Necip Fazıl Kısakürek kitaplarından Moskof kitap alıntıları sizlerle…
Moskof Kitap Alıntıları
Maddeler ve mânalar, insanlar ve dâvalar arasında olduğu gibi, toplumlar ve milletler arasındaki zıtlığa, buz dağı ve yanardağ derecesinde en keskin örnek, Moskofla Türk Tarih böyle bir zıtlığı hiçbir milletle hiçbir toplum arasında ve hiçbir zaman ve mekânda kaydetmedi.
Protestanların hâmisi İngiltere,
Katoliklerin hâmisi Fransa,
Ortodoksların hâmisi Rusya,
Müslüman – Türk’ün hâmisi hiç kimse ve düşmanı herkes..
Bir gâvurdan alınan İslâm dersi önünde ne kadar ağlasak, çırpınsak, dövünsek azdır.
Camilerde güvercinler ağlıyor ama vezirlerin, mümin geçinenlerin gözleri kupkuru
Kendisini sakınmasını söyleyen kızkardeşi Natali’ye Deli Petro’nun cevabı; ben senin öğütlerini tutuyor ve güllelere karşı gitmiyorum! Ne yapayım ki onlar bana doğru geliyorlar! Sen onlara emret de üstüme gelmesinler!
Moskof keferesinden intikam alamayan merhum Alemdar Ali ağanın ruhuna fatiha
Devletgiray: Mengeligiray’ın torunu En büyük hususiyeti Moskova’yı 41 gün muhasaradan sonra düşürmesi, hazinelerine el koyması ve Moskof’u Kırım hanlarına haraç vermeye ilk defa zorlamış olması Arada bazı Giray’lar daha gelip geçiyor, bunlardan Gazigiray Kerman kalesini bina ediyor ve Türk edebiyatında en sağlam kaleden daha dayanıklı, meşhur kahramanlık gazelini yazıyor:
Râyete meyledeni
Kameti dîlcû yerine,
Tuğa dil bağlamışız
Kâkül ü hoşbû yerine.
İçeriz düşmanı dinin
Kanını su yerine
Moskof, Küçük Kaynarca muahedesiyle, bizim bu mânalara kavuşmamızı önlemek yolunda, tepemize, bir nevi vekili geçindiği Batı ve Hristiyanlık dünyasının yumruğunu indiren can düşmanımız, vücut hikmeti rakibimiz olduğunu göstermiş bulunuyor ve bu gerçeği Yavuz Sultan Selim’in torunlarından Üçüncü Mustafa o kadar derinden seziyor ki, Yavuza eş olması imkânsız yüreğinin çatlamasını önleyemiyor.
Ruslar Küçük Kaynarca’da Türklere : — Boşuna tartışmaya lüzum görmüyor ve size söz hakkı tanımıyoruz! Evet mi, hayır mı? Hepsi o kadar!.. Der gibi her şeyi 7 saat içine sokmuşlar ve bu 7 saat içinde Osmanlı İmparatorluk ağacının, Tuna’dan Nil ırmağına ve Dicle’den Don nehrine kadar çevreleyen gövdesini baltalamaya muvaffak olmuşlardır. 28 maddelik anlaşmanın en can yakıcı 7 maddesi:
1 — Kırım Türkiye’den ayrılarak istiklâle kavuşturulacak (Kırım gitmiştir).
2 — Dinyeper ve Buğ nehirleri arasındaki büyük saha Ruslara bırakılacak (Moskof’un cenup yayılış bölgesi sağlanmıştır).
3 — Azak, Yeni kale, Kerç, Kalburun kaleleri Rusya’ya verilecek (Karadeniz elden çıkmıştır).
4 — Ruslar, Karadeniz ve Akdeniz’de ve diğer Türk sularında ve limanlarında serbestçe ticaret yapacaklar, Fransa ve İngiltere’ye verilmiş olan kapitülasyonlardan faydalanacaklar (Batılı imtiyazı sineye çekilmiştir).
5 — Ruslar, gerekli gördükleri her yerde konsoloshane açabilecekler ve İstanbul’da devamlı oturan bir elçi bulunduracaklar Rus konsoloslarına da Fransa ve İngiltere konsoloslarına verilen haklar tanınacak (Vesayet altına girilmiştir).
6 — Ruslar, Osmanlı uyruğunda olan Ortodokslarla Eflâk ve Buğdan beylerinin haklarını koruyacaklar (İç işlerimize müdahale kapısı açılmıştır).
7 — Osmanlı devleti, Rusya’ya üç taksitte ödenmek üzere 15 bin kese akçe savaş zararı ödeyecek (Nakdi ceza da cabası).
İşte, «Küçük Kaynarca» isimli, Türk’e: — Sen erken bunama» hastalığına uğramış, zavallı bir mirasyedisin!.. Haddini bil ve servetinin Rusyayı ilgilendirici fazlalarını ver! Ondan sonra da çarene bak! Şeklinde bir idam fermanı çıkaran muahede ve onun gerçek mânası!..
Kırımgiray Han bu arada Rusya içerilerine dalmış ve bazı Osmanlı birlikleri de Özi suyunu geçerek Rusları sıkıştırmış, Serdar-ı Ekrem ordusu da Hotin taraflarında görünmüştü ama, kaç para eder? Bu kadarı, ciğerimizi sökmeye gelen birinin, bir aralık yakasını çekebilmiş olmakla övünmekten farksız Cevdet Paşa’ya göre, Katerina’nın şansına özi suları taşıyor, Osmanlı birlikleri bu yüzden bölünüyor, cephane ve silâhlar suyun dibine gidiyor; tam o sıralarda Kırımgiray Han da ölüp yerine gevşek biri geçince, Petersburg’ta telaş ve ihtilal alametleri başlamışken Ruslar toparlanıyor ve üzerimize çullanıyor. Bakın tarihçilerimiz tesellilerini nerelerde aramaktadırlar. Basit hatlarını iktibaslarımızla bildirdiğimiz ve ayrıca nakle lüzum görmediğimiz 1768-1774 seferini, tarihimizde, Moskof yumruğuna hedef olduğumuz ilk «Büyük Bozgun» kabul edebilir; ve bu hareketi, II. Katerina tarafından Türk’ü yeryüzünden kaldırmak için girişilmiş birkaç koldan ve topyekûn bir hareket bilmenin kıymeti üzerinde durabiliriz. Artık Moskof ayısı, ininin deliğini, Büyük Petro’nun tabiriyle «Avrupa’ya karşı bir pencere» şeklinde iyice genişletmiş, âşık olduğu Batı medeniyetinin yıldızlı semasına tam birbuçuk asır sonra «Kızıl Yıldız»ı oturtmak üzere yol bulmuş ve yine tam birbuçuk asır devam edecek bir hedef halinde Türk’e ve Türk’ün şahsında İslâmiyete nişan almıştır.
Büyük Petro 1725’de ölünce, yerine Birinci Katerina namıyla karısı başa geçti. Prut kahramanı, mahut Katerina Arkasından torunu İkinci Petro onun da ardından kızı Anna Ve bütün bunlar Petro’nu ölümünü takip eden 5 yıl içinde olup bitti. İstanbul’da Üçüncü Ahmed’in düşürüldüğü yıl, Petro’nun kızı Anna «Bütün Rusların imparatoriçesi» tacını giydi Bu üç hükümdarın da yolu, daha sonra geleceklerin kıl kadar fark göstermeden takip edecekleri iz olarak, Büyük Petro tarafından çizilen rotadır.
Eşrefin İran şahlığı tasdik edildi. Büyük Petro, uyku tatili bile yapmayan ırgat misali çalıştığı bu hengamede, Nevşehirli İbrahim Paşa Türkiyesinin ne hal aldığını yakından görmüş ve tek tek Prut anlaşmasının maddelerini çiğnemeye başlamıştı. İstanbul’a bir murahhas göndermiş ve ona, Bâbıâliye hitaben şu sözü söyletmişti:
— Biz Prut’da mağlup ve mecbur olduğumuz için sulh yaptık. Bugünkü vaziyetimiz o değildir. İstanbul’da sefir bulundurmamızı yasaklayan maddeyle devletler arası haysiyetimiz kırılmıştır. Eğer anlaşma yenilenmez, İstanbul’a elçi göndermemiz kabul olunmaz, öbür maddelerde de değişiklik yapılmazsa kılıca sarılacağımızı biliniz! Sefirin bu teklifleri, Moskof’un Lehistan’a müdahale hakkına kadar kabul edildi ve Prut Anlaşması paramparça edilmiş oldu. Buyurun şanlı neticeyi, Baltacı Hazretleri! Bu, daha başlangıç!..
Sâdabat bahçelerinde sırtlarına mumlar dikilmiş kaplumbağalar gezerken, Petro, gözlerini, Türkiye’yi geriden meşgul etmesine çalıştığı İran’a yöneltilmiş bulunuyor. İran’da Sünnî-Şii boğuşması Safevi hükümdarı Şah Hüseyin, İran sünnilerini zorla şiî yapmak sevdasında Kafkasya ve Şimalî İran sünnî Müslümanları Babıâli’nin tokmağına sarılmış: — Bizi kurtarın! Diye haykırıyor. Doğuda Ergan sünnileri de isyanda. Bunların başına geçen Mahmud Hân Kandihar’ı zaptedip hükümdarlığını ilân etti ve Efganistan’ın temelini attı. Derken Şah Hüseyin’in üzerine vardı ve onu esir aldı. Şah Hüseyin’in oğlu Tahmasp ile muharebe devam ediyor. Büyük Petro için tam fırsat Kafkasya’ya girdi ve Derbent ve Baku taraflarım aldı. Artık buna da mı göz yumulacak?.. Osmanlı devleti de karşı davranışa geçti ve Hoy, Kirmanşah üzerinden Kafkasya’ya girdi. Bu durum, taraflar arasında yeni ve büyük bir cengi körükleyebilir. Ama iki taraf da hazır değil Hele Türkiye, hazırlığa bile hazırlanamaz.
Raşit Tarihinin «Padişah-ı Eflâtun şuur: Eflâtun akıllı Padişah» diye kaydettiği Üçüncü Ahmed, bütün bir iç temizliği içinde, zevk ve sefahat damarlarından kolayca yakalanabilecek ve tamamen şuursuz kılınacak, insanlık ve cemiyet dâvalariyle alâkasız bir Sultandır. İlâhi takdir, onu, Moskof u tasfiye etmek şerefinin yanı başına getirmişken bu kahramanlığı elinden almış ve «vur patlasın çal oynasın!» devrinin sultanlığına lâyık görmüştür.
— Çar kendi kötü işlerinin belasına uğrayıp ağaç yapraklarını yemeye mecbur kalmak derecesinde sıkıntılara düşünce, âmân dilemeye kalktığı ve Azak kalesini geri vermeye razı olduğu için (af, zaferin zekâtıdır) ölçüsüyle ricası kabul olunmuş ve salıverilmesi Padişahımızın keremli mizacına uygun düşmüştü.
(Salâberri) : «— Rus ordusu perişan olacağı bir sırada Sadrâzamın anlaşmayı kabul etmesini yalınız tamah hissine bağlamak yanlıştır. Baltacı, askerlik tecrübelerinden yoksunluğu, mütereddid yaratılışı ve neticede sorumlusu olacağı harp talihinden korkması yüzünden buna karar vermiştir.»
(Karl Ritter Von Saks) : «— Sadrâzam Baltacı Mehmed Paşa Rus ordusunu mahvetmek elimleyken hiçbir şey yapmayarak Çariçe’nin rüşvetlerine kapıldı. Petro ile Prut’ta bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma vâkıâ Rusya için zararlıydı; fakat askeri vaziyet dikkate alınsa hiç de ağır değildi.]»
(Hammer) şöyle yazıyor : «Rus ordusunun bulunduğu ümitsizlik hali nazara alınacak olursa görülür ki, Ruslar için gayet ağır olan Prut Muahedesi Osmanlılar için daha ağır olmuş, Babıâli büyük harp hazırlıklarında bulunduktan sonra bu seferle, ancak muvakkat bir faide, şüpheli bir zafer kazanabilmiştir.»
Ahmed Refik tarafından (Valizevski) nin «Büyük Petro» eserinde tespit edildiğine göre, Çar, bundan evvel bütün harplerde Rusların eline geçmiş ne kadar kale ve toprak varsa hepsini birden geri vermeye ve bütün şimali kıyı şehirlerini İsveç’e bırakmaya, (Petersburg) dan içerilere doğru Rus topraklarından bir kısmını bile gözden çıkarmaya Polonya’dan el çekmeye ve (Lesçinski) nin tekrar Lehlilere baş olmasına, ayrıca Osmanlı Padişahına büyük servetler takdimine razıydı. Ama?.. iki kolunu ve iki bacağını vermeye razı iken tırnağını vermekle kurtuldu.
Deli Petro’yu Baltacı’nın baltasından kurtaran bizzat Baltacı’dır.
Eğer bu zavallı, işlediği suçun mahiyetine nüfuz edebilseydi, kahrından ölürdü.
Baltacı, Büyük Petro’yu zararsız hale getirmeye muvaffak olduktan sonra Moskof’un gidişine (stop!) diyebileceği gibi, hiç olmazsa onun serbest bırakılmasını pek ağır pahalara ödetebilir, bizzat Petro’yu eserine başlamamış ve artık eserini yürütemez hale getirebilirdi. Bu kadar bile yapılamamış ve Büyük Petro, kazandıklarını değil de, Osmanlılardan kopardıklarını, muvakkat bir zaman için geri vermekle, şahsının ve milletinin canını kurtarmıştır. Onun ve Moskof’un İslâma ve Türklüğe zıt ve düşman gelişmesini bizzat Müslüman ve Türk, Baltacı Mehmed Paşa korumuştur.
Baltacı’nın özürlerinde, suçuna suç katmaktan başka hiçbir şey yoktur. Rusya onun sayesinde Rusya olacak ve Türk’ü yumruğu altına alacaktır.
«yılanı öldürsem yavrularını kim besler ve yılan neslini kim üretir?» gibi bir şey!.. Öldür ki, neslini besleyen olmasın, nesli kurusun!..
Baltacı Mehmed Paşa, gerek Onikinci Şarl’a, gerekse yakınlarının suallerine karşı verdiği cevaplarda kendisini 3 nokta üzerinde savunur ve özürlerini bu noktalar üzerine bina etmeye savaşır:
1 — Âmân dileyene kılıç çekilmez, İslâm Şeriatı buna emreder.
2 — Çarı yok etseydim, memleketini kim idare ederdi?
3 — Deli Petro, anlaşmaya gidilmediği takdirde bir yarma hareketine girişmeye kararlı olduğuna göre, ya bu yarma hareketi muvaffak olsaydı da 10 küsur yıl önceki Viyana bozgunu gibi bir felâket meydana gelseydi ne olurdu? Birinci madde: Mukaddes şeriate, onda olmayan mânâları isnat, böylece şeriati istismar ve nefsanî hallere âlet etmek, kaba softa ve ham yobazın birinci (karakteristik) şiarı olduğu gibi, dâvayı hudutsuz bir cehalet ve hamakatle tersine çevirmenin, dolayısiyle şeriata ihanet etmenin en acıklı şeklidir.
Şeriatin «aman dileyene kılıç çekilmez!* ölçüsü, mağlûp, âciz, pişman, samimî olana ve artık bir daha eski haline dönmeyeceği emin bulunana aittir. Deli Petro ise mağlûp olmak üzereyken bu vaziyetten kurtarılmış acizlikle hiç alâkası yok; ne pişman, ne samimi, sadece eski halinde devam etmek için düştüğü çukurdan çıkmaya bakan su katılmamış bir gâvur olduğuna göre Karlofça Muahedesi sıralarında Müslümanları «kâfirler» diye anan bu gâvura İslâm Şeriatinden, nasıl, hangi iman ve itikatla imdat umulabilir?.. Koca Hazret-i Ömer’in Bedr Gazasında bütün kâfirleri kılıçtan geçirmek gerektiği içtihadı ortada ve îslâm tarihi hem âmân kabul edileceği, hem edilmeyeceği şekilleri gösterir misallerle doluyken, «kurtul da İslâmı rahat rahat ez!» gibilerden bir edaya şeriatten nasıl senet istenir?
Baltacı Mehmed Paşa Kralın geldiğinden haberdar edilince, Mustafa Paşa’yı gönderdi ve Krala (hoş geldiniz) selâmını yolladı. Mustafa Paşa Sadrâzamın selâmını iblâğdan sonra, Baltacı Mehmed Paşa’nın şu anda fevkalâde meşgul bulunduğunu, Rus askerlerinin çekilmelerini takib ettirdiği gibi, Türk ordusunun da kalkması için tedbirler almakta olduğunu söyleyerek, efendisinin Kralı selamlamaya gelemeyişinden ötürü özür diledi. Mustafa Paşa’nın söylediğine göre, şayet Kral otağa kadar gelmek zahmetine katlanırsa, Sadrâzam bundan fevkalâde memnun kalacaktı. Şarl zaten Baltacı Mehmed Paşa ile görüşmeyi arzu ettiğinden, ata binerek nehrin sağ sahiline —atını yüzdürerek— geçti. Kral, Sadnâzamın çadırına gitmeden önce, Devletgiray Hanın otağına uğradı. Fakat Hanı bulamadı; bunun üzerine Baltacı Mehmed Paşa’nın çadırına doğru gitti. Sadrazam İsveç Kralının gelmekte olduğunu öğrenince, yanına birçok yüksek rütbeli ağaları alarak, ata bindi ve Kralı karşılamaya gitti. Baltacı Mehmed Paşa ve maiyeti Şarl’ın yaklaşmakta olduğunu görünce, bir tarafa çekilmişler, atlarını durdurarak Kralın gelmesini beklemekte idiler. Şarl birazdan oraya gelirce, Sadrazam çok aşağıdan bir temenna yapmak suretiyle Kralı selâmladı; selâmlıyanın Sadrâzamın ta kendisi olduğu söylendiği halde, Şarl buna hiç ehemmiyet vermedi; Sadrazamı görmemezliğe geldi, başçadıra doğru yoluna devam etti; otağa gelince atından indi, çadıra girdi ve en baş köşedeki koltuğumsu bir yere oturdu. Kralın üstü başı toz ve çamur içinde idi; hele çizmeleri toz toprakla örtülü idi; uzun bir yol katettiği ve üstbaşını temizlemeye vakit bile bulamadığı açıkça görülüyordu. Şarl çadıra girince, orada bulunanlara, Sadrâzanun nerede olduğunu sormakta iken, Baltacı Mehmed Paşa Devletgiray Hanın refakatinde içeriye girmiş bulunuyordu. Sadrazam ve Devletgiray Han Kemali hürmetle temennada bulundular. Kral ise hafifçe şapkasının kenarına elini dokundurmak suretiyle mukabele etti. Baltacı Mehmed Paşa ile Kral Onikinci Şarl arasındaki meşhur görüşme işte bu şekilde başlamıştı.» Bu teferruat, Türk’ün yumruğuna açık bırakıldığı ikinci devrede, Baltacı’nın hem de ecnebi bir hükümdar tarafından hesaba çekilişini göstermesi bakımından gayet kıymetlidir. İktibasımıza devam ediyoruz: «Bu mülakatta neler görüşüldüğü teferruatıyla bilinmiyorsa da heyet i umumîyesi itibariyle, gerek Kralın ve gerek Sadrazamın neler söyledikleri malûmdur. Çünkü bu mülakatta hazır bulunan (Savary), enteresan kayıtlar bırakmıştır. Halbuki bizim kaynaklarda verilen malûmat gayet azdır. Diğer taraftan (Ponyotovski) de, gerek o sıralarda yazdığı mektuplarında ve gerek bilahare tertip ettiği (Haşiyeler) inde bu meseleye hiç temas etmiyor; halbuki, kaleminden çıkan malûmat bizi yakından alâkadar ederdi. Bu suretle ortada en mühim kaynak olarak (Savary) nin yazısı kalıyor. Mamafih bu yazının mezkûr vak’adan 20 yıl sonra kaleme alındığını nazar-ı itibara almak gerektir. Nihayet mülakattan üç gün sonra kaleme alınan (Von Kochen)in (Daçbok)undaki bazı enteresan malûmatı da göz önünde bulundurmak icab eder. Bunlara, bizim kaynaklardaki, az da olsa, bazı kayıtları da katmak suretiyle bu meşhur görüşme hakkında oldukça doğru bir fikir edinecek durumdayız. Baltacı Mehmed Paşa’nın emriyle fuzuli kimselerin çadırı terk etmelerinini müteakip, Şarl sözüne devamla:
— Burada çok güzel bir ordu toplanmıştır! Dedi.
Baltacı Mehmed Paşa : — Allah’ın yardımı ile bunu yapabildik. Cevabını verdi.
Kral: — Ne yazık ki, bu ordudan lâyıkı veçhile istifade olunamamıştır!
Sadrazam : — Artık bu orduya ihtiyaç kalmadı, zira arzu edilen her şeyi elde ettik.
Bu arada kahveler geldi; kahve faslı bittikten sonra, Şarl tekrar söze başladı. Sadrâzamın, Padişahın kendisine (yani Krala) verdiği sözün hilâfına olarak, Kralın ve Padişahın haberleri olmaksızın Ruslarla sulh akdettiğini ve Babıâli ile kendisi arasında mevcut dostluğa ve anlaşmaya bakmaksızın, İsveç’in menfaatlerinin katiyen gözetilmemiş olduğunu, yalnız İsveç’in değil, Devlet-i aliyyenin bile menfaatlerinin ihmal edilmiş olduğuna, Çarın ve Rus ordusunun düştüğü feci vaziyet nazarı itibara alınarak sulh akdedilirken bu kadar ehemmiyetsiz şartlarla iktifa edilmemesi lâzım geldiğini, Ruslardan şimdikinden daha büyük menfaatler koparmak imkânı olduğunu, hattâ Devlet-i aliyyenin zararına var kuvvetiyle çalışmış olan Rus Çarını, ailesi ve bütün ordusu ile birlikte esir olarak Padişahın ayağına göndermek mümkünken, bunun yapılmadığını, Baltacı Mehmed Paşa’ya birer birer söyledi. Baltacı Mehmed Paşa Kralın bu ithamlarına şu tarzda mukabelede bulundu :
— Eğer herhangi bir düşman âmân diler ve harbe sebep teşkil eden cihetlerin tamirine muvafakat ederse, Türk kanunlarına, yani şeriate göre o düşmanın (Çarın) tekliflerinin kabul edilmesi icap eder. Çünkü Çar, sulh akdederken, bizim arzu etmiş olduğumuz bütün şartları kabul etmiştir.»
Kafası baltayla kesilmeye lâyık Baltacı’nın, bir de insan havsalasını yakacak bir sözü var:
— Eğer ben Deli Petro’yu esir veya yok etseydim, memleketini kim idare ederdi
Demirbaş Şarl Prut muahedesinin imzasından 1 gün önce aldığı bu mektup üzerine hemen atına atladı ve maiyetine aldığı kişilerle beraber, gece ve gündüz dört nala giderek 150 kilometrelik bir mesafeyi 24 saatte kesti. Kurat’tan takip edelim: «Kral şu manzara ile karşılaştı: Nehrin Öbür tarafındaki ova ufuklara kadar Türk çadırları tarafından işgal edildiği gibi, uzakta ormanlık sahaya yakın sağ köşede Tatar çadırları da görünüyordu. Çadırlar arasında karınca gibi insan kalabalığı mevcuttu; fakat Rusların bulunması lâzımgelen saha boştu. Bundan Rusların gitmiş oldukları anlaşıldı. Ta uzakta Rus kıtalarının ardçı kısımları görünür gibiydi. Kral bunun farkına varınca birdenbire şaşırır gibi oldu ve izahat almak için kendi adamlarının gelmesini beklemeğe başladı.» «Kral bu suretle Türklerle Ruslar arasında bir uzlaşma akdedildiğini ve buna kendisinin idhal edilmediğini öğrenmiş oldu. Bu haber üzerine Kralın fevkalâde müteessir olduğunu kolayca tahmin edebiliriz; çünkü Şarl bu sefere bütün ümitlerini bağlamış ve zaferden sonra bütün emellerine kavuşacağını ummuştu. Halbuki durum hiç beklenilmeyen bir inkişaf arzetmekte idi; Türkler vâkıâ zafer kazanmışlardı; fakat bu zaferden İsveç için bir menfaat temin edilmek: şöyle dursun, hattâ Kralın şahsını doğrudan doğruya mutazarrır edecek maddeler bile vardı. İlk anda çok müteessir olmasına rağmen Kralın çabucak kendisini topladığını ve vaziyeti kendi lehine döndürmek için teşebbüste bulunmaya karar verdiğini görüyoruz.
Baltacı, 6 saatlik mütareke hükümlerine o kadar sadıktır ki, o sırada atlarına ot aramaya çıkan Rus ordusundan iki İtalyanı esir ettikleri için birkaç Tatarı hemen cellâda teslim ve İtalyanları saygı ile Ruslara iade etmiştir.
Katerina’nın bizzat Baltacı Mehmed Paşa’nın çadırına giderek Türk Başkumandanına yalvarması kat’iyyen varid değildir. Bu hususta söylenen sözlerin hiç bir esası yoktur»
İlmî ve fikrî gerçek teşhis şudur ki, Katerina, patlamak üzere bir dinamit fitilinin üstüne su küpünü deviren ve böylece patlamaya mâni olan bir çocuk kadar şahsiyle ele alınmaya değersiz olsa da, vesile teşkil ettiği büyük hadise bakımından son derece ibret vericidir. O Türk’ü yok etme plânının en uzak ve yabancı şahsı, sonunda o plânın gerçekleşmesi şartını keşfeden insan olmuştur. Kader cilvesi!..
Katerina’nın, taçlı fahişe denilecek kadar hafifmeşrep, fakat son derece derin seziş ve gayet sert bir irade sahibi olduğu muhakkak
Ânî buluşu ve (moral) şahlanışıyle, bilmeden, Moskof’un Türk yumruğundan sıyrılış ve Türk’ün Moskof yumruğu altına giriş çığırını açan Katerina kimdir?
Livonya’lı [Letonyalı] köylü kızı bir piç Babası ortada olmadığı için 14 yaşına kadar onu bir papaz terbiye etmiş Ondördünden sonra (Glûk) isimli, yine papaz, bir protestanın yanma hizmetçi olarak giriyor. Onsekiz yaşlarında İsveçli bir subayla evleniyor ve kocasının İsveç -Rus savaşlarında ölmesi üzerine Ruslara esir düşüyor. Derken General (Bauver), Mareşal (Şermetyev) ve en sonra (Minçikof)un metresi oluyor. Nihayet Deli Petro, (Minkiçof)un verdiği bir ziyafette, asıl ismi (Mart) olan Katerina’yı görünce, güzelliğine, edasına, zarafetine ve zekasına tutuluyor, onu (Minçikof)un elinden çektiği gibi kendisine metres yapıyor. En sonra da onunla evleniyor ve ölümünün arkasından köylü kızı piç fahişeye ikbal kapısı açılıyor.
Baltacı, şuurlu bir vatan haini değil, içinden yetiştiği kokmuş vasatı gösteren, hıyanet üstü bir felâket seciyesinin sahibidir.
Katerina bu inceliği görebilmiş ve onu hedef tutmaktaki faideyi sezmiş olarak, kendi tarihinde bir kâşif, bir kurtarıcı sayılabilir.
Bir zamanlar karikatürlere kadar mevzu olan ve bütün aşağı takımca inanılan bu masalda bir Türk Vezirini, koskoca Türk ordusu karşısında bir karı için vatanını fedaya razı göstermek Türklük adına ayıptır. Hattâ aynı rolü, elmas ve altınlara bile bağlamamak lâzımdır. O devirde resmîleşmiş bir moda halindeki rüşvet Baltacı ” nın seciyesindeki çürüklüğe karşı, ancak yardımcı bir tesir olmaktan ileriye geçemez.
Katerina’nın Türk ordugâhına geçtiği Baltacı’nın çadırına alındığı, orada Büyük Veziri ağlayarak, sızlanarak okşadığı, öptüğü, hattâ visalini teslim ettiği baştan başa masaldır.
Petro, ancak vatanıyle beraber her şeyin elden gittiğini kabûl eden bir kötümser uslûbuyle yazdığı bu mektupta, o zamanlar yirmibir yaşında bulunan oğlunu da Çarlıktan düşürmüş, onda kendisine halef olmak kabiliyetini görmemiş oluyordu. Petro son olarak mezbuh bir harekete karar verdi ve canını dişine takarak Osmanlı hatları üzerine çullanmayı ve bir yarma hareketine girişmeyi düşündü. Bunun için yakın adamı General (Şermetyev)i çadırına çağırarak emir verdi.
– Bütün ağırlıkları, arabaları, her şeyi yakınız ve şafakta Osmanlı ordusu üzerine atılmaya hazırlanınız!
Petro bu sözlerden sonra çadırında yalnız kaldı ve sabaha kadar gözlerini kırpmadı. Yanına hiç kimseyi kabûl etmeden, taş gibi donmuş, bekledi.
Ruslar, Baltacı kuvvetleri, Prut nehri ve Tatar süvarileri arasında kırılmaz bir çembere alındı. öyle bir ân ki Petersburg’dan Azak kalesine kadar Büyük Rusya idealine ebediyen elveda! . İki gün, geceli gündüzlü muharebeden sonra adetâ kendi kendisine doğan (stratejik) vaziyet Büyük Petro’yu kapana sıkıştırınca, dört bir yanının çemberlendiğini gören Çar acı acı bağırdı:
«— İşte şimdi kardeşim Şarl’ın Poltava’da başına gelenden daha büyük bir felâkete uğradım!
Büyük Petro’nun Türklerden böyle bir hareket beklememesi yüzünden düştüğü ihtiyatsızlık, Osmanlıların da her şeyden habersiz Baltacı’ya rağmen kazandıkları (stratejik) üstünlükten ötürü Ruslar sımsıkı kuşatılır ve başta yenileyicileri Büyük Petro olmak üzere kadınları, hazineleri, silâhları ve ağırlıklarıyla topyekun Türk’e esir düşer.
Ordugâhına bir sürü kadın alacak kadar nefis emniyetine geçen ve ruhundaki Türk korkusunu yenen Petro, ancak şimşek gibi hızlı bir cepheden yarma hareketinden başka hiçbir tedbire el atamazdı. Bunun için de kuvvetinin yeterli ve askerinin gözüpek, hasmının da kendisinden yılgın ve mevki avantajlarından faydalanamayacak kadar kör ve kötürüm olması lâzımdı
Moldavya Voyvodası (Kantemir) ile Ulah Voyvodası arasındaki düşmanlık Petro’nun hesaplarını altüst etti. Ulah Voyvodası Osmanlı tarafını tutuyor ve 20.000 askerlik bir kuvvetle Petro’nun hareketine karşı çıkmak cesaretini gösteriyordu. Anlaşılan, yakınlardaki Türk ordusunun, henüz kıvamını bulamamış Moskof kalabalığını ezeceğinden ve Türklere sadakatinin mükâfatını göreceğinden emindir.
Petro’nun Balkanlardaki fesat teşebbüsü hiçbir netice vermemiş ve Rus boyunduruğundan ziyade Osmanlı hâkimiyetinden emniyet hissi alan Ortodoks unsurlar büyük ekseriyetiyle Rus kışkırtmalarına sırt çevirmişti. Hiçbir Osmanlı emeği olmaksızın kendi kendine meydana gelen Moskof siyasî başarısızlığı sırasında Osmanlı hazırlık faaliyeti hızlandı ve savaşın ihzari safhası açıldı. İLK iş olarak İstanbul’daki Rus elçisi tevkif edilip alelusul Yedikule’ye tıkıldı
Tarihçi Ahmed Refik, hem Türk, hem de Rus ordusunun, Prut Seferine nizam ve kuvvetten mahrum olarak çıktıklarını kaydeder. Teşhisi de gayet yerinde olarak şudur: Rus ordusu gençliğinden ve acemiliğinden, Türk ordusu da ihtiyarlığından ve eski tecrübelerini kaybetmiş olmaktan nizamsız ve zaif . Buna Rus ordusunun hâlâ Büyük Petro tarafından kökleri kazınamamış hantallığını, ruhi gevşekliğini, disiplin nefretini ilâve edecek olur, Yeniçerinin de artık öz vatan yağmacısı bir eşkıya sürüsü haline geldiğini hesaba katarsanız, tarafların ne halde bulunduklarını kestirirsiniz
Makedonya ve Hersek Sırplarını elde etmek için binbir oyun; ve Kudüs piskoposlarından emrine icat ettirilen bir efsane:
«— Kostantin’in mezarı üzerinde bir yazı keşfettim. Bu yazıya göre Türkler, Avrupa’dan sarı bir kavim tarafından sürülüp çıkarılacaktır!»
Petro’nun biricik dâvası, Avrupa’nın çoktan unuttuğu salip, tek politikası da salibi kışkırtmak ve topyekûn Moskof emrine almak .Yani Türk’e karşı kullanmak .Türk’ün şahsında da İslam’a kılıç çekmek .
Deli Petro’nun Prut Cengi başında siyasî tedbiri bundan ibaret değildi. Avrupa devletlerine birer (memorandum) göndermiş ve onda açıkça İslâmlara karşı dinî bir siyaset takip ettiğini, gayesinin Rumları, Bulgarları, Ulahları, Sırpları Türk zulmünden kurtarmak olduğunu bildirmişti. Karadağ’a gönderdiği murahhası şöyle konuşturmuştu:
— Osmanlı boyunduruğundan kurtulmak isteyen Ortodoks Hristiyanlar! Çarımızın emrine girin!!! O, sizi halâsa kavuşturmak için Türklerle savaşacaktır! Ve aynen, kelimesi kelimesine bir Avrupalı muharririn kaydettiği gibi, Çar murahhasa şöyle dedirtmiştir:
«— Herkes vazifesini yerine getirdiği takdirde vahşi İslamlar Arabistan çöllerine kadar sürülecektir!»
Türk, Moskof’a karşı, ahlâk, akıl ve kabiliyet yönünden en yoksun adamını bulmuş ve başbuğ seçmiştir. Baba ve oğul Köprülüler nerede?
Baltacı Sadrâzam olur olmaz Osman Ağa’yı İçişlerinin başına, yalancı şahit Tortumlu İbrahim ağayı da Yeniçeri Ağalığına getirdi ve devlet işlerini, görülmemiş bir alâkasızlıkla askıda bıraktı. Kendisine:
— Bu alâkasızlık nereye varacak? Devlet İşleri ne zaman ele alınacak? Diye soran Padişah’a cevabı:
— Ben bu işin eri değilim! İki öküzle çiftçi olmam gerektir.
olmuştu.
Bu Raşit Tarihinin Baltacı hakkında kaydı:
«— Umuru din ve devlete dimağı iktidarı olmayıp ol mesnedi vâlâya kudumundan beri her kârı hîlü hud’aya mebni olduğundan asla kendüden bâisi zikri cemil olacak bir işe muvaffak olamayıp » Raşit Tarihinin, kafasız, hilekâr ve hakkında iyi bahsedilmeye değer hiçbir başarısı olmayan, ahlâksız bir âciz diye kaydettiği Baltacı, ilk sadaretinden böylece sırf yetersizliği yüzünden atıldı ve Sakız’a nefyedildi.
Baltacı, Kalaylı Koz’a, en yakın adamı gibi görünmüş, onunla Baltacılar Ocağının omuzdaşlık havasını riyakâr tavırlarla devam ettirmeye çalışmış, her hareketi ve sözünü hikmet diye göstermiş ve eski Sadrâzam devrinde saraydan uzaklaştırılmışken. Kalaylı Koz zamanında Kaptan Paşalığa getirilmişti.
Şimdi bütün gaye, efendisini düşürüp yerine geçmek .Baltacı Mehmed Paşa, artık hile dehâsını işletmenin vakti geldiğini anladı ve tertibini yürürlüğe çıkardı. Kalaylı Koz’un kethüdalığından kovulma Osman Ağa ile birlik oldu ve plânlan başarı kazanırsa Osman Ağa’yı, Dahiliye Nazırlığına denk makama getireceğini vâdederek kazandı. Peşinden Kalaylı Koz ile Kızlarası’nın araları açık olduğunu öğrenip Ağa nezdinde tertibine yardımcı bir kanaat zemini hazırladı. Derken Kalaylı Koz’u Şeyhülislâma musallat etti ve Şeyhülislam’ın ihtilâl çıkarmak teşebbüsünde olduğunu telkin ederek bunu Padişaha haber vermesini söyledi. Ahmak Sadrâzam, gözü kapalı, bu teşviki yerine getirdi, Şeyhülislâmı Padişaha müzevirledi, fakat ispat etmeye davet edilip hiçbir delil gösteremeyince apışıp kaldı. Padişah Kızlarağasına fikrini sordu, o da Kalaylı Koz’un ele alınmaz, yerinde tutulmaz bir adam olduğunu söyledi. Hilekâr Baltacı bu kadarla kalmadı, tekrar Kalaylı Koz’a koşup Padişahtan bir sual gelecek olsa, haberi Ocak ağalarından duyduğunu söylemesini tenbih etti
Kalaylı Koz o derece ahmak bir insandı ki, o sıralarda İstanbul sularında görülen büyük bir balık münasebetiyle, vezirlere:
— Ben kaptanlık ederken Akdeniz’de öyle bir balık gördüm ki, boyu Sarayburnundan Eyyüb’e kadar uzanırdı.
Demiş ve kimse kendisine:
— Nasıl olur Paşam, insafa gel! Diyememişti.
Kendisini sırma ve altın tellerle maskara kılığına sokan, Padişaha karşı bile caka satmaktan geri durmayan, hattâ «taht’a geçişini bana borçlusun:» demeye getirecek kadar ahmaklık ve küstahlıkta ileriye gider, bu adamı düşürmek için zaten fevkalâde bir zekâya ihtîyaç olmamak lâzımdı.
Sabahları güneşin ilk ışıkları bu Ocağa girmek için bir delik ararken, bir el, taş merdivenlerin başındaki demir kapının tokmağını vurur, Baltacılara vazife saatinin geldiğini ihtar eder; Baltacılar da, aralarında Kalaylı Koz ve Baltacı Mehmed, üzerlerinde Harem dairesini görmemeleri için uzun ve dik yakalı elbiseler, Dârüssuade ağalarının içinden geçerler ve alacakları emre göre saray hizmetlerine koyulurlardı. Bu arada dikkat ettikleri tek nokta, ağalardan birine yanaşmak, göze girmek, oradan daha yükseklerine görünmek. Padişahın dikkat nazarına kadar sokulmak ve Sadrazamlığa giden yolu açmaya bakmak .Sadrâzam olmanın, ne mektep, ne irfan, ne akıl, ne fikir ne eser, ne tecrübe, hiçbir liyakat ölçüsüne ihtiyacı düşünülemez. Bilhassa saray entrikalarında ihtisas ve hile dehâsı, birinci kıymet .
.«Haremi Hümayun» a bakmaması için saray kapısının solunda ve zemin katı şeklinde yapılmış bir bina .Derin ve rutubetli koğuşa bir taş merdivenle iniliyor, inilir inilmez, loş, kasvetli, hapishanevâri kalbe soğukluk geçirici bir avlu .Avlunun etrafında duvara yazılı kitabeler, çeşmeler, koğuşlar, ağalara mahsus oturma yerleri, kahve ocakları ve levhalarla ziynetli bir mescid .Bu kasvet ocağını cennetten bir köşe farzeden şair, kitabelerden birinin üzerine şu mısraı kondurmuştur:
Cennet âsâ bu cayı bihemtâ (Cennete benzer bu misilsiz yer) îşte Baltacılar Ocağının mekânı! Kalaylı Koz ile Baltacı Mehmed’in, sarmaş dolaş, içinde yetiştikleri çevre
Kalaylı Koz’un tarifi birkaç kelimeliktir: Yalancı, nefsini övmekten başka bir şey bilmez, koyu ahmak, kara cahil İşte Baltacı Mehmed Paşa’nın en yakın dostu, sırdaşı ve haldaşı .
Kavanoz Ahmed Paşa, yeniçeri isyanları yüzü suyu hürmetine bir kalemde sadrâzam olmuş ve sadrazamlığı rüşvet ve hırsızlık vasıtası bilmekten öteye hiç bir varlık göstermemişti. Öylesine hırsız ve irtikâpçı ki, istiflediği altınlara kinaye olarak halk kendisine «Kavanoz» lâkabını takmıştır. Artık rezaletleri ayyuka çıkıp Sadaret Mührü kendisinden istendiği zaman, bu kadar dirayet ve kabiliyetli(!) bir adama gösterilen kadirbilmezlik karşısında, mührü boynundan kaytaniyle beraber koparıp teslim etmişti.
(Tolstoy) bu maddelerin dışında, Kudüs Patriğinden başka Ruslara faydalı olabilecek kimseler hakkında bilgi verecekti. Rus elçisine hükümetiyle yazışması için (şifreli bir alfabe) de verilmişti «Rus diplomatik münasebetlerinden biri de Osmanlı ricaline bilhassa kıymetli kürkler ve hediye adıylaçokça rüşvet vermekti.»
Kurat’ın «Prut Seferi» eserinden şu satırlara dikkat: «Barış icabı İstanbul’a gelen ilk. Rus elçisi Tolstoy’un görevi ise sadece diplomatik değildi. Petro’nun emriyle, bulunduğu memleketin askeri ve mali vaziyeti hakkında etraflı malûmat toplayacak, ayrıca Türkiye’de Rus ajanları da bulmaya çalışacaktı. Rus elçisinin derhal Kudüs patriği ile temas ettiği anlaşılıyor. Kudüs patriğinin yeğeni olan (Spilot) adlı bir Rum, kendisine yardım ediyordu. Rumlardan diğer bazı kimselerin de Rus elçisiyle irtibat kurdukları bilinmektedir.
ilk resmi, Rus elçisi (Tolstoy), İstanbul’a sadece (diplomatik) münasebetleri idareye memur, vekarlı ve ciddi bir elçi gibi gelmemiş, alâkalılara rüşvet dağıtımı görevinde plânlı bir casus olarak ayak basmıştır
Kabahat Baltacı’da değil .O, içinde yetiştiği vasatın, Kara Mustafa’dan sonra aynı derecede fikirsiz, alelade, fakat sadık bir örneği .Evet onu hazırlayan ve onun, birçokları gibi karşı çıkamadığı, mukavemet gösteremediği bir vasat vardır. Baltacı’yı hazırlayan vasat, Osmanlı devletinin 17. ve 18. Asırlarda tam mânasıyla kapıldığını gördüğümüz, şahsî menfaat, rüşvet, desise ve gerekirse içtimaî faideyi arka plâna atma ve bütün bu kötülükleri resmileştirme, modalaştırma havasıdır
Baltacı Mehmed Paşa, muhitine uygun olarak, ferdiyeti içinde mahpus ve basit nefsaniyeti altında her türlü içtimaî alâkadan mahrum bir insan .
Bu vasiyetname, Petro’dan sonraki çarlar boyunca tatbik mevzuu olmuş bulunmaktan başka, Çarlığı deviren ve en hain küfür çarlığı kuran rejimin de temel ölçüsü olmuştur.
Tarihimizde, bugün olduğu kadar hassas ve nazik bir geçit yaşadığımız çığır yoktur.
İran körfezine ulaşabilmek için, İran’ın çökmesini hızlandırmalı; mümkün olursa, Suriye vasıtası ile, Rusyanın Yakın Doğu ile olan eski ticaretini canlandırmalı; ve bu yolda, dünyanın hazinesi olan Hindistan’a ulaşabilmeğe çalışmalı .
BOZGUNLAR Artık seri halinde bozgunlar tam 16 yıl sürecek ve felâketimizi tuğralaştıran Karlofça muahedesiyle, bizi kendi halimize bırakıp bir ân duraklayacaktır. Bu arada da Moskof emelleri geliştikçe gelişecek, hattâ yavaş yavaş aksiyon plânına dökülmeye başlayacaktır. Felâket çığırımızın gafil Padişahı Dördüncü Mehmed (ne gariptir ki, Beşinci Mehmed de elinden bir şey gelmesine imkân bulunmaksızın felâketler zincirinin son halkası olmuş, Altıncı Mehmed Sultan Vahidüddin ise bu son halkayı teslim almak gibi bir talihsizliğe en hazin misal teşkil etmiştir) bütün hıncını Kara Mustafa’yı cellâda havale etmekte gösterdi ve avda yavru ceylânlara döktürdüğü gözyaşından nefsine bir pay arayıp ağlaya ağlaya İslam ve Türklük
dâvasını kurtarmak için düşünmeyi bilemedi. Viyana felâketi üzerine hemen bütün Batı dünyası kıpırdamaya başladı; ve bir taraftan Nemçeliler, Türk’ü Avrupadan kovmak plânı üzerinde aşağılara doğru inerken, öbür taraftan da Venedikliler Eski Yunan topraklarına, Mora’ya saldırdılar ve (Aya Mavra)yı zaptettiler. Batı dünyası, o zamanki Türkiye’nin iç buhranını bilmiyor değildi; fakat her şeye rağmen, Önünde durulamaz bir Türk ordusu, bir Türk gücü bulunduğuna ait kanaatlerini henüz kaybetmemişti. Viyana bozgunu bu kanaati de ortadan kaldırdı ve Avrupa’yı şu hükme vardırdı:— Artık Türklerde ordu diye bir şey de kalmamıştır! İLK Hristiyanlık davranışı, Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya arasında «Mukaddes İttifak»» ismiyle varılan anlaşma .Bu anlaşmaya göre Türkler ilk hamlede Tuna gerisine atılacak ve sonra basamak basamak Avrupa’dan Küçük Asya’ya doğru itilecekti. Kara Mustafa’yı takip eden yeni Sadrâzam Kara İbrahim» düşmana mukabele için bizzat sefere çıkmaktan bile çekinir, vezirlerden başka bir serdar tayin edilmesini Padişahtan isterken, Avusturyalılar Budin’e saldırmakta .(Vişgrad) zaptedilmiş, (Vaç) düşmüş, Peşte hiç karşı koyulmaksızın düşman eline geçmiştir. Budin muhasarası şiddetle devamda .Artık boyuna kuşatılan ve kendisini korumaya zorlanan, Türktür. Bozgunlar serisini şimşek hızıyla özleştirelim:Bdin muhafızı Kara Mehmed Paşa, bozuk bir zemin üzerinde sağlam kalabilmiş, ruh örgüsünü koruyabilmiş nadir Türklerden biri olarak kahramanca çarpışa dursun .Sonunda belinden aşağısı bir gülleyle uçup ona gerçek şehitlerin cennet kapıları açılacaktır. Düşman da muhasarayı, bir müddet sonra tekrar başlatmak üzere çözecektir. Bu defa Budin Muhafızı, Kara Mehmed’den de kahraman Abdi Paşa .Daima bozgun çığırlarımızda görüldüğü gibi, tek tek ferdi zuhurlar başlamıştır. Ama ne faide? Dâva umumî ve içtimaî plânda kaybedilmiştir. (Aya Mavra) ve Preveze’yi işgal eden Venedik’te sevinç âvâzeleri .Sokaklarda, karnaval alayları halinde Osmanlı tuğları gezdiriliyor. Navorin, Potras, İnebahtı ve Korent bir bir düşüyor. Eski Yunanın sanat eserleri, meşhur mermer arslanlara kadar doğru Venadik’te (San Marko) meydanına .Budin, türlü Avrupalı askerlerden örülü muazzam bir Haçlılar ordusu hissini veren bir kuvvet tarafından tekrar muhasarada .78 gün süren kuşatma, kan deryası içinde palasıyla kâfirlere saldıran 80’lik Abdi Paşa’nın şehid düşmesi üzerine nihayet düştü. Hazin hazin türkü söyleyenler: Çeşmelerde abdest alınmaz oldu . Camilerde namaz kılınmaz oldu, Mamur olan yerler hep harap oldu; Aldı Nemçe bizim Nazlı Budin’i .Ne uzun edelim: İstanbul’da rezalet, şekavet, yeniçeri isyan ve cinayetleri; şeriat bayrağı altında şeriata suikast hareketleri .Peşinden Belgrad’ın düşmesi, Cenupta Teb şehrinin Venediklilere geçmesi .Küçük ve bazıları başarılı, karşı hamleler .Geçen yıllar .Yeni sadrâzam, Köprülü hanedanından Fazıl Mustafa Paşa’nın yetersiz ıslah davranışları .Belgrad’ın geri alınışı .Yine bazı başarılar .Fakat birdenbire her şeyi silip götüren (Salankamin) felâketi ve kara yüzlü yüzkarası Karlofça sözleşmesine açılan zemin .Hâlâ fikir saflarımızda felâketi gören ve bir davranış isteyen büyük kafadan eser yoktur.
Rusya’da bir iç karışıklıkla açılan 17. Asır, asıl bizim felâket çağımızı açacaktır. 1613’de Moskova tahtına, 1917’ye kadar devam etmek üzere (Romanov)lar geçti ve hemen Dördüncü İvan Rusya’sının toparlanma işlerini yoluna koymaya baktılar. 1697’de Don kazakları, Moskova’ya doğru yol alan Türk murahhası (Fomo kontokuzin) in önünü kesip batışını da kesmeyi ihmal etmediler. Peşinden Azak Kalesini zorlayıp onu da zapt ettiler. Fakat bu kalenin macera cinsinden bir çapulculukla zaptı, muhafaza edilebilmesini garantileyecek bir iş değildi. Kazakların Moskova’ya peşkeş çekmak istediği kale Ruslar tarafından —Türk korkusundan ötürü— kabul edilmedi. Moskova, kazaklara, kalenin Türklere iadesi emrini verdi. Kazaklar kaleyi boşalttılar ve dört nala basıp gittiler. O sıralarda Rusya için, fikirsiz nefsanî rekabet noktasından en büyük tehlikeyi Polonya ve Litvanya teşkil ediyordu. Özü (Dinyeper) sahasındaki kazaklara da hükmetme mevkiindeki Lehliler, sadece madde ihtirası yönünden Ruslarla aralıksız boğuşma halindeydiler. O kadar ki, Türkün maddede ve mânada ezeli düşmanı Moskof, Lehlilere karşı Osmanlılarla ittifakı bile düşünmüş ve bu maksatla İstanbul’a (1634) bir elçi göndermiştir. Lehistan emrindeki kazakların Türk sınırlarına kadar tecavüzlerini genişletmeleri ve Osmanlıları kuşkuya düşürmeleri, Ruslara, böyle bir ittifak mevzuunda ümit veriyordu. Asıl hedefi Türk ve Türklük sahası olan Moskof, bu hedefine ermek için, kendi cinsinden ve manevî mayasından bir topluluğa karşı aslî düşmanı Türk’ü yardıma çağırmak politikasına başvuruyordu. Fakat İstanbul, derin bir düşünce neticesi olmasa da bir seziş olarak bu ittifak teklifini benimsememiş ve Rusların samimi olmadıkları hattâ aynı kazakları bizzat tahrik ettikleri kanaatiyle daha önce olduğu gibi bu defa da elçiyi sepetlemişti. Nasıl ki, aradan üç yıl geçer geçmez kazakların Azak Kalesine hücumları ve silâhlarını Ruslardan tedarikledikleri malûm .Rusların bu mevzuda Osmanlı ültimatomuna verdikleri cevap şöyle olmuştu:— Kazaklar daha ziyade Polonyalıların emrinde, bize bağlı olmayan başıboş bir sürüdür. Moskova bütün bu olanlardan sorumlu değildir! Osmanlı devleti hâlâ farkında değildi ki, bütün bu olanlardan, ne Lehliler, ne Ruslar sadece kendisi sorumludur.
Dördüncü İvan devrinde Rusların Türk dünyasına doğru bu sızışı, Osmanlılarda uyandırdığı tepki bakımından, Büyük Fransız İhtilali koparken, yatağından kaldırılan 16. Lui’nin, mahmur gözlerini uğuşturarak, aptal aptal, nedimine söylediği meşhur söze benzer:
— Desene ki, bu bir isyan! (Fransızca ismi revolt)
Nedim cevap verir:
— Hayır Haşmetmeap, bu bir büyük ihtilâl .(Fransızca ismi revolüsyon kelime oyunu)
Osmanlı Devleti, hükümranlığı Hazar kıyılarına kadar uzadığı halde, kendisine o taraflardan dilini sarkıtıp «ce! » diyen Moskof’a karşı:
— Bak şu haylazın işine! Der gibi, yarı mühimsemez, yarı alaylı bir tavır takınmaktan ileriye geçemedi.
Çünkü hâlâ bu çocuğun, bir gün, Batı dünyasınca unutulacak Hristiyanlık dâvasını ele almaya namzet bir pehlivan olmaya doğru gittiğini fikredemiyordu. Türkün buyruğu altındaki Kırım hanlarına vergi ödeyen bir topluluğa koca bir «Devleti ebet müddet» kıymet verebilir miydi hiç? işte bu «hiçtir» ki, topyekûn alçalışımızın en keskin ifşacılarından biri olmuş, bizi her türlü muhasebeden alıkoymuş, gurur kabuğu içinde çürütmüş ve tarihimizin seyrini bir anda değiştirecek bir ve birçok davranıştan yoksun bırakmıştır. Her şey bu tek şeyin içindedir. Evet, Kırım Hanlığı Fâtih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Osmanlı buyruğu altına girince Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu bir nevi sınırdaş olmuştu ama Kırım Hanlığının Moskof’a karşı tavrı Türklerinkinden ayrı bir şeydi. Onlar, kendi taraflarına hiç göz atmayan Osmanlı İmparatorluğunun başıboş bıraktığı gözdeler sıfatıyla serbestçe at oynatıyorlar, kâh kendi hesaplarına, kâh Ruslardan daha fazla menfaat gösteren Lehliler ve Litvanyalılar uğruna Rusya içine dalıp çıkıyorlardı. Bu akınlarda elde ettikleri esirler de pazarlarda satılıyor, İstanbul’a gönderiliyor ve hatırı sayılır bir gelir yerine geçiyordu. Bu hal böylece devam edip gidedursun .Kanuni’nin oğlu Sarı Selim devrinin başlarında, Hazar Denizi ve Şimali Kafkasya’ya doğru Rus yayılışı «bak, şu haylazın yaptığı işe!» hududunu aşmaksızın «Devleti Aliyye»ce güya ciddiye alınmaya başladı. Sokulu Mehmet Paşa’da tecellisini bulan bu hafifçe ciddiye alış, nihayet (Ejderhan Astrahan) üzerine daima «cik» eki bir sefercik (1569) açılmasıyla kendisini gösterdi. Sefercik; çünkü ciddiye alınmayan düşman, sadece küçük bir kuvvet karşısında kaldı, kendisini kolayca korudu ve Viyana surlarının önüne bayrağını dikmiş, Mohaç galiplerinin orducuğunu püskürtmeyi bildi. Fakat Osmanlıların, işi büsbütün ciddiye alıp üzerine topyekûn çullanmaları ihtimalinden ödü patlayan Dördüncü İvan, işi hemen tatlıya bağlamak için elinden geleni ardına bırakmadı. Terek suyu boyundan çekilmeye ve oradaki Rus kalesini yıkmaya razı oldu. Üstelik «Denizlerin ve karaların Hakanı» İkinci Selim’e bir çok değerli hediyeler .Korkunç İvan, ilk Moskof cüretini bağışlatmak ve alçalma devrimizin, babasından sonra ilk Padişahı Sarı Selim’i gazaplandırmamak için, vahşiliği nispetinde ince bir politika kullandı, bunda da başarıya erdi. Gözü Kıbrıs ve Tunus taraflarında olan İmparatorluk, haylaz çocuğun üstüne varmayı şanına yediremedi ve (Palyatif, oyalayıcı) tedbirlerle yetindi. Kısa bir zaman sonrasının, beşiği müthiş İvan tarafından sallanan müthiş devi Rusya, nasıl olmuştu da, Don ile İdil nehirleri arasında kanal açtırıp Azak Denizinden Hazar’a kadar ulaştırma sağlamayı düşünebilen Sokullu’nun gözünden kaçmıştı? Kaderin esrarına dayanan bu sualin cevabını vermekten tarih âcizdir. DERKEN Dördüncü İvan devrinde Moskof, artık Türk yumruğu altından çıkmışa benziyor ama hakikatte bu yumruk, kendi şüphesi ve Osmanlıların zannı bakımından Deli ve Büyük Petro zamanına kadar devam edecek; Moskof kalkınışını kökünden boğma fırsatını getirici Prut zaferinin hiçe dönmesinden sonra da Ruslara artık bütün korkuları attıkları, Türklere ise bir şey yapamaz hale geldikleri kanaati yerleşecektir. Bu oluşun zeminini de, Nemçe (Avusturya) ve topyekûn Batı dünyası karşısında izmihlalimizi imzalayan 17. Asır hadiseleri hazırlayacaktır. Ve büyük hükümdar, büyük kumandan, büyük mimar, büyük şair, büyük âlim, her türlü büyük adam yetiştirmekte usta, Türk mayası, sadece büyük mütefekkir yetiştirmekte acze düştüğü ve bu aczin sebeplerini araştırma fakültesinden de mahrum bulunduğu için kurtarıcı bir dünya muhasebesine girişilemeyecek, Doğu ve Batı dünyaları arasındaki mahsup sırrı çözülemeyecek ve daha nice hayati kıymetle beraber Moskof oluşu ve bu oluşun hedefi fark edilemeyecektir. Gaflet, bakın ne kadar büyük: Dördüncü İvan’dan sonra Rusya’da bir çatlak baş göstermiş, fitneler kopmuş ve «Sahte Dimitri» diye anılan bir serseri Moskova tahtını iki yıl müddetle ele geçirmiştir. Rusya’da ani bir zaaf mevsimi .Böyleyken, hiç olmazsa bu zaaf ânından faydalanıp, Türk dünyasına Rus sızışının kilidi Ejderhan’ı kurtarmaya doğru İmparatorlukta hiçbir şuur ve hareket yoktur.
DÖRDÜNCÜ İVAN Artık doğrudan doğruya Türk yumruğu altında yaşama şartlarından sıyrılmış, fakat daima Türk yumruğu korkusu içinde boy atmaya çalışan Moskof, ileri merhalelerin birine, Üçüncü İvan’dan sonra kavuştu. «Müthiş İvan» diye sıfatlandırılan Dördüncü İvan devrinde .Dördüncü İvan 16 yaşında. Kremlin’de «Moskova çarı» ilân edildi. dikkat edilirse, Rusya, yahut sonraları olduğu gibi «Bütün Rusyaların çarı» değil de sadece Moskova Çarı .Çar kelimesi, (Çesar), yani Romalı (Sezar)dan geldiğine göre, Dördüncü İvan devrinde henüz saha küçük ama dâva büyük .Artık 16ncı Asrın ortalarında, Türkiye’ye karşı gelişmekte olan, unvanının da ilk defa işitildiği bir «Moskova Çarı» vardır. Dördüncü İvan’a, tez zamanda bir sıfat daha eklendi: Müthiş İvan .Bu sıfat, onun, adam öldürmeyi bir nevi su içmek haline getirmesinden .Denilebilir ki, bütün tarih süresince, insan kanına onun kadar susamış bir insan gösterilemez. İnsan öldürmek fıstık yemek kadar basit bir iş olsa, bir de fıstıktan başka bir şey yemeyen bir adam bulunsa, Dördüncü İvan’ın ezdiği beyinler kadar fıstık kabuğu kıramaz. Öz tabiri, şu:
«— Adamcıkları temizlemeye bayılırım!»
En büyük zulmünü, bizdeki Yeniçeriliğin bir nevi kopyası elan ve çürüyüşü bizdekilerle beraber başlayan (Streltsy) dedikleri askerlerine karşı gösterdi. Bazı isyan tavırları takınan ve külhani edasına bürünen bu askerleri pencerelerden atarak, merdivenlerden yuvarlayarak, duvarlara çarparak öldürür ve sonra vahşi vahşi sırıtarak mırıldanırdı:
o— Adamcıkları temizlemeye bayılırım!»
Hatta bir defasında, zıddına giden bir tavır takındığı oğlunu bile tek darbede öldürmüştü. Batı ansiklopedilerinin «Rus topraklarını bütünleştiren, Rus topluluğunu birleştiren» diye kaydettiği, ilk defa «Çar» ismini bulan ve yayan Dördüncü İvan, her şeye rağmen memleketi için geliştirici, düzenleyici ve oldurucu davranışlara girişti ve «fâtih», «kahraman» sıfatlarına lâyık görüldü. Yaptığı iş, dünya çapında bir imparatorluğa ulaşmış Osmanlı Devletince (Kanunî devrinin sonları) en büyük dikkate hedef teşkil etmesi gerekirken en küçük alâkaya bile değer sayılmayan Rus tarihi, oluşu bakımından muazzam, bizim bakımımızdan da, ters tarafından bir o kadar büyük ve istikbale temel kurucu bir hamledir. Türklüğü ve Türklüğün şahsında İslamlığı yok etme hamlesinin başlangıcı .Dördüncü İvan, 1487’de boyunduruk altına alınan, fakat bir müddet sonra boyunduruktan sıyrılan, Altun Ordu kalıntısı Kazan Hanlığını, üç misli bir kuvvetle üstüne yürüyüp, Moskova Çarlığına kattı. Böylece Rus ülkesine yeni Rusyalar katmanın kapısını açmış oldu. Ve .Ve ne hazin!, tam 10 asırdır süren, Moskofun tepesinde Türk hâkimiyetine nihayet vermiş oldu. O Kazan Hanlığı ki, Rusların İdil çevresinden Hazar ve Aşağı Ural tarafına sarkmasını önleyici biricik set vazifesini görüyordu; ortadan kalkınca, İslamlık ve Türklüğün, hareketsiz de olsa depo kuvvetini belirtici bu sahalar Moskoflara açıldı. Nitekim Ruslar, 1556-57 sıralarında Ejderhan’ı ele geçirdiler ve Terek nehrine kadar dayandılar. Bu nehir üzerinde de, cenuptan şimale doğru bir karşı saldırış ihtimaliyle istihkâm kaleleri kurdular.
Rusların «Üçüncü Roma» ve Bizans efsane ve mistiği Üçüncü İvan zamanında başlar. Üçüncü İvan 1469 sıralarında kendisine bir kraliçe bulmaya kalktı. Son Bizans İmparatorunun yeğeni (Sofiya)yı uygun buldu. (Sofiya), Bizans yıkılınca Roma’ya, Papa’ya sığınmıştı. Mesele Papaya, kendisini İsa Peygamberin vekili sayan Katoliklerin şefine açıldı. O da bu vesileyle Rus kilisesinin Roma’ya bağlanacağı ümidi peşinde bu izdivaca yardım etti. «Bizans Prensesi» diye anılan (Sofiya) 1472’de Moskova’ya geldi ve debdebeyle karşılandı. İçi (mistik) hayallerle dolu Prenses, Üçüncü İvan’ın karısı olur olmaz, Moskova Kilisesini Roma’daki (Sen Piyer)e bağlamak telkinlerini Üçüncü İvan’a aşılamaya çalıştıysa da muvaffak olamadı; fakat tez zamanda, efsane ve (mistik) düşkünü Moskova Hükümdarının ruhunu başka bir yoldan şişirmeyi bildi:
— Sen Bizans İmparatorlarının biricik mirasçısı ve Ortodoksluğun yegâne koruyucusu mevkiindesin! Bu bakımdan «Moskova Üçüncü Roma» fikrini benimsemeli ve yolunu ona göre tutturmalısın! (Filofey) adlı bir papaz tarafından da işlenen bu fikir tuttu ve şöyle çerçevelendi:
— Evvelce Roma, dünya hükümranlığının merkeziydi. Sonra düştü ve yeni Roma İstanbul oldu. Şimdi o da düşünce «Üçüncü Roma», onun mezhebine bağlı Moskova’dan başkası olamaz. İçinden dünya hükümranlığı gibi bir ihtiras tüten bu fikrin arkasından tam bir efsane: Moskova Knezleri çok eski bir sülâledenmiş .Rus yurdunu dolaşan havarilerden (Sent Andre) tarafından takdis edilmişmiş .Rus knezlerinin atası (Rurik), Roma İmparatoru (Ogüst)ten geliyormuş . İşte, Üçüncü İvan’dan sonra bütün Rus çarlarına ve çarlık edebiyatına hâkim olan (mistik) .
Bu defa Moskof, İslam ve Türk’ü yok etme dâvasında .300 küsur yıldır Komünist Rusya’ya kadar hiç şaşmadan yürütülen çizgi .15. Asır sonunda, Türkler Moskofun gözünde, karşı durulmaz bir kuvvet, Moskof da Türk’ün nazarında zaman ve mekân dışı âciz bir belirti halindeyken Üçüncü İvan’ın Padişah huzurunda dize gelmemek emrini alan sefiri, sağlamaya geldiği siyasî ve ticarî haklar etrafında son derece nazik ve yumuşak davranacağı yerde, Moskofluğu icabı, kaba bir eda takınmış ve bunun üzerine memleketine sepetlenmiştir. Sultan ikinci Bayezid’in (Bayezidi Velî) hilkatindeki yumuşaklığı taşırırcasına kaba ve ahmak davranışlar gösteren Moskof elçisi, vezirlerin davetlerine, kendi şerefine verdiği ziyafetlere gitmemiş, öbür sefirlerin önüne geçmek sevdasına düşmüş, Padişahtan başka kimseye hitap etmek ve muhatap olmak istememişti. Tanzimat paşaları karşısında ayak ayak üstüne atıp çubuğunu tüttüren ve Türkiye fevkalâde komiseri gibi davranan 19. Asır Rus elçilerinden ilk örnek .O zamanki şartlara göre de bu tavrı gülünç .İkinci Bayezid, Üçüncü İvan’a şu karşılığı verdi:
— Dostluğumuzu kazanmak niyetini besleyen, siz, Rusya Kralının tarafımıza gönderdiği elçi pek kaba ve nadan hareket ettiğinden memleketine dönmesine müsaade edilmiş ve «Devleti Aliyye» tarafından Rusya’ya hiçbir memur gönderilmemesi uygun görülmüştür.
İlk Rus elçisi (Plesçeyev)den 4 yıl sonra da ilk Türk sefiri Alagöz, Kefe’den Moskovaya gider. Artık Kefe ve Azak taraflarında Rus ticaret faaliyeti günden güne artmaktadır. Ruslarla siyasî, temaslara memur edilen de, Kefe Valisi, Sultanın oğlu şehzade Mehmed .Daha sonra bu iş Kırım hanlarına verildi. Hâlâ, Karadeniz’in, şimal kıyılarına, doğru kendi cenup yollarında kaynaşmalar çizen Rus oluşuna Türkiye’den hususî bir dikkat bakışı yoktur. Hâlbuki Rusya öyle değil .Olabilmek için, kendisine en çetin engel saydığı haşmetli Osmanlı imparatorluğunun zaaflarından faydalanmak politikasını ona göre ayarlamak, olduktan sonra da olanca gücünü bu İmparatorluğun maddede ve manada tahribinde kullanmak, daha Üçüncü İvan’dan beri Moskof gözüne görünmeye başlamış bir plân .Babıâli, Rusya ile alâkalanma işini, kayası mevkiindeki Kırım hanlarına bırakırken, Moskova, (Posolki Prikaz Dış İşleri Elçiler Dairesi) adıyla bir merkez kurmuş ve bu merkezin en ehemmiyetli şubelerinden birini Türkiye’ye ayırmıştı. Bu Dairenin Türkiye’ye ait plân esasları üç maddede toplanıyordu: Uysal görünme, oyalama, aldatma Bu siyasetin en şuurlu temsilcisi Dördüncü İvan oldu Fakat bütün tohumlar Üçüncü İvan zamanında atıldı.
Moskova, üçüncü Roma, Moskova’nın Roma İmparatorluğu’nun ardılı olduğunu iddia eden teolojik ve politik bir kavramdır ve ilk Roma ve ikinci Roma’nın ardından üçüncü bir Roma yı temsil eder
1497de Üçüncü İvan, Kırım Hanının tavassutuyla (Pleşçeyef) isimli birini ilk Rus elçisi olarak İstanbul’a göndermiştir. Tarihi düğüm noktası böylece şekillenmeye başlamıştır. Üçüncü İvan’ın, dostu Kırım Hanı vasıtasıyla İstanbul’a gönderdiği ilk elçi (Pleşçeyef), Türkiye ve Rusya arası manzarayı çizgilendirmekte gayet hususi mânaların tecellisine vesiledir. Kendisine şu talimat verilmiştir:
— Padişah ve oğlunun huzuruna çıktığın vakit, dizini yere koyarak değil, sadece eğilerek selâm vereceksin! Bu hususta, öbür elçilerle aranda fark gözetmeyeceksin ve gözetilmesini önleyeceksin!
Böylece Rusya, Osmanlı devletine, 16. Asrın şafağı sökmek üzereyken, öbür Avrupa devletleri ayarında bir oluşa sahip bulunduğunu göstermek ve ona göre hak ve itibar tanıtmak taktiğini güdüyordu. O zamanki Osmanlı devletinin ise, gözünde, ne o ân için, ne de geleceğe bağlı bir ihtimal diye Rusya isimli bir varlık düşünülebilirdi. Orta Rusya’nın merkezinde tıkanıp kalmış, şimalde Baltık Denizi ve cenupta Karadeniz’den uzak bir devletleşme, gözünü Akdeniz ve Orta Avrupa’ya dikmiş, zamanın en büyük askeri gücünü belirtici Osmanlılarca bir hiçti. Moskova Rusya’sı, bir şey olabilmek için Türklerle iyi geçinmek gerektiğini anlıyor, fakat dünya çapında büyüme hırsının ilk belirtilerini de gizleyemiyordu. Türkler, yakın bir gelecekte, Avrupa adına salibin baltasını İslamiyet ve Türklere karşı eline alacak bir bütünleşme doğmakta olduğunu fark edemiyordu. 16. Asrın başlarındaki şartlara göre belki fark edilmesi gayet zor olan bu incelik bir buçuk iki asır sonra mutlaka kafalara dank etmesi gereken bir açıklık kazandığı halde yine anlaşılamamış, anlaşılır gibi olduğu devirlerde de roller tersine dönmüştür.
İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmasıyla beraber, sırf Timurlenk sayesinde Moskofluğun İstiklal kazanması ve yükselmeye başlaması bir olmuştur. Fatih’den biraz sonra bütün Karadeniz çevresi Türklerin eline geçerken, Rusların da henüz şimalde ve cenupta denizsiz ve orta Rusya içine mahpus, fakat büyük emeli oluşları belirmeye başlıyor. Ne var ki, bu oluşun nerede ve nasıl başlayıp nerede ve nasıl biteceği üzerinde en küçük bir Osmanlı dikkat ve şuuru yoktur. Fatih’ten sonra gözünü kâh batı, kâh Doğu istikametinde gezdiren, Karadeniz’i halkalamış olsa da onun şimalindeki Moskof oluşuna değer vermeyen, Moskova’dan sızıcı mırıltılara kulak çevirmeyen ve yalnız belirli büyük devletlerle boğuşan Türk Moskof’u, ancak, defedilmesi çok zor bir belâ haline geldikten sonra tanıyacaktır.
Kiev Rusya’sının kuruluşundan 80 yıl sonra Vareg Rusların, bir isyan hareketini bastırabilmesi için Bizans tarafından yardıma çağırıldıkları tarihî bir gerçektir. Bu davet, Hristiyanlığı benimsemekte ilk adımı atan Kiev Knez’i (Vlâdimir) tarafından, Bizans ile akrabalık isteyici bir teklifle karşılandı:
— Bir Bizans prensesiyle evlenmek isterim!
Teklif kabul edildi ve Knez (Vlâdimir) 988 yılının ilkbaharında, gemilere bindirdiği (Varek Rus) askerlerini İstanbul Boğazına indirdi. (Vladimir), Anadolu kıyılarında isyancıları yendi ve Bizans tahtını kurtardı. Türk ve Rus münasebetleri üzerinde kaleme aldığı eserlerle maruf Prof. Akdes Nimet Kurat, kendi, öz tebaasının isyanına karşı Moskoftan yardım isteyen Bizans İmparatoru ile, aynı hadiseden tam 945 yıl sonra, öz valisi âsi Mehmed Ali Paşaya karşı Çar Birinci Nikola’yı imdada çağıran (1833) ikinci Mahmud arasında benzerlik görür. Yalnız şu inceliği göremez ki, ilk Ruslar, dinlerini kendisinden aldıkları Bizans’a karşı, aynı yol ve gayede daha üstün olmak hırsından başka bir emel beslemezken, sonrakiler, sırf İslamiyet’i yıkmak ve onun Avrupa Asya arası kilit noktasını ele geçirmek maksadıyla İstanbul’u bir ân için Padişah elinde bırakma tabiyesini kullanıyor; ve asırlarca yumruğu altında ezildiği Müslüman Türkün bu son zillet hali önünde, sinsice, intikamların en acısını alıyordu. Bu da iyi taraflarına rağmen Sultan İkinci Mahmud’a düşen talihsizlik lekesi .
Önce (Bizansiyum) sonra (Konstantinopolis) daha sonra «Kcnstantaniyye», «Darülhilâfe», «Deraliyye», «Dersaadet», «İslambol» ve nihayet İstanbul, oldum olası Moskof’un gözünde (Tsargrad), şehirlerin çarı yahut çar şehirdir. Hikayeci Ömer Seyfeddin, Birinci Dünya Savaşında Bulgaristan’da bulunan bir Türk zabitinin karşı pencereden âşıkdaşlık ettiği bir Bulgar kızına ait hatırayı şöyle anlatır: Bulgar kızı Türk zabitine vücudunun bütün kıvrımları ve yüzünün çizgileriyle davet ve tahrik edici bir tavır takınmakta ve tutturduğu bir şarkıyı, pencerede, evinin içinde boyuna tekrarlamaktadır: Naş naş! Çargrad naş! Türk zabitinin bir aşk türküsü sandığı bu lâfların manası şudur: Bizim olacak! Bizim olacak! İstanbul Bizim olacak! İşte Moskof, kendisi ve soyuna bağlı öbür küçük milletlerle, 10 asırdır bu şarkıyı söylemekte .Hem de, Türk’ün yumruğu altında inleme devresinde 7 asır boyunca içinden fısıldayarak söylediği bu şarkıyı, Türk’ü Moskof yumruğuna karşı tutma çığırı son 3 asır süresinde avaz avaz açığa vurmak şekliyle .1950 yılında Moskova’da yayınlanan bazı tarihî vesikalara göre (Nestor Kroniği) İstanbul’a karşı ilk Rus alâka ve hareketi şöyle anlatılıyor.
«— Kiev Knezi Oleg, 907 yılında gemiler, atlar ve askerlerle (Tsargrad) üzerine yürüdü. Gemilerin altına tekerlekler koymak suretiyle Tsargrad’ın surlarına yaklaştı ve şehre hücum etti. Bizanslılar ancak çokça para ödemekle bu Rus hücumundan kurtulabildiler.» Bu nakle ait Bizans kaynaklarında hiçbir iz mevcut değildir. Üstelik gemilerin karadan aşırılarak Bizans surlarının karşısına dikilmesi gibi, tarihin yalnız Fatih Sultan Mehmed’e hasrettiği muazzam buluşu, ilk defa Ruslara yakıştırmak gibi bir açıkgözlük, efsane sınırlarından ileriye geçemez ve İstanbul’un Türklerce fethinden 5 asır sonra uydurulmuş bir Moskof komünist mitolocyası hissini verir.
Bizim birkaç kelime içinde hulâsalandırılabilecek ve bütün esefimiz boyunca ispatlandırılacak bir tezimiz var: Bugünkü, bütün insanlığın başına belâ Rusya’nın meydana gelmesinde iki Müslüman ve asılları Türk başbuğ tanıyoruz. Bunlardan biri Moskofluğun temel atmasına vesile olmuş, öbürü de, Rusya’ya Büyük Rusya olmak şuuru gelir gelmez bu şuurun liderini eline geçirmişken bırakmak suretiyle son merhaledeki Rus oluşunu sağlamış ve böylece, dolayısıyla ve yine bilmeyerek tarihimizin en korkunç suçlamasına müstahak olmuştur. Bunlardan biri 14. Asır sonlarında Timurlenk, öbürü de 18. Asır başlarında Prut ordusu serdarı Baltacı Mehmed Paşadır. Ruslar, bugünkü oluşlarına kadar kendilerine vücut veren saiklerin iki ana remzi halinde, Moskova’nın göbeğine Timurlenk ile Baltacı Mehmed Paşanın heykellerini dikseler yerinde olur.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden yarım asır kadar evvel, Çin seferine hazırlanırken ölen Timurlenk, Rus’a Rusya’yı açmakla, Peygamber methinin hedef tuttuğu ve Moskof’un din devşirdiği diyarı fetheden «Osmanlı» isimli yeni İslâm Türk imparatorluğuna ne büyük bir belâ musallat ettiğinden gafildir. Onun bu özürsüz gaflet suçu da bağışlanabilir soydan değildir. Hem büyük Müslüman, hem de bilmeden salibe yardımcı .İlahi takdir .
Timurlenk, şiddetli Müslüman, fakat kılıcından başka hiçbir keskin idraki olmayan, kör nefsaniyetli öyle bir hükümdardır ki, yarının keşfine ait en küçük harfi bile heceleyebilmekten âciz ve yıktığının Müslüman, yaptığının ise Hristiyan olduğu muhasebesine bağlı bir sezişten mahrumdur,
«Altun Ordu» veya «Altun Orda», Türk’ün İslamiyet’i kabulünden sonra teşkilâtlandırdığı, yolu ve gayesi belirli ideal ordularından biridir ve devletine de aynı ismi vermiştir. 1237-1238 Batı seferi neticesinde Batu Han, Aşağı İdil boyunca Altun Ordu devletini kurdu ve büyük hamlesi olarak, Ortodoks Rusya’yı bir baştan öbür başa çiğnedi. Artık bütün Knezlikler onun hâkimiyeti altında birer tebaacık .Batu Han Knezlik sistemini değiştirmedi ve onları Altun Ordu’ya bağlı hizmetkârlar halinde tuttu. Başta Moskova Büyük Knezliği olmak üzere Ruslar 14. Asır sonlarına kadar Türk ve Moğol boyunduruğu altında kaldılar ve nihayet Timurlenk’in Altun Ordu’yu yıkması ve Moskova Knezliğini öbür parçaları ile birleştirici şekilde ihya etmesi üzerine istiklâl ve bütünlüklerine kavuştular. Aynı Asrın ortalarına doğru da din bakımından Bizans’ı bırakıp Ortodoksluğun merkezini Moskova’ya aldılar.
MOSKOVA Cenuptan gelen toslamalar, Rusları Volga Nehrinin merkez dolaylarına doğru itmeye başladı. Bu yüzden Volga’nın merkez havzasında (Suzdal) knezliği kuruldu. Yeni knezlik 1147’de kendisine merkez olarak Moskova’yı kurdu. Şehir, mevkiinin merkeziyeti yüzünden tez zamanda büyüdü, terakki etti ve 1169 sıralarında Kieve de hâkim olarak bütünleşmeye başlayan Rus’a, tepesindeki haçlara rağmen Asya üsluplu ve Moskof edalı kubbeleriyle alem (sembol) olmak yoluna girdi. İşte, Türk’ün yeni zamanlar tarihini «Moskulu» diye dolduran Moskof’un, hâlâ tercümanı ve nispet ifadesi olan Moskova kurulmuştur; fakat hâlâ büyük Rus birliği meydana gelmiş değildir. 1223’de Moğollar, Azak denizine dökülen Kalka nehri üzerinde Kuman’ların imdadına koşan Rusları tuz buz edici bir bozguna uğrattılar. Ondan birkaç yıl sonra da, tepelerine halis İslam-Türk yumruğu indi ve ortada Rus hâkimiyeti, birliği, devleti diye bir şey bırakmadı. Bu yumruğu indiren, «Altun Ordu» Türkleri ve onlara başbuğluk eden Batu Han’dır.
Rus’un ırk madenine Müslüman Türk’e karşı en şifasız düşmanlık terkibi verecek olan ruhî unsur, Hristiyanlıktır ve biraz önce belirttiğimiz gibi bu Moskofluk oluşu Kiev’de ve 10. Asırdadır. Hadise, ilk kuruculardan (Rurik)’in oğlu (İgor {Игорь Рюрикович})’dan sonra hükümdarlık makamına geçen, karısı (Olga) marifetiyle meydana gelmiştir. (Oleg)den sonra başa geçen (İgor {Игорь Рюрикович}) 941 yılında Bizans üzerine çullandı ve feci şekilde tepelendi. Gemileri Bizans ateşiyle su üstünde yakıldı ve Anadolu yakasına çekilen askerleri Bizans kuvvetlerince perişan edildi. Bu hareket Rusların Anadolu’ya ilk hücumudur ve hayvan postlu, tolgaları boynuzlu bu vahşiler sürüsü, Bizans kuvvetleri tarafından sürülüp denize dökülmüştür. Henüz Anadolu’nun Türkler eline geçmesine hayli zaman var. (İgor {Игорь Рюрикович}), askerlerinin bir isyanı neticesinde öldü ve yerine karısı (Olga) geçti. (Mujik) taassubunun ilk tohumunu atan, bu ruhu aç kadın derhal hararetli bir Hristiyan oldu ve Kiev’de yayılmaya başlayan Hristiyanlık cereyanının başına geçti. 988-989 sularında da Knez (Vlâdimir) Hristiyanlığı o zamanki Rusya’nın resmî dini olarak kabul ve ilân etti. Hristiyanlık, biri Roma’da Katolik Kilisesi, öbürü istanbul’da Ortodoks Kilisesi halinde iki ayrı mezhep kutbu temsil ediyor ve Ruslar bu dini Bizanslılardan aldıkları için Ortodoksluğa girmiş bulunuyorlardı. İstanbul’daki Patriğe tâbi bir Metropolitlik onlara yetmişti. Tâ Bizans’ın yıkılışına kadar sürecek olan bu bağlantı, vahşi Rus’a ilk ruh kültürünü aşılamış, ona devrin güya medenî Garp dünyası yolunu açmış ve ırkî, dinî niteliklerin karışımı halinde 10 asır müddetle devam edecek olan Moskof karakterini dokumaya başlamıştır. Bu karakter, kör bir Hristiyanlık taassubu içinde, üst tabakadakilere kuduz bir İslam ve Türk düşmanlığı aşılayan, alt tabakadakileri de Asyaî bir vahşetle üsttekilerin kulu ve kölesi olmaya zorlayan bir ruh haletidir ki, 10. Asırdan 20. Asra kadar derece derece terakki etmiş ve bilhassa 17. Asırdan sonra 3 asır süresince Avrupa medeniyeti adına Türk’ü yeryüzünden tasfiye etmek idealinin baltasını elinde tutmuş, Batı alemince bu dâvadan dönüldüğü halde o, eski ve mutaassıp Batıyı yürütmekte ve böylece kendisini Batılı zannettirmekte kusur göstermemiştir. Hükmümüz, Moskofu, membaından mansıbına kadar bütün davranışlarıyla özleştiren en mahrem karakter teşhisidir. Hristiyanlık ve Ortodoksluk hüviyetinden sonra Rus’u, gittikçe koyulaşan bir milli vahdet içinde görüyoruz. 12. Asır sonlarında Ortodoks Rusya birçok knezliklere (derebeyliklere) bölünmüş, henüz bütünlüğünü bulamadığı halde garpta Katolik Lehlilere, cenupta da Müslüman topluluklara karşı mücadele zorunda bulunuyor ve bu bakımdan parçaları arasında bir katışma ihtiyacı, birleşme hasreti yaşatıyordu. Bu parçalar arasında, maddede bütünleşmeden mânada birleştirici bir ahenk arama gayreti .