soruda ve bunların çeşitli cevaplarında yatıyor.
Bu arada [Müslüman dünyasının geri kalması] suçlama oyunu -Türkler, Moğollar, emperyalistler, Yahudiler—Amerikalılar- [İslam dininin temel niteliklerinden uzaklaşma, değerli madenlerin tükenmesi, Avrupa’nın yeni kaynakları keşfi ve zenginleşmesi, ormanların tahribatı, çölleşme, tekerlekli araçların kullanılmaması…]- devam ediyor ve pek hafifleyeceğe de benzemiyor. Ortadoğu’nun çoğunu yöneten, baskıcı ve etkisiz devletler için, bu oyun, gerçekten de temel bir amaca hizmet ediyor: Hafifletemedikleri yoksulluğu açıklamaya ve yoğunlaştırdıkları zulmü haklı çıkarmaya yarıyor. Bu şekilde, mutsuz halkların artan öfkesini başka, dış hedeflere karşı saptırmaya çalışırlar.
Önemli olan nokta şudur: Eğer İslam özgürlük, bilim ve ekonomik gelişmeye maniyse, İslam toplumu geçmişte, yani Müslümanlar kendi inançlarının kaynak ve ilhamlarına bugün olduğundan daha yakın oldukları bir zamanda bu üç sahada nasıl öncü olmuştu? Bazıları cidden bu soruyu farklı bir biçimde sormuştur: “İslam, Müslümanalara ne yapmıştır?” diye değil “Müslümanlar İslam’a ne yaptılar?” diye sorulup suçu belirli hocalara, doktrinlere ve gruplara atarak cevap verdiler.
Avrupa’dan ithal ulusçuluğun yükselişi yeni algılar (geri kalmanın suçluları) üretti. Araplar yaşadıkları sorunların suçunu yüzlerce yıl boyunca kendilerini yöneten Türklerin üzerine atabildi.
Bu görüş genellikle Arap tarihçilerin en büyüğü olarak görülen İbn-i Haldun (1332-1406) tarafından paylaşılmaz. Ona göre Türklerin gelişi Allah’ın Müslümanlara bir lütfuydu ve onlara zayıflık ve çöküş döneminde güç ve yenilenme getirmiştir.
Her türlü müziğin ve özellikle Barı müziğinin günah olduğunu ve yozluğunu şiddetle ifade etmiş olan Ayetullah Humeyni bile yürüyüşler ve marşlar için bir istisna yapmaya hevesliydi.
Bir toplumda bir şeyler artık gizleyemeyecek veya görmezden gelinemeyecek kadar yanlış gitmeye başladığında sorulabilicek çeşitli sorular ortaya çıkar. Dün Avrupa bugün ise Ortadoğu için en yaygını şudur: “Bunu bize kim yaptı?” Bu soruya verilen cevap genellikle dış veya iç günah keçilerine, yani yurtdışındaki yabancılara veya yurtiçindeki azınlıklara suç atmaktır. Tarihlerindeki en büyük krizle yüz yüze gelen Osmanlılar farklı bir soru sordu: “Hata neredeydi?”
İstanbul patrikliğinin meşhur bir şekilde şunu söylediği rivayet edilir: Papa’nın külahındansa Türklerin sarığı yeğdir.
Batı’nın aksine Müslümanlar köleliği ve özgürlüğü siyasi metafor olarak kullanmıyordu. Geleneksel Müslümanlar için, tiranlığın zıttı serbesti değil adaletti. Bu bağlamda adalet, esasen iki şey demekti: Yönetici gaspla değil hakkıyla makamındaydı ve Allah (c.c.) kanununa göre ya da en azından bilinen ahlaki ve hukuki ilkelere göre yönetiyordu.
İslam’da, Sünniler ve Şiiler arasındaki en büyük bölünme bile, herhangi bir doktrin meselesinden değil, toplumun siyasi liderliğiyle ilgili tarihi bir ihtilaftan kaynaklanmıştır.
Çarpıcı olan husus elitlerin, kastların veya aristokrasilerin ortaya çıkışı İslam’a rağmen gerçekleşmiştir, bir parçası olarak değil.
Müslüman bir toplum sadece kadınları özgürleştirerek özgürleşebilirdi çünkü özgür bir toplum bütün mensuplarının özgür olduğu bir toplumdur.
Batı’da bir kişi piyasada para kazanır ve bunu iktidarı satın almak veya etkilemek için kullanır. Doğu’da kişi iktidarı ele geçirir ve bunu para kazanmak için kullanır. Ahlaki açıdan ikisi arasında bir fark yoktur, ancak ekonomi ve devlet üzerindeki etkileri çok farklıdır.
Bir toplumda bir şeyler artık gizlenemeyecek veya görmezden gelinemeyecek kadar yanlış gitmeye başladığında sorulabilecek çeşitli sorular ortaya çıkar. Dün Avrupa, bugün ise Ortadoğu için en yaygın şudur: Bunu bize kim yaptı?
Bu soruya verilen cevap genellikle dış veya iç günah keçilerine, yani yurtdışındaki yabancılara veya yurtiçindeki azınlıklara suç atmaktır.