İçeriğe geç

Monadoloji Kitap Alıntıları – Gottfried Leibniz

Gottfried Leibniz kitaplarından Monadoloji kitap alıntıları sizlerle…

Monadoloji Kitap Alıntıları

_Algılarımızda, farkına varılmış iştah kabartan hiçbir şeyimiz olmasaydı, daima baygın kalacaktık ve bu da çırılçıplak monadların hâlidir. Monad, en küçük temel parçacık, töz, her şeyin ilk nedeni, tanrı parçacığıdır.
_Hafıza, ruhlara bir tür zincirleniş sağlar. Yeniden canlandırma yoluyla hafızalarında evvelki algıya bitişik olan şeyi beklediğini ve o ilk tecrübelerinde edinmiş olduklarına benzer hislere kapıldıklarını görürüz. Meselâ, köpeklere sopa gösterildiğinde, evvelce yedikleri köteğin acısını hatırlayıp viyaklayarak kaçarlar.
_Eylemlerimizin dörtte üçünde ampiriğiz. Meselâ, yarın güneşin doğacağı beklentimiz, ampirik bir davranıştır, çünkü bugüne kadar hep öyle olmuştur. Yarın da öyle olacağı hükmüne akıl yoluyla varmak ise astronoma özgüdür.
_Nokta, en küçük geometrik şekildir. (Monad’ı temsil eder. (Pisagorculuk)
_Modernlerin araştırmaya değer bulmadığı barbarlığın skolastik sis perdesinin arkasında, altın gibi düşünceler saklıdır.

_Monad, bileşiklere giren, basit bir cevherden başka bir şey değildir; Madem ki bileşikler vardır, yalın cevherler de olmalıdır; zira bileşik olan, yalın olanların kümeleşmesinden başka bir şey değildir. Yok olup gidebileceği akıl alır bir yol yoktur. Şayet yalın cevherler, nitelikleri itibariyle hiç farklılaşmasaydı, eşyada/ şeylerde herhangi bir değişim algılamanın yolu olmazdı. Her Monad, diğer her birinden farklı olmalıdır; zira tabiatta, biri diğeriyle mükemmelen benzer olan ve aralarında içsel bir fark ya da meşrep temeline dayalı bir fark bulmanın mümkün olmayacağı iki varlık asla yoktur.
_Bireyleşim ilkesi: Skolastik felsefedeki ilke. Kâinatta birbiriyle tam olarak aynı iki şeyin var olmadığına ilişkindir.
_Cevhere ilişkin farklı öğretiler iki gruba ayrılabilir: Demokritos’un ve Descartes’ın öğretilerine; fizikî öğretiye ve matematik öğretiye. Leibniz/e göre hakikî cevher, Demokritos’un maddî atomları kadar, hattâ mümkünse ondan daha da reel ve Descartes’ın matematik noktalan kadar kat’i olmalıdır. iki safhadan oluşur: İlk safhada cevherin tabiatı dışarıdan belirlenir; İkincisindeyse içerisinden. İlk bakış açısıyla cevher, kuvvenir; ikinci bakış açısıyla ise ruh.
_Kartezyenleri sadece Akıllı ruhların Monad olduğuna ve Hayvan Ruhlarının mevcut bulunmadığına inandıran da budur;
Descartes ve Kartezyenler açısından, , benim bilincimde bulunduğu sırada onu algılamadığım herhangi bir içerik söz konusu değildir.
Kartezyen bakış, bilinçaltı” mefhumunu dışlar. Oysa Leibniz’e göre, bizim bilincimizde bulunan, ama farkında olmadığımız içerikler de söz konusudur. Bu itibarla Leibniz modern bilinçaltı psikolojisinin temellerini atmıştır. Kartezyenler uzun bir baygınlığı, nihaî ölümle karıştırmaları, hem de ruhların birbirinden bütünüyle bağımsız olduğu biçimindeki Skolastik önyargıya kapılmaları ve ruhların fâniliği görüşü çerçevesinde akıllı ruhların bile bozulduğunu [sütün bozulmasındaki gibi] onaylamaları da bundandır.
Kartezyen terminolojide his/duyum olarak adlandınlan şey, “algı” olarak adlandırılan şeyi önceler. Oysa Leibniz’de bunun tam tersi geçerlidir. Yani ona göre “algı olarak adlandırılan durum, his/duyum olarak adlandırılan durumu önceler.
_Descartes’ın “mükemmellik” (yetkinlik) anlayışını eleştiriyor. Descartes mükemmellikten, bağımlı/tâbi olmama durumunu anlar; ruhların mükemmelliği, birbirleri kadar gövdeden/cisimden de bütünüyle bağımsız olmalarından gelir. Leibniz’e göre ise, böylesi bir “tam bağımsızlık” hâli bir tek Tanrı’ya mahsustur.
_ Fark ettiğimiz bir düşünce kırıntısının bile, ilişkin olduğu objedeki bir çeşitlenmeyi içerdiğini anladığımızda, yalın cevherdeki çokluğu/çeşitliliği bizzat tecrübe ederiz. Böylece, ruhun yalın bir cevher olduğunu teşhis eden herkes, Monaddaki çokluğu/çeşitliliği de teşhis etmelidir.
_Makinenin içi gezildiğinde sadece birbirini iten parçalar görülecektir ama bir algıyı açıklayacak herhangi bir şeye rastlanmayacaktır. Bu itibarla, algının aranması gereken yer, bileşik cevher veya makine değil, yalın cevherdir. Bunlar, yani algılar ve onların değişimleri de yalnızca yalın cevherde bulunur. Yalın cevherlerin bütün iç Etkinlikleri/Eylemleri de sadece ve sadece algılardan ve onların değişimlerinden ibaret olabilir.
_Tanrı, mümkün olması bakımından mevcudiyeti zorunlu tek varlık olma ayrıcalığını haizdir. Ve hiçbir sınır, hiçbir inkâr/olumsuzlama ve dolayısıyla hiçbir çelişki taşımayan şeyin imkânını engelleyecek bir şey de olmadığından, sadece bu bile Tanrı’nın mevcudiyetinin a priori bilinmesine yeter. Tanrı’nın mevcudiyetini ezelî-ebedî hakikatlerin realitesi üzerinden de ispatlamıştık. Nihaî ve yeter-sebep- lerini ancak, mevcudiyet sebebini kendinde taşıyan zorunlu bir varlıktan alabilecek kabil varlıklar da mevcut olduğundan, Tanrı’nın varlığım bu defa da a posîeriori ispat etmiş olduk.

_Önsöz__
_Otodidakt – özeğitimcilik _Okula gitmeden kendi kendini yetiştiren kişi. öğretmen rehberliği olmadan gerçekleştirilen eğitim şeklidir. Modern eğitimin bir tamamlayıcısıdır. Leibniz bir otodidakt idi. Her şeyin iyi yanlarını görürdü.
_Leibniz
çocukken, Virgilius, Eflâtun, Aristoteles ve diğer birçok kadim filozofun eserlerini okudu. Oyun oynar gibi Yunanca ve Latince öğrendi. On beş yaşına kadar ise, Bacon, Cardan, Campaııella, Kepler, Galilei gibi modern filozoflar ile bilim adamlarının eserlerini inceledi. Hukuk doktorasını, henüz yirmi yaşındayken savunduğu teziyle bitirdi. 40 yıl hanoferden pek ayrılmadı. Hannover’in filozofu” diye anıldı. Çalışmalarını Almanca yerine, genellikle Latince ve Fransızca kaleme aldı.
_Yeniçağ felsefesindeki ilke, kâinatta birbiriyle tam olarak aynı iki şeyin asla var olmadığına ilişkindir.
_Leibniz, Pascal’ı taklit etmekle yetinmedi; onu aştı da. Pascal’ın makinesi sadece toplama ve çıkarma yaptığı hâlde, Leibniz’inki çarpma ve bölme, hatta kök alma işlemleri yapıyordu.
_Nâmını yürüten, matematikteki büyük keşfini ortaya koydu: Diferansiyel hesap.
_ Küçük algılar” ruha, sonsuz küçük nicelikler ise maddeye aittir; Leibniz ahlâkî dünyayı ve fizikî dünyayı benzer şekilde kavrama eğilimi itibariyle, maddî dünyanın araştırılmasına tatbik ettiği “sonsuz küçükler” ideasınm doğurduğu başarılı sonuçları görünce doğal olarak, ruhta da sonsuz küçükler ve süreklilik olduğunu kabul etmiştir.
_Ortaçağ’da her iki kilisenin de karşılıklı ödünler vererek birleşip mutabık kalabileceğini düşünüyordu.
_Lunebourg sülalesinin tarihini yazma görevini üstlendi.
_Hem ülkesinin, diğer milletler ile rekabet edebilecek daha yüksek bir seviyeye gelmesini, hem de bilimin ve uygarlığın en yüksek muhafızı olarak gördüğü Hristiyan milletlerin güvenliğini ve ahengini arzuluyordu. Leibniz bu amaçla XIV. Louis’ye ordularını Mısır’ın fethinde kullanmasını tavsiye ederek çağrıda bulunmuştur. Bu ülkenin fethi iki sonuç doğuracaktır: Fransa’nın West- phalia antlaşmasının çizdiği sınırlar dâhilinde tutulması ve Avrupa’da barbarlığın son kalesi olan Türkiye’nin geriye püskürtülmesi. Çağrısının sonuçsuz kalınca Büyük Petrus’a yönelmiştir. Viyana’daki bu ikâmeti esnasında, kendisine Monadologie’yi ithaf edeceği Prens Eugene de Savoie ile tanışır.
_Descartes açıklığı, hakikatin alâmeti olarak görüyordu ve seçikliği de, açıklık ile aynı şey olarak mütalâa etmemekle birlikte, en azından ona doğal olarak eşlik eden bir şey sayıyordu. Leibniz’e göre ise, açıklık ve seçiklik hiçbir surette birbirini gerektiren şeyler değildir. Açık olan, bir şeyi yekdiğerinden ayırt etmeye imkân veren bir bilgidir; seçik \ dişti nete] olan ise, bir şeyin detaylarıyla bilinmesidir.
_Levh-i mahfuz ile insan hürriyeti, İlâhî iyilik ile kötülük problemi arasındaki ilişkiler üzerine tefekkür etme yönünde felsefî temalara karşı, boyle : rasyonel bir imanın imkânsız olduğu sonucuna varması karşısında, Prusya kralı Leibııiz’den bu meselelere çözüm getirmesini talep eder. Kötülüğün, dünyaların en iyisinin kaçınılmaz şartı olduğunu ortaya koyar.
_Leibniz’in dehası, kâinatın ahengini seçik bir bakışla temaşa etmek için kendi kıvrımlarını açıp seren bir monadı andırır. Bir ömre bu kadar farklı çalışmayı sığdıran başka kimse herhalde yoktur: felsefeyle dini bağdaştırma çabası…

Ruh faaliyet gösterebildiği kendi bölmesinde, kendi küçük dünyasında Tanrı’nın daha büyüğünde yaptıklarını taklit eder.
Ruhun ancak zamanla hissedilir biçimde gelişebilen bütün kıvrımlarını açabilseydik her bir ruhta evrenin bütün güzelliğini temaşa edebilirdik.
Algılarındaki sıralanmalar sadece bellek ilkesine tabi olduğu oranda insanlar da hayvanlar gibi hareket ederler; bu bakımdan insanlar bilmeden, deneme yanılma yoluyla meslek icra eden ampirik hekimlere benzerler.
Artma, azalma ve hareket haricinde, maddede bir tür değişim [ alteratione ] dolayısıyla da heterojenliği varsaymaya ihtiyacımız var. Ancak bizzat cevherde herhangi bir doğum veya bozulma kabul etmiyorum.
Farkındalık her ruha verilmediği gibi verildiği ruhlara da daima verilmez.
Zaman mutlak değildir, aslında zaman bir ardışıklık düzeninden başka bir şey değildir.
Her ruh sonsuzu bilir, her şeyi bilir, ama ancak bulanık şekilde bilir.
Doğum dediğimiz şey gelişme ve büyümedir; ölüm dediğimiz şeyse kuşatılma ve küçülme.
Ruh hiçbir zaman cismi bütünüyle terk etmez ve asla bir cisimden bambaşka bir cisme geçmez. Şu halde ruh değişimi yoktur, sadece başkalaşım söz konusudur.
Her ruh sonsuzu bilir, her şeyi bilir, ama ancak bulanık şekilde bilir.
Farkındalık her ruha verilmediği gibi verildiği ruhlara da daima verilmez.
Doğum dediğimiz şey gelişme ve büyümedir; ölüm dediğimiz şeyse kuşatılma ve küçülme.
Sonuç olarak her cisim evrende olup biten ne varsa hisseder ( )
Keza iki tür hakikat vardır: Akli hakikatler ve olgusal hakikatler. Akli hakikatler zorunludur ve karşıtları olanaksızdır; olgusal hakikatler ise muhtemeldir ve karşıtları olanaklıdır. Bir hakikat zorunluysa zeminine analiz yoluyla ulaşabiliriz; yani onu daha basit idealara ve daha basit hakikatlere ayrıştırıp sonunda ilk hakikatlere erişebiliriz.
Basit bir cevherin şimdiki hali önceki halinin doğal bir devamıdır; öyle ki şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.
“Limana yanaştığımı sanarken,tekrer denize açılıyordum.”
Bana göre algı çokluğun basitteki temsilidir; iştiha ise bir algıdan diğerine meyildir: Bu ikisi her monadda mevcuttur, çünkü aksi takdirde monadın başka şeylerle münasebeti olamazdı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Tüm zihinler topyekûn Tanrı Devleti’ni, yani en mükemmel hükümdarın egemenliğindeki olası en mükemmel devleti oluştururlar.
Yine buradan, mahlukattaki mükemmelliğin Tanrı’nın nüfuzundan, kusurların ise sınırsız olamayan kendi yaptıklarından kaynaklandığı sonucu çıkar. Nitekim mahlukatın Tanrı’dan ayrıldığı nokta da burasıdır. Mahlukattaki bu kökensel kusurluluk, cisimlerdeki doğal atalette belirgindir.
Keza zorunlu hakikatlerin bilgisi ve bilgiden yaptığımızdan soyutlamalar sayesinde refleksif edimlere yüksekliriz; bu edimler de ben dediğimiz şeyi düşünmemizi, içimizde olanları tartmamızı sağlar. Böylece kendimizi düşünerek, cevheri, basiti ve bileşiği, cisimsiz olanı düşünürüz; hatta bizde sınırlı olanın onda sınırsız olduğunu tasavvur ederek Tanrı’yı ​​düşünürüz. Bu refleksif edimler akıl yürütmemizin ana malzemesini temin ederler.
Zorunlu ve ezeleî-ebedî hakikatlerin bilgisi bizi hayvanlardan ayırır, bize aklı ve bilimleri bahşeder; bizi, kendi kendimizi ve Tanrı’yı tanıma mertebesine çıkartır. Ve insanda olduğu söylenen akıllı ruh, yani zihin de bundan ibarettir.
Nitekim bazen hiçbir şey hatırlayamadığımız ve hiçbir belirgin algıya sahip olmadığımız bir hali tecrübe ederiz; bayıldığımızda veya rüyasız, derin uykuya daldığımızda olan budur. Bu hal içerisinde ruh basit bir monaddan pek de farklı değildir; fakat bu hal devamlı değildir ve ruh kendisini bu durumdan sıyırabildiğı için basit monaddan fazla bir şeydir.
Monadların ancak bir hamlede meydana gelip, bir hamlede son bulduklarını söyleyebiliriz, yani monadlar ancak yaradılışla meydana gelebilirler ve ancak yok oluşla son bulabilirler; oysa bileşik olan parça parça meydana gelir ve son bulur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Basit bir cevherin şimdiki hali önceki halinin doğal bir devamıdır; öyle ki şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.
Çünkü farkında olduğumuz kuvvetli algılarımız ve iştihalarımız farkında olmadığımız sonsuz sayıda küçük algı ve eğilimden meydana gelir.
Devinim zaman ve yere göre değişim fenomenidir; cisim değişen fenomendir. Basit cevherlerin algılarında temellenmiş olan devinim yasaları nihai sebeplerden veya uyumdan kaynaklanır ki, bu algılar gayrimaddidirler ve her bir monadda bulunurlar. Ancak madde cevher olsaydı bu algılar kaba nedenlerden veya geometrik zorunluluktan kaynaklanır ve olduklarından bambaşka olurlardı. Cevherlerin algılarından ve iştihalarından başka faaliyeti yoktur; diğer tüm faaliyetler tıpkı diğer tüm failler gibi fenomenlerden ibarettir.
her zihin kendi bölmesinde küçük bir ilah gibidir.
65. Doğanın müellifi bu ilahi ve harikulade sanatı icra edebilmiştir, çünkü maddenin her kısmı, eskilerin de fark ettiği gibi sonsuza dek bölünebilir olmakla kalmaz, nihayetsiz olarak ve bilfiil alt kısımlara da bölünmüştür; her parçası kendisine has hareketi olan parçalardan oluşur. Zaten aksi halde maddenin her bir kısmının bütün evreni ifade etmesi mümkün olmazdı.
.. Bize oldukça yakın olan hayvanların . Sadece cisim olmakla kalmayıp bir ruh taşıdıkları muhtemel görünmektedir..
İnsanda cismin ötesinde, parçalarına ayrışırılamayacağı için gayri maddi ve ölümsüz olan bir cevher vardır.
Zira özlerde ya da mümkünlerde veya ezelî-ebedî hakikatlerde bir gerçeklik varsa bu gerçeklik var olan ve fiilî bir şeye, dolayısıyla da zorunlu varlığın varoluşuna dayanmalıdır; bu zorunlu varlığın özü varoluşunu içerir, yani mümkün olması fiilî olması için yeterlidir.
Ruhun ancak zamanla hissedilir biçimde gelişebilen bütün kıvrılmalarını açabilseydik her bir ruhta evrenin bütün güzelliğini temaşa edebilirdik.
Şeylerin bu nihai zeminine Tanrı denir.
Yeterli zemini olmayan hiçbir şey vuku bulmaz;
Hayvanların/canlıların algıları arasında, akla benzeyen bir bağ vardır, ancak bu benzerlik hiçbir şekilde sebeplerin bilgisinde değil, sadece olguların veya etkilerin hatırlanmasında temellenir İnsanlarda ampirik oldukları oranda, yani hareketlerinin dörtte üçünde hayvanlar gibi davrananlar..
Cevher fiile muktedir varlıktır.
Doğada her şey sonsuza gider, öyleyse sadece ruhlar değil hayvanlar da varlığa getirilemezler ve yok edilemezler; hayvanlar açılırlar, bükülüp katlanırlar, türlü kisvelere girip çıkarlar ve dönüşürler sadece. Ruh hiçbir zaman cismi bütünüyle terk etmez ve asla bir cisimden bambaşka bir cisme geçmez. Şu halde ruh değişimi yoktur, sadece başkalaşım söz konusudur. Hayvanlar/canlılar ancak bazı parçaları alarak veya terk ederek değişirler ki, beslenme sürecinde bu yavaş yavaş, hissedilmeyecek kadar küçük parçalar halinde, ama sürekli gerçekleşir. Pek çok parçanın birden edinildiği veya kaybedildiği gebelikte veya ölümde ise bu değişim aniden ve fark edilir şekilde, fakat nadiren olur.
Hayvanların/canlıların algıları arasında, akla benzeyen bir bağ vardır, ancak bu benzerlik hiçbir şekilde sebeplerin bilgisinde değil, sadece olguların veya etkilerin hatırlanmasında temellenir. Sözgelimi köpek dövüldüğü sopayı görünce kaçar, çünkü sopanın yol açtığı acı bellek tarafından canlandırılır. İnsanlar da ampirik oldukları oranda, yani hareketlerinin dörtte üçünde hayvanlar gibi davranırlar. Örneğin yarın günün doğacağını umarız, çünkü deneyimimiz hep bu yönde olmuştur. Bu olayı sadece gökbilimci akılla öngörür ve gündüzün sebebi olan güneş ebedî olmadığından ve tükeneceğinden bu öngörü bile günün birinde boşa çıkacaktır.
Ruh kendi yasalarına tabidir, cisim de kendininkilere..
Doğum dediğimiz şey gelişme ve büyümedir; ölüm dediğimiz şey ise kuşatılma ve küçülmedir.
Hipokrates’in dediği gibi [sumpnoia panta] her şey birlik halindedir.
Öyle ki şimdiki zaman gelecekle yüklüdür
Ama biri de kalkıp, bu adamın bu günahı kesinlikle işleyeceği de nereden çıkıyor? diye soracak olursa, bunun karşılığı çok kolaydır: aksi halde, bu adam o adam olmazdı. Zira Tanrı gelecekteki bu hür eylemin onun mefhumuna veya ideasına dahil olduğu belirli bir Yehuda’nın var olacağını baştan görür. O halde geriye şu soru kalır: ancak Tanrı’daki ideasında mümkün olan böyle bir hain Yehuda, niçin fiilen mevcuttur? Fakat bu soruya, bu dünyada verilecek hiçbir cevap verilemez; genel olarak söylenebilecek tek şey şudur : madem ki Tanrı, öngördüğü günaha rağmen Yehuda’nın mevcut olmasını uygun bulmuş­tur, bu kötülük kainatta fazlasıyla telafi edilse gerekir, Tanrı bundan en büyük hayrı çıkarsa gerekir ve neticede, bu günahkarın mevcudiyetinin de içinde yer aldığı eşyanın bu sıradüzenini, mümkün diğer şekilleri arasında en mükemmeli bulmuş olsa gerekir.
Platon görüşünü hoş bir deneyle teyit de eder: küçük bir erkek çocuğu konuya dahil ederek, ona hiçbir şey öğretmeden, yalnızca sırayla ve yerli yerince sorular yönelterek hissettirmeden eş ölçülemezlerle [incommensurables] ilgili çok zor geometrik
hakikatlere onu vardırır. Bu da ruhumuzun, bütün bunları zımnen/ örtük halde bildiğini, hakikatleri bilmek için yalnızca dikkate ihtiyaç duyduğunu ve dolayısıyla da en azından bu hakikatlerin tabi olduğu idealara sahip olduğunu gösterir. Hatta onlardan, idealar arasındaki bağıntılar anlaşıldığında, ruhun bu
hakikatleri önceden bildiği de söylenebilir.
Bir mefhum imkansız olduğunda, onun bir ideasına hiç sahip olmadığımız açıktır. Ve ideaya sahip olduğumuz halde onu temaşa etmiyorsak, bilgimiz bu esnada ancak farazidir.
Tanrı daima ve muhakkak en iyiyi tercih etse bile, bu, daha az mükemmelin -hiç cereyan etmeyecekse bile- bizzat var olmasını engellemez; zira onu bir kenara bıraktıran, imkansızlığı değil, mükemmel olmamasıdır. Karşıtı mümkün olan şeylerin hiçbiri de zorunlu değildir.
Fakat bundan dolayı, kabil hakikatler ile zorunlu
hakikatler arasındaki fark güme gidecekmiş, insan hürriyetine hiç yer kalmayacakmış, mutlak bir kader eylemlerimize ve dünyadaki diğer bütün olaylara egemen olacakmış gibi gelebilir. Ben buna, kesin ile zorunlu olan arasında bir ayrım yapmak gerektiği cevabını veririm: Tanrı onları öngördüğünden, gelecekteki kabil olayların [futurs contingents] teminat altına alınmış olduğu hususunda herkes mutabık kalır, ama bundan dolayı kalkıp da onların zorunlu olduğu söylenemez. Fakat, (denecektir ki) eğer bir sonuç, bir tanımdan ya da mefhumdan yanılgısız biçimde tümdengelimle çıkarılabiliyorsa, o sonuç zorunlu olacaktır. Bir kişiye vaki olması gereken her şeyin -çemberin özelliklerinin, tanımında içerildiğindeki gibi- onun yapısında veya mefhumunda en baştan kuvve halinde ihtiva edildiğini söylediğimizde de, sıkıntı hala sürer. Sıkıntıyı sağlam bir biçimde bertaraf etmek için, bağlantının [connexion] veya birbirini izlemenin [consecution] iki türlü olduğunu söylerim: biri, aksinin çelişki barındıracağı, mutlak surette zorunlu olandır ki bu çıkarım türü geometrideki hakikatler gibi ezeli-ebedi hakikatlerde olur; diğeriyse, ex hypothesi ve adeta tesadüfen zorunludur ama, aksi, hiçbir surette öyle değilken, o kabildir. Ve bu bağlantı da Tanrı’nın yalın müdrikesinde ve tamamen saf idealar üzerinde değil, Tanrı’nın hür takdir edişlerinde ve kainatın sıradüzeninde temelini bulur.
Uti minus malum habet rationem boni, ita minus bonum habet rationem mali*
-Kötünün azına iyi, iyinin azına kötü karışmıştır.
Leibniz’in medeniyetin gelişimi için kurduğu planlardan biri, XIV. Louis’nin Almanya ve Avrupa için kuşku uyandırıcı ordularını, modern kültürün düşmanlarına karşı çevrilmesiydi. Leibniz’in bunun için hayâlini kurduğu yol, XIV. Louis’nin, Avrupa’da barbarlığın son kalesi olan Türkiye’nin de tasfiye edilmesi sonucunu doğuracak olan Mısır’ın fethine karar vermesiydi. Leibniz bu amaçla Paris’te diplomatik bir misyon üstlendi. Mart 1672’de üstlendiği bu misyonu, bilindiği üzere, başarısız bir teşebbüs olarak kaldı.
yeterli zemini olmayan hiçbir şey vuku bulmaz; başka deyişle her ne vuku bulduysa eşyayı yeterince tanıyan birinin onun neden başka türlü değil de öyle olduğunu belirlemeye yetecek zemini bulabilmesi gerekir. Bu ilke vazedildikten sonra sorulması yerinde olacak ilk soru şudur: “ Niçin hiçlik yerine şeyler var?” Zira hiç, bir şeyden daha basit ve kolaydır. Dahası, şeylerin var olma zorunluluğu varsayılırsa, niçin başka şekilde değil de böyle olmak zorunda olduklarının zeminini bulabilmek gerekir.
“ tüm zihinler topyekûn Tanrı Devleti’ni, yani en mükemmel devleti oluştururlar.”
Limana yanaştığımı sanarken , tekrar denize açılıyordum
Basit bir cevherin şimdiki hali önceki halinin doğal bir devamıdır, öyle ki şimdiki zaman gelecekle yükümlüdür
Görünür şeyler arasında düşünceye en yakın olan şey aynadaki surettir ve şeylerin beyindeki kopyası aynadaki suretten daha kesin olamaz. Fakat bir suretin kesinliği yansıdığı yerde hiçbir algı üretmez.
Farkındalık her ruha verilmediği gibi verildiği ruhlara da daima verilmez.
Doğada her şey doludur.
Zeki bir varlık her şeyin nedenidir ve o, eşyayı/şeyleri tanzim edip süslemiştir.
Kötünün azına iyi, iyinin azına kötü karışmıştır.
Tanrı mutlak surette mükemmel bir varlıktır.
Hiçbir kısmın/parcanın olmadığı yerde de ne uzam, ne şekil, ne de bölünebilme imkan dahilindedir. Ve bu Monadlar, Tabiatın hakiki Atomları ve tek kelimeyle şeylerin unsurlarıdır.
Monadların ne başı ne de sonu olacağından bahsedilebilir, yani onlar ancak bir anda yaratılmakla başlayıp bir anda iptâl edilmekle son bulubilir; oysa bileşik olan şey, kısımlarıyla başlar ya da son bulur.
Her şeyin iyi yanlarını görmek gerekirmiş.
Leibniz her şeyin altında yatan insan zihninin tarihini görmeyi hedeflemiştir.
Tanrı kendine yaraşmayan bir eyleme girişmez.
Bir yerde olmak sade dışsal bir belirlenim değildir; aslında hiçbir dışsal belirlenim yoktur ki temelinde bir içsel belirlenim olmasın.
çünkü her monad kendi tarzında evrenin aynası olduğundan ve evren mükemmel bir düzen içinde tanzim edildiğinden evreni temsil edende de düzen olması gerekir; yani ruhun algılarında, dolayısıyla cisimde de evrenin kendisine göre temsil edildiği düzen bulunmalıdır.
Basit bir cevherin şimdiki hali önceki halinin doğal bir devamıdır; öyle ki şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.
Basit bir cevherin şimdiki hali önceki halinin doğal bir devamıdır; öyle ki şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.
Ama Tanrı dünyaların en mükemmelini, yani, çizilmesi kolay, özellikleri ve ürettiği sonuçlar pek hayranlık uyandırıcı ve büyük bir alana yayılmış olacak geometrik bir çizgi için de söz konusu edilebileceği gibi, hipotezleri bakımından en sade, fenomenleri bakımından ise en zengin olan dünyayı tercih etmiştir.
Böylece, Tanrı dünyayı hangi tarzda yaratmış olursa olsun, dünyanın hep düzenli yaratılmış olacağı ve belirli bir genel düzen içinde bulunacağı söylenebilir.
Zira, cihanşümul/evrensel düzen açısından bakıldığında, orada her şey uyumludur.
Tanrı’nın himmet buyurduğu şeyler ya da faaliyetleri, genellikle, nizamî ve gayrinizamî olmak üzere ikiye ayrılır. Ama Tanrı’nın düzen dışı hiçbir şey yapmadığını dikkate almak yerinde olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir