İçeriğe geç

Mülkiyet Nedir? Kitap Alıntıları – Pierre-Joseph Proudhon

Pierre-Joseph Proudhon kitaplarından Mülkiyet Nedir? kitap alıntıları sizlerle…

Mülkiyet Nedir? Kitap Alıntıları

Özgürlük ise dokunulmazdır. Özgürlüğü ne satabilirim ne de devredebilirim; özgürlüğün devredilmesini veya askıya alınmasını konu alan her sözleşme her akit şartı hükümsüzdür..
Dolayısıyla bizler,hem aklımızın ebedi ve mutlak yasalarına ve hem de noksan gözlemlerin telkin ettiği,genellikle kusurlu olan ikincil kurallara göre muhakeme etmekteyiz..
Beni takip etmeye cesaret edin ve eğer niyetiniz salih ise, vicdanınız hür ise, şayet iki önermeyi bağlayıp bir üçüncüsünü çıkarabilecek kadar bile zekanız varsa, kuşkusuz fikirlerim sizin de fikirleriniz olacaktır.
Söz dalaşında kullanılan zeka savaşta kullanılan zekaya benzer : boşa harcanmıştır..
Neyin kendisi için iyi olduğuna dair sağlam bir hükme varmaktan henüz aciz olan halk, pohpohlandığı zaman ayrım gözetmeden kendisine en zıt fikirleri bile alkışlamaktan çekinmez.
Dini ihya etmek için baylar, kiliseyi mahkum etmek şarttır..
İşçi emeğinin ücretine malik değildir ve bu ücret mutlak biçimde denetleyemez. Sahte bir adaletle gözümüzün kamaşmasına izin vermeyelim: İşçi ürününün karşılığı verilen ücret, bitirdiği işin ödülü değil, yapacağı işin avansı, tedarikidir. Çünkü bir daha üretmeden tüketiriz: işçi günün sonunda ”Dünün borcunu ödedim; yarında bugünün borcunu ödeyeceğim, ” dese yeridir. Toplumun üyesi olan kişi, hayatın her anında borç içindedir, borcunu ödeyemeden de ölür: Nasıl olur da dişinden tırnağından artırabilir ?
Toprak kimin eseridir? Tanrı’nın. Öyleyse mülk sahipleri çekilip gitsin!
Ama toprağın yaratıcısı onu satmaz, bahşeder ve toprağı verirken şahıslar arasında ayrım yapmaz. Öyleyse aynı aile içinde neden kimileri ilk göz ağrısıyken kimileri piçtir? Pay eşitliği kadim bir hak iken, koşullardaki eşitsizlik neden türedi bir hak olarak önümüzde durmaktadır?
Biz sadece hislerimizin neyi istediğini ve zekâmızın neyi talep ettiğini biliriz;anlayamadığımız şeylere arzu duymayız ve algılama gücümüz ne kadar büyükse, üretme kabiliyetimiz de o kadar büyüktür.
Ve siz, iğrenç kanunların kahrolmuş kurbanları! Gülünç bir dünya sizi yağmalıyor ve hakaret ediyor! Sizin emeğiniz her zaman karşılıksız ve dinlenmeniz ümitsiz olmuştur, cesaretinizi kuşanın! Gözyaşlarınız sayılı!
Babalar ıstırap ekti, çocuklar neşe biçmeli!
Bugüne kadar adaletin adaletsizlik, eşitliğin eşitsizlik karşısındaki zaferi içgüdüyle ve salt koşulların zorlamasıyla kazanılabilmiştir; fakat toplumsal varlığımız ya düşünme yeteneğimiz sayesinde son bir zafer kazanacak veyahut da bir başka feodal karmaşaya sürükleneceğiz: ya aklımızın ürünü bir zafer kazanacağız ya da rezilliğimizin sonucu bir sefalet çukurunu boylayacağız.
Mülkiyet ilkesinin en feci sonuçları, aldıkları ücretler günlük geçimlerine anca yeten işçiler işten çıkarıldığı zaman ortaya çıkar: o vakit ne iktisat ne tasarruf ne de bir kenara ayrılmış küçük sermaye bu insanların bir gün fazla yaşamalarına yeter. Bugün atölye kapanır, yarın halk meydanlarda açlıktan inler, ertesi gün ya hastane köşelerinde ölüm ya zindanlarda tayın mukadderdir.
Tek tek emeğin karşılığını ödeyince kolektif emeğin karşılığını ödemiş olmuyorsunuz. Sonuç olarak, karşılığını vermediğiniz bir kamusal mülkiyet hakkı daima mevcut ve siz ondan haksız yere faydalanıyorsunuz.
Ne yani savurgan, basiretsiz veya beceriksiz bir yetkili devletin mallarını rızam olmadan satacak ve devletin vesayetinde olan ben devlet şurasında ne söz söyleme ne oy kullanma hakkı olan ben satışa muhalefet etmedim diye satış meşru ve yasal olacak! Halkın vekilleri, kamu varlığını har vurup harman savuruyor ve bunun telafisi de yok! Bana devlet eliyle satıştan payımı aldığımı söylüyorsunuz ama önce bir kere ben satmak istemedim ve satmak isteseydim de satamazdım çünkü böyle bir şeye hakkım olmazdı. Sonra bu satışın bana kar getiediğini de hiç görmedim. Vekillerim bununla birkaç asker kuşandırdılar, eski bir kaleyi onardılar, iftihar edecekleri pahalı, ama faydasız binalar diktiler, sonra da havai fişekler attılar, yağlı direkler diktiler: Benim kaybettiğimle kıyaslandığında bütün bunlar nedir ki?
Ya pasaport nedir? Seyehat edenin şahsıyla ilgili bir tavsiyename, seyahat eden ve sahip olduklarıyla ilgili bir güvenlik belgesidir. En iyi şeyleri yozlaştırmak tıynetindeki hazine, pasaportu ihbar ve vergilendirme aracı haline getirdi. Bu gezme hakkını satılığa çıkarmak değil midir?
Çalıştın eyvallah! Ama başkalarını çalıştırmadın mı hiç? Öyleyse başkalarının senin için çalışmakla kaybettiklerini sen onlar için çalışmadan nasıl kazanabildin?
Çalıştın amenna! İşine bir bakalım. Sayacağız, tartacağız, ölçüp biçeceğiz. Balthazar’ın hükmü olacak bu: Çünkü şu teraziye, düzece, gönyeye ant olsun, eğer başkasının emeğini, ne türlü olursa olsun iç ettiysen son dirhemine kadar geri vereceksin.
Tanrı yeryüzünü insan türüne bahşetti: Peki bana neden pay düşmedi? Tanrı doğayı ayaklarımın altına serdi ama benim başımı sokacak yerim yok!
Nasıl özgürlük ve eşitlik ararken köleliğin ve imtiyazlar sisteminin pençesine düştü yeniden? Yine eski rejimi taklit ettiği için.
İnsanın şahsiyeti kutsalsa eğer, bütün tıyneti
ve bilhassa içinde olup bitenler, duyguları, düşünceleri, iradi
kararları da kutsaldır. İşte bu yüzden felsefeye, dine, sanata,
zanaata, ticarete, özgürlüğün bütün ürünlerine saygı göstermek
gerekir. Saılt hoşgörü demiyorum, saygı diyorum; zira bir hakkı hoş
görmek değil, ona saygı göstermek gerekir.”
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Bölüşüm eşit olmadığı sürece bölüşenler birbirine düşman olmayı sürdürür ve anlaşmalar bu durumu sürekli düzeltmek için yapılır.
Böylece bir yanda yabancılık,eşitsizlik,uzlaşmazlık,savaş,yağma,katliam varken, öbür yanda toplum,eşitlik,kardeşlik,barış ve sevgi var:Artık hangisini seçerseniz.
Nüfus artışı geçimlerini sağlamak için insanları yavaş yavaş çalışmaya zorladığından emekçinin,emeğinin ürününün tek maliki olduğu kanaati resmen veya zımnen -nasıl olduğu önemli değil-yerleşti:Yani basitçe kimsenin artık çalışmadan yaşayamayacağı gerçeği ilan edilmiş oldu.Üründe eşitliği sağlamak için emekte eşitlik olması gerektiği ve emekte eşitliği sağlamak için de emeğin kullanacağı araçların eşit olması gerektiği sonucu buradan zorunlu olarak çıkıyordu.Biri çalışmazsa ve güçle veya hileyle başkasının geçimine el koyarsa eşitliği yok etmiş ve kendini yasanın dışına ve üstüne yerleştirmiş olurdu.Daha çok üretmek bahanesiyle üretim araçlarını tekeline almış kişi de eşitliği yok etmiş oluyordu.Eşitlik o dönemde hukukun ifadesi olduğu için, eşitliğe halel getiren kişi adaletsizlik etmiş oluyordu.
Tanrı yeryüzünü insan türüne bahşetti:Peki bana neden bir pay düşmedi?
Tanrı doğayı ayaklarımın altına serdi, ama benim başımı sokacak yerim yok!
Tanrı elçisi Pothier vasıtasıyla bize çoğalmamızı söylüyor.Ah bilge Pothier, söylemesi yapmasından kolay;kuşun yuvasını yapacağı çerçöp nerede!
İnsan türü çoğaldı;insanlar dünyayı ve arzın üstündeki pek çok şeyi aralarında paylaştılar:Her kişiye düşen pay o andan itibaren sadece kendisine ait oldu:Mülkiyet hakkının kökeni budur.
Mülkiyet hırsızlıktır.
Kendim zulmet içinde kalayım da tek halkın aydınlandığını göreyim; soylu ruhlar aydınlatsın halkı
Siyaset, özgürlüğün bilimidir: İnsanın insan tarafından yönetilmesi, hangi sıfatı alırsa alsın tahakkümdür; toplum, düzen ile anarşinin birliğinde en olgun haline kavuşur.
İnsan emeği kaçınılmaz olarak kolektif bir gücün ürünü olduğundan, her türlü mülkiyet de aynı sebeple kolektif ve bölünmezdir: Daha kesin bir ifadeyle, emek mülkiyeti yok eder.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
İşgücünün verimi herkes için aynı olduğundan, sömürü ve kira bedeli mülkiyetin sonunu getirir.
Mülkiyet toplumun intiharıdır.
Özgürlük anarşidir.
Tek tipliği yasa yapan ve eşitlikten aynılığı anlayan kamuculuk, baskıcı ve adaletsiz hale gelir. Despotizmi ve işgalleriyle mülkiyet sistemi de kısa zaman sonra baskıcı ve toplum karşıtı hale gelecektir.
Mülkiyet ister istemez despotluğu, keyfi yönetimi, şehvet düşkünü bir iradenin hâkimiyetini getirir: Bütün bunların mülkiyetin özü olduğu o kadar açıktır ki, ikna olmak için mülkiyetin ne olduğunu hatırlamak ve etrafımızda olup bitenlere bakmak yeterlidir. Mülkiyet kullanma ve keyfi kullanma hakkıdır. Şayet hükümet ekonominin ta kendisiyse, yani konusu üretim, tüketim, ürünlerin ve emeğin dağılımı ise, mülkiyet var oldukça hükümet nasıl mümkün olabilir? Eğer mal varlığı birilerinin mülkü ise, mülk sahipleri nasıl krallar, hem de –mülklerinin büyüklüğü ölçüsünde– despotik krallar olmasınlar? Ve eğer her mülk sahibi, kendi mülkiyet sahası içinde mutlak egemense, mülkün sınırları içerisinde dediği dedik bir kralsa, mülk sahiplerinin hükümeti nasıl düzensizlik ve kargaşadan başka bir şey olabilir ?
Mülk sahibi, hırsız, kahraman, egemen –zira bütün bu sözcükler eşanlamlıdır– kendi iradesini yasa olarak dayatır ve ne denetim ne de muhalefet tanır; yani aynı anda hem yürütme hem yasama erki olmaya soyunur.
Hikâyeye göre, 17. Yüzyılda Parisli bir burjuva Venedik’te kral olmadığını duymuş, adamcağıza şaşkınlıktan bir hâl gelmiş, bu kadar komik bir şeyin anlatılması karşısında gülmekten öleyazmış.
Önünde sonunda azınlık çoğunluk haline gelecek ve o basiretsiz despot da alaşağı olacak; koyduğu her yasa yok olmaya mahkûmdur.
İnsan ne kadar cahilse, itaati, yönetene duyduğu güven de o kadar mutlaktır.
Erdemlerin kıyası sonucu en güçlü olana en iyi gözüyle bakıldıkta, ihtiyar olan yerini güçlüye bırakmış ve krallık despotluğa dönüşmüştür.
“Peki öyleyse, demokrat mısınız?” – “Hayır.” – “Nasıl? Kralcı mısınız yoksa?” – “Hayır.” – “Meşrutiyetçi?” – “Tanrı korusun.” – “Öyleyse aristokratsınız?” – “Hiç de değil.” – “Karma bir yönetimden mi yanasınız?” – “O da değil.” – “Öyleyse nesiniz?” – “Anarşistim.”
Halkın düşünmeyi öğrenmesi gerekir.
Yanlış, saçma dogmaları öğretmekten ötürü her biri suçludur.
Bundan sonrası, görevi ve amacı hakikati açıklamak olan siz beyefendilere kalmış; halkı eğitmek, halka neyi umut
etmesi, neden çekinmesi gerektiğini öğretmek artık size düşüyor. Neyin kendisi için iyi olduğuna dair sağlam bir hükme varma Eskiden halk hekimle
büyücüyü birbirinden ayıramazdı, bugün de bilgin ile safsatacıyı
ayırmayı beceremiyor. “Her haberi düşünmeden benimseyenler,
derleyip toplayanlar, her söylentiyi hak belleyenler, bir yenilik
rüzgârı ya da çanıyla, havuzun sesine üşüşen sinekler gibi bir araya toparlanıverirler.
Haksızlığın mabedindeki sırlar açığa çıkmalı, eski ittifakın tabletleri kırılmalı ve eski dinin kutsal saydığı ne varsa domuz ağılını boylamalı.
Akıl etme yetisinin, hayvanlardan katbekat üstün olan toplumsal yükümlülük duygumuzun, iyi ve kötü bilincimizin ahlak söz konusu olduğunda hayvanlar ile insanlar arasında özde bir farklılık yaratmadığıdır.
Mülkiyet olanaksızdır, eşitlik ise mevcut değil. İlkinden iğreniriz, ama onu arzu ederiz; ikincisi bütün düşüncelerimize hâkimdir, ama onu hayata geçirmeyi bilmeyiz.
Son olarak mülkiyet kendi başına var olamaz, çünkü kendini üretmesi, etkinlikte bulunması için dışarıdan bir sebebe, güce veya hileye ihtiyaç duyar; başka deyişle, mülkiyet ile mülkiyet arasında denklik yoktur; bir yadsımadır o, bir yalan, bir HİÇTİR
Mülkiyet, mülkiyet karşısında aciz olduğu için olanaksızdır.
Ulus, hükümet denilen zengin mülk sahibinin kiracısı gibidir; toprağı kullanmak için ona vergi adı verilen bir kira öder. Hükümet savaşa girdiği her seferinde, sonuç ister zafer ister mağlubiyet olsun, ordunun techizatını yeniler, binalar inşa ettirir, kanallar kazdırır, bir yol açar veya demiryolu inşa eder, faizini vergi mükelleflerine ödettirdiği borçlara girer. Yani hükümet, üretim yatırımlarını artırmadan aktif sermayesini artırır, kısacası tıpkı az önce bahsettiğim mülk sahibi gibi sermaye yığar.
Mülk sahibi kendi yerine başkasını çalıştırır: Ebedi adaletin sesi siyasal iktisadın sermayeli üretim, vasıtalı üretim dediği şeydir. Aslında buna köleli üretim; bir hırsızın, bir despotun üretimi denmeliydi. Mülk sahibi üretiyor muymuş! Hırsız da “üretiyorum” diyebilir.
Ücretini harcayan emekçi, yok eden ve üreten bir makinedir; gelirini tüketen mülk sahibi ise dipsiz bir girdaptır; sulanıp duran kum, tohum atılan bir kayadır.
Mülkiyet ayrıcalıkların ve despotizmin en başlıca sebebi olduğundan, cumhuriyetçi yeminin biçimi değiştirmelidir. “Kraliyete lanet okuyorum” yerine, gizli bir topluluğun yeni üyesi “mülkiyete lanet okuyorum” demelidir.
Mülkiyet var olduğu sürece, ne kadar yoksul öldürürsek, o oranda yoksul yeniden ortaya çıkar.
Erkekleri iktidarsız kılmak gerekir.
Fakirlik daima var olacaktır! Evet, yalnız mülkiyet var olduğu sürece.
Fakirliğin, aşırı nüfustan kaynaklandığını zanneden çağdaş iktisatçılar, bütünüyle nüfus artışını kısıtlamaya odaklanmış durumdalar. Kimileri fakirlere evlenme yasağı getirilmesini savunuyor. Böylece dini bekârlığın aleyhinde o kadar atıp tuttuktan sonra, ister istemez hovardalığa kayacak olan mecburi bir bekârlığı öneriyorlar.
Milletlerin dünyevi iktidarları kâh zenginlere vergi saldı, kâh fakirleri sürdü veya hapsetti; yani bir tarafta mülkiyet hakkına tecavüz, diğer tarafta ise medeni hakların ölümü ve katliam yollarına başvurdu.
Fakirlik nüfustan bağımsızdır.
Napolyon da bu derde çare bulmak ister: Onun fikri de hapse atmaktır. Böylece,’ diyordu Napolyon, ‘zenginleri dilencilerin sırnaşıklığından ve rezil fakirliğin mide bulandırıcı görüntülerinden kurtarmış olacağım.’” Ne âlicenap adam!
Mülkiyet var olduğu sürece nüfus ne kadar düşük tutulmaya çalışılırsa çalışılsın, daima ve ister istemez aşırı olacaktır. Her çağda nüfusun aşırılığından şikâyet edilmiş, mülkiyet her dönemde fakirlik tarafından tehdit edilmiş, fakirliğin tek sebebinin mülkiyet olduğu anlaşılmamıştır. Keza fakirliği ortadan kaldırmak için düşünülmüş yolların çeşitliliği kadar hayret uyandıracak bir şey daha yoktur. Vahşetin ve saçmalığın birbiriyle yarıştığı bir alandır bu.
Bugün atölye kapanır, yarın halk meydanlarda açlıktan inler, ertesi gün ya hastane köşelerinde ölüm ya zindanlarda tayın mukadderdir.
Fakat bugün ne kadar çalışılıyorsa yarın o kadar işsiz kalınır; ne kadar gülünürse o kadar ağlanacaktır. Mülkiyet rejimi altında sanayinin semeresiyle ancak cenaze çelengi yapılır: Çalışan işçi de kendi mezarını kazıyordur.
Bin işçi çalıştıran ve her birinin üzerinden günde bir sou kazanan bir imalatçı, bin işçiyi sefalete sürükleyen biridir; kâr sağlayan herkes açlıkla yoksullukla işbirliği içindedir. Ama halk, mülk sahibi yüzünden kendilerini açlığa sürükleyen işi de her zaman bulamıyor. Neden? Çünkü işçiler, ücretlerin yetersizliği sebebiyle iş için birbiriyle yarışırlar ve kıtlıkla tükenmeden önce rekabetle birbirlerini tüketirler.
Emekçi halk ne dokuduğu kumaşları, ne imal ettiği mobilyaları, ne işlediği metali, ne yonttuğu mücevheri, ne de hakkettiği gravürü satın alabilir; ne ektiği buğdaya, ne ürettiği şaraba, ne yetiştirdiği hayvanın derisine sahip olabilir; inşa ettiği evlerde oturmasına, sahnelenme masraflarını karşıladığı gösterileri izlemesine, vücudunun talep ettiği dinlemeye izin yoktur. Peki neden? Çünkü bütün bunlara kavuşması için, bedelini ödemesi gerekir ve getiri hakkı buna müsaade etmez. Emekçi fakirliği yüzünden hayran kaldığı gösterişli mağazaların tabelasında büyük harflerle yazılmış şu yazıyı okur: BU SENİN ESERİNDİR AMA SAHİP OLAMAZSIN: Sic vos non vobis!
İşçi toplumsal hiyerarşide alt sıralara düştükçe zahmetinin de arttığını görür: Halkın en aşağı sınıfındakiler resmen çıplak bırakılırlar ve diri diri yenirler.
Girişimci olan benim, ilk pay benim
Çalışan benim, ikinci payı alırım
Sermayedar benim, üçüncü payı da alırım
Mülk sahibi benim, hepsini ben alırım !
Eşeğin yükü ağırsa yere serilir, insan ilerlemeye devam eder. Mülk sahibinin pek iyi bildiği bu yılmaz cesaret, onun vurgunculuk umutlarının dayanağıdır. “Özgür işçi on üretiyor, benim için on iki üretecek,” diye düşünür.
Mülkiyet olanaksızdır, çünkü mülkiyet
varken toplum kendi kendini tüketir.
Nedir askere alma? Hükümetin ailelere beklenmedik bir anda tatbik ettiği bir mülkiyet akdi, bir insan ve para gaspı. Köylüler oğullarını askere göndermekten hazzetmezler: Bu konuda onlara kusur bulamam.
Mülkiyet olanaksızdır, çünkü cinayettir.
Çiftçinin ailesinin genişlemesi, çalışan sayısının çoğalması, işletme kaynaklarındaki artış, üretimi artıran muhtelif sebepler; bütün bunlar mülk sahibini ilgilendirmez. Mülk sahibinin talepleri, başkalarının üretim gücüne değil, kendisinin üretim kapasitesine göre ölçülmelidir. Mülkiyet getiri hakkıdır, yoksa kelle vergisi değil. Tek başına dört dönüm bile ekemeyecek biri, sırf mülkü 10.000 hektar diye nasıl olur da kendisinin üretebileceğinin on bin katını toplumdan talep edebilir? Bir borcun miktarı nasıl olur da mülk sahibinin edindiği faydaya göre değişmek yerine, borçlananın gücü ve yeteneği oranında artabilir? Öyleyse ekonomiyle ilgili şu ikinci yasayı kabul etmemiz şarttır: Getiri, mülk sahibinin üretim payıyla ölçülür.
Ne yaparsa yapsın, mülk sahibinin konumu atıl ve nankör bir konumdur; ancak mülk sahibi olmayı bırakmadan tahrip ve israf etmeyi de bırakamaz.
Ama bunlar mülkiyetin sebep olduğu zararların en hafifleri daha. Toplumun illa ki tembelleri barındıracağını düşünebiliriz; nasıl ki körler, sakatlar, deliler ve ahmaklar daima olacaksa, toplum birkaç tembeli de pekâlâ besleyebilir. İşte olanaksızlıkların çetrefil hale gelip yoğunlaştığı yer de burasıdır.
Savaş galibi bir ulusun mağlup bir ulustan kestiği vergi tam bir toprak kirasıdır. 1789 Devrimi’nin feshettiği ondalık vergi, meşruta, angarya vb. derebeylik hakları, mülkiyet hakkının farklı biçimleridir ve soylular, senyörler, arpalıklı papazlar, lehtarlar vb. sıfatlarla bu haklardan yararlananlar tam da mülk sahibi insanlardır. Bugün mülkiyeti savunmak devrimi reddetmek demektir.
Mülkiyet, başkasının emeğine, çalışmasının getirisine, başkasının malına keyfince el koyma ve bunlardan yararlanma hakkıdır.
Mülk sahibi ile çitçi arasında ne bir değer ne hizmet alışverişi vardır. Öyleyse, aksiyomda dile getirdiğimiz gibi çiftlik kirası tam bir getiridir, sadece dolandırıcılığa, bir tarafın uyguladığı şiddete ve öbür tarafın cehalet ve acziyetine dayanan bir gasptır.
Aletler ve sermaye ve toprak ve emek ayrı ayrı, soyut olarak ele alındıklarında ancak mecaz anlamıyla üretkendirler. Aracının hizmeti için, toprağının verimi için getiri hakkını talep eden mülk sahibi, demek ki hepten yanlış bir şeyi, yani sermayenin kendi başına bir şey üretebileceğini varsayıyor. Bu hayali ürünü için para alırken de düpedüz hiç yoktan bir şey kazanıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir