İçeriğe geç

Moderleşen Türkiye’nin Tarihi Kitap Alıntıları – Erik Jan Zürcher

Erik Jan Zürcher kitaplarından Moderleşen Türkiye’nin Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Moderleşen Türkiye’nin Tarihi Kitap Alıntıları

Türkler,bir İslâm devleti istedikleri için değil,yoksulluk ve yolsuzluğa son vereceğine inandıklarını için Erdoğan’a oy vermişlerdi.
1930’larda daha da aşırı politikalar izlendi ve o andan itibaren ayrı bir Kürt kimliğinin varlığı resmen yok sayıldı.Artık Kürtler,resmî düzeyde,Fas kültürünün etkisiyle Türklüğünü kaybetmiş Türk kabileleri olarak görülüyordu.
1927’de onaylanıp birkaç yıl içinde uygulanan plan çerçevesinde Doğu’da son derece katı bir askerî rejim yürürlüğe kondu.Kamusal alanda Kürtçenin kullanımı yasaklandı.Doğu vilayetlerinde Kürtler’in yargı mensubu olarak görev yapmalarına müsade edilmedi.
Önderlerinden bir çoğu idam edildi ve 20 binden fazla Kürt,Güneydoğu’dan tehcir edilerek,zorla ülkenin batısına yerleştirildi.Hükümet artık Kürtlere yönelik siyasetini baştan sona değiştirmeye karar vermişti.Sonuç olarak Islahat Planı oldu.
1926’da Ağrı Dağı yamaçlarında yeni bir Kürt isyanı çıktı ve dört yıl sürdü.Bu isyan Şeyh Sait isyanının doğrudan sonucu olarak düşünülebilir,ancak bu isyan yayılmadı.İsyan sona erdikten sonra hükümet,askerî müdahaleler ve İstiklal Mahkemeleri yoluyla Kürtler’i çok sert cezalara çarptırdı.
geçmişi, bugünü ve geleceği tartışmayı neredeyse Orwell’vari tarzda yasaklamaktaydı.
Bu örgüt, komünistlerin yönetime el koymaları halinde direnişi örgütlemek amacıyla 1959’da Amerikalıların yardımıyla kurulmuştu. Halk kontrgerillanın varlığından 20 yıl sonra Ecevit başbakanken haberdar oldu .
Gatwick havaalanındaki uçak kazasından sağ kurtulmuştu. Türk radyosu ve parti tarafından fazlasıyla kullanılan bu mucizevi kurtuluş, birçok dindar Türk’ü, Menderes’in Allah tarafından halkı yönetmek için seçilmiş insanüstü bir şahsiyet olduğuna inandırmıştı
1925’ten önce yapılan oylamalar bile sonucu baştan bilinen oylamalardı. Tek parti dönemindeki oylamalar bir formaliteye dönüşmüştü.
Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu’nun ilân edilmesinden itibaren Türkiye’nin yönetim biçimi, bir otoriter tek parti yönetimi, açıkçası, bir diktatörlüktü. Takrir-i Sükun Kanunu’nun ve bu yasa gereğince kurulmuş olan mahkemelerin 1925-1926 yıllarında bütün muhalefeti susturmada nasıl kullanılmış olduğunu ve Mustafa Kemal’in 1927’deki büyük nutkunda bu bastırma eylemini nasıl haklı çıkardığını görmüştük. Takrir-i Sükun Kanunu, hükümetin bu yasayı kaldırmakta artık bir sakınca görmediği 1929 yılına kadar yürürlükte kaldı. Cumhuriyet Halk Fırkası her bakımdan bir iktidar tekeli kurdu ve 1931’deki parti kongresinde Türkiye’nin siyasal sistemi tek parti sistemi olarak resmen ilân edildi.
Batılılaşmış Osmanlı Hristiyanları ve kuşkusuz yabancılar, çoğu zaman bu kişileri anlamadıkları bir uygarlığı taklit eden Doğulular olarak görüp alaya alıyorlardı.
Ne var ki alt bürokratların birçoğu Batı hakkında sırf yüzeysel bilgiye sahiplerdi ve geleneksel Osmanlı usullerini züppece reddederek bu eksik bilgiye bel bağlar olmuşlardı.
Yolsuzluk devlet memurlarına has kalıcı bir hastalık olarak kaldı.
Adalet ve onun sağlanmasında devletin rolü, Osmanlı toplum düşüncesini anlamanın anahtarıydı.
AKP, ülkeyi farklı bir kültürel yöne sevk etme hakkı olduğuna inanıyordu çünkü kendini milli irade nin temsilcisi olarak görüyor, Türkiye yurttaşlarının çoğunluğunun partiye oy vermediği gerçeğini net şekilde göz ardı ediyordu. Bu kuşkusuz Türk siyasetinde, Menderesli günlere kadar giden tanıdık bir sorundu.
Ayrıca, bu dörtlünün, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın da kalmakta olduğu, deniz kenarındaki bir tatil beldesinden yeni döndükleri de ortaya çıktı. Çiller’in kirli savaş ının merkezinde yer alan eski polis şefi ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, siyasal kariyerini sürdürdü ve hem 1999’da, hem 2002’de Elazığ bağımsız milletvekili olarak meclise seçildi.
Devlet ve organize suçlar arasındaki yakın bağların varlığı, 3 Kasım’da, Susurluk kasabasında yaşanan bir otomobil kazasıyla doğrulanmış oldu. Otomobilde dört kişi vardı: üst düzey bir polis, devlet taraftarı bir Kürt aşiret reisi (ve DYP milletvekili), eski bir güzellik kraliçesi ve 1980 öncesinde yedi solcu öğrenciyi öldürmüş ve Papa’ya suikast girişimine dolaylı olarak karışmış olan eski ülkücü terörist Abdullah Çatlı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
1996’nın ilkbaharında, Tansu Çiller, 1995 seçimlerine birkaç hafta kala niteliği belirsiz güvenlik harcamaları için bütçeden yasadışı şekilde para çekmekle suçlandı. MİT tarafından -muhtemelen yeni Çiller ve Erbakan koalisyonunu çökertmek maksadıyla- sızdırılan bu istihbarat raporuna göre, bu para, PKK’ya ve sempatizanlarına karşı gizli operasyonlar yapan ve Çiller ile İçişleri Bakanı -ve eski Emniyet Genel Müdürü- Mehmet Ağar tarafından yönetilen, gayriresmi bir devlet çetesi ne harcanmıştı.
Alparslan Türkeş’in dışındaki siyasal parti liderleri tutuklandı, saklanmış olan Türkeş iki gün sonra teslim oldu. Bütün ülkede olağanüstü hal ilân edildi ve yurtdışına çıkışlar yasaklandı
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Radikal dinci çevrelerde büyük saygınlığa sahip Panislamist şair
Mehmet Akif (Ersoy) tarafından yazılmış olmasına rağmen Türk ulusal marşını söylemeyi reddetmişlerdi
Ecevit halkın gözünde kazandığı bu yeni itibarı sayesinde erken
seçimle salt çoğunluk elde edeceğini hesaplayarak, 16 Eylül 1974’te istifa etti. Bu büyük bir stratejik hataydı.
Ecevit, ilkeli tutumu neticesinde parti desteğini alarak, Mayıs 1972’deki heyecanlı kurultayda İnönü’yü parti genel başkanlığını terke zorlayıp, yerine geçti. İnönü, yaklaşık 50 yıl önce kuruluşunda rol aldığı partiden Kasım ayında istifa etti.
CHP’lilere karşı en kaba yıldırma taktiklerini kullanma olanağını sağlamıştı. Bu kampanya sırasında “Ortanın solu, Moskova yolu” sloganı çok fazla kullanıldı.
Bilhassa seçimler sırasında (örneğin, Nurcu liderlerle alenen yakınlaşarak) partinin İslâmi niteliğinin ve geleneksel değerlerden yana olduğunun altını çiziyor ve sürekli bir komünizm aleyhtarı propaganda ve sol hareketi hırpalama kampanyası sürdürüyordu
Menderes gibi Demirel de halk diliyle konuşabilen bir
hatipti. Bunu İnönü ve öteki Kemalist siyasal liderler ya da Aybar gibi sosyalistler, hiçbir zaman yapamamışlardı.
DP’nin 1958’deki parti kongresinde şöyle demişti: “İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezan Muhammediyeyi Arapçalaştırdık. Mekteplere din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur’an okuttuk. Türkiye devleti Müslümandır ve Müslüman kalacaktır.
Parti tüzüğünde değişiklik yapılarak, Atatürk “ebedi genel başkan”, İnönü ise “değişmez genel başkan” yapıldı.
Hastalığı halktan gizlenmişti (Ekim’de hastalıktan söz eden bir gazete derhal üç ay kapatılmıştı), ancak üst düzey siyasetçiler
yaklaşan sonu bilmekteydi ve böylece bir iktidar kavgası başladı.
Hayatta kalan ünlü İttihatçıların neredeyse tamamı ve o sırada yurt dışında olan Hüseyin Rauf (Orbay) ile Adnan (Adıvar) haricinde Millet Meclisi’ndeki eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tüm üyeleri tutuklanmıştı
Bu yeni partinin “Cumhuriyet” sıfatını kullanacağı söylentisi, Halk Fırkası isminin “Cumhuriyet Halk Fırkası” olarak değiştirilmesine yol açtı.
Rauf, Ali Fuat (Cebesoy), Adnan (Adıvar), Refet (Bele) ve Kâzım
(Karabekir) başkentte olmadıkları bir sırada alınmıştı. Bunlar İstanbul basınındaki mülakatlarda bu ilâna öfkeyle tepki gösterdiler;
İsmet Paşa (İnönü) kendisi dâhil kimsenin beklemediği şekilde Lozan’daki Türk heyetinin başkanlığına atandı. Mustafa Kemal’in onu seçme nedeni kısmen, İsmet’in kendisinin en sadık ve güvenilir destekçisi olmasındandı,
Ne var ki çok geç kalmıştı. Kendisi sınırda meşgulken Sakarya’daki savaş doruğundaydı. 13 Eylül zaferi yalnız Ankara’yı değil belki de Mustafa Kemal’in de konumunu kurtarmıştı. Enver iki hafta daha kaldı ve sonra temelli gitti.
Çerkes Ahmet Anzavur tarafından yönetileniydi. Bunlar, milliyetçiler adına Çerkes Ethem’in çeteleri tarafından güçlükle bastırılmıştı.
İTC lider takımı, bunun zeminini, ülkeyi terk etmeden çok önce, savaş zamanda hazırlamıştı. Lider takımı, planlarını Anadolu’da
ulusal bir direniş hareketinin oluşturulmasına dayandırmıştı;
İTC’nin savaş zamanındaki liderleri, mütareke imzalanır
imzalanmaz ülkeyi terk etmişlerdi. 1 Kasım gecesi, Cemal, Enver, Talât, Bahaettin Şakir, Doktor Nâzım ve üç kişi, Ermenilere karşı olan muamelelerinden sorumlu tutulacakları korkusuna kapılarak, bir Alman denizaltısına binip Odessa’ya gitmişlerdi
İTC, Devrimin anlamlı sonuçlar vermesi için, ekonomik bağımsızlığa ulaşmak gerektiğinin bilincindeydi.
Ancak Osmanlı hükümetinin, bilhassa da Teşkilât-ı Mahsusa’nın büyük propaganda çabasına rağmen cihat ilânının etkisi çok az oldu.
Bunlara, Komitenin (siyasal cinayetler gibi) kirli işlerini yapan ve bunalım zamanlarında onu savunmak için bir araya gelen İttihatçı saldırı taburları denilebilir.
1912 ilkbaharında yapılan seçimler Türk tarihinde, İTC’nin şiddet ve gözdağıyla çoğunluk sağlamasından dolayı “sopalı seçim” diye bilinir.
Kayzer II. Wilhelm, Osmanlı İmparatorluğu’na gerçekleştirdiği devlet ziyareti sırasında, kendini “dünyadaki 300 milyon Müslüman’ın dostu” ilân etmişti.
Abdülaziz’i ve Murat’ı tahttan indirebilenler niye kendisini de indirmesinlerdi? Bu kuşku ve bağımsızca işini yönetme arzusu, yıllar içinde tuhaflık boyutlarında bir korkuya dönüşmüştü.
Sultan Abdülaziz’in 1867’de Fransa ve İngiltere’ye yapmış olduğu seyahat görülmemiş türdendi: İlk kez bir Osmanlı hükümdarı barışçıl amaçlarla yabancı toprağına ayak basıyordu!
1844’te, şeriatın İslâmiyet’i terk edenlere şart koştuğu ölüm cezası kaldırıldı.
Sultan II. Mahmut, Osmanlıların Nizip’te Mısırlılara yenildiği haberi İstanbul’a ulaşmadan önce, 30 Haziran 1839’da veremden öldü.
Mahmut devlet gelirlerini daha etkin bir vergilendirme yoluyla artırmak ve daha fazla asker toplayabilme amacıyla, bir nüfus sayımının yapılmasını emretti.
Osmanlı Devleti Prusyalı subayları çağırmaya başladı; böylece, Osmanlı ordusunda hemen hemen bir yüzyıl kadar sürecek olan Prusya (ve sonradan Alman) nüfuzu geleneğini başlatmış oldu.
Asâkir-i Mansure-i Muhammediye (Muhammed’in eğitilmiş muzaffer askerleri) deniliyorsa da, aslında Nizam-ı Cedid ordusunun yeniden canlandırılmasıydı.
II. Mahmut, hem Nizam-ı Cedid’in sınırlı başarısına hem de kuzeni Selim’in düşüşüne ve ölümüne tanık olmuştu. Fakat bunlardan iyi ders çıkarmış olduğunu ve çok daha usta taktikler uygulayabildiğini gösterdi.
Aynı gün, şeyhülislamın ilân ettiği bir fetvayla tahttan indirildi; Fetva, reformlarının şeriatle bağdaşmadığını bildiriyordu.
Yasa önünde eşitlik modern ulus devletlerde bile, bir gerçeklik değil, bir ülküdür, ama Osmanlı İmparatorluğu’nda bu bir ülkü dahi sayılmıyordu.
Duygusal açıdan ise NATO üyeliği, Türkiye’nin nihayet batılı uluslar tarafından eşit koşullarda kabul gördüğünün bir işareti olarak algılanmıştı. Bu kanının oldukça yaygın olduğu anlaşılıyor. 1970lerde bile Türk lokantalarında “NATO şarabı” satın alınabiliyordu.
1930’lar ve 1940’larda rejimin dine olan tavrı son derece baskıcıydı, ama çok partili siyasetin getirilmesinden sonra her iki parti de Müslümanların oylarının peşinde koşmaya başlamış ve CHP 1947’deki yedinci parti kongresindeden sonra dine hoşgörü gösterir olmuştu. CHP okullara seçimlik din derslerini yeniden koymuş ve vaiz yetiştirme kursları açmıştı. Ankara üniversitesinde bir ilahiyat fakültesi kurulmuş ve 1949’da türbelerin yeniden açılmasına izin verilmişti. CHP bir yandan da, ceza yasasına, devletin laik niteliğine saldıran propagandaları kesinlikle yasaklayan 163. Maddeyi koymak suretiyle dini tepkiye karşı önlem almaya çalıştı.
19. yüzyıl boyunca, önce Balkanlar’da daha sonra da Asya’daki eyaletlerde milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında en önemli etken olmuştur.
AKP, ülkeyi farklı bir kültürel yöne sevk etme hakkı olduğuna inanıyordu çünkü kendini ”milli irade’nin temsilcisi olarak görüyor, Türkiye yurttaşlarının çoğunluğunun partiye oy vermediği gerçeğini net şekilde göz ardı ediyordu. Bu kuşkusuz Türk siyasetinde, Menderesli günlere kadar giden tanıdık bir sorundu.
Seçmen, umut vaat eden her kim olursa olsun, peşinden gitmeye hazırdı.
Felaketten sonraki ilk günlerde, devlet ve hükümet ne yapacağını bilemez gibiydi. Ankara’da siyasetçiler, rahatlamak ve kaygıları gidermek amacıyla, yinelemekten önemini yitirmiş sözleri tekrarlarken, Afet İşleri Genel Müdürlüğü pasif kalmıştı. Son derece önemli olan 24 saat içinde herhangi bir kurtarma operasyonu başlatılamamıştı. Ordu (dümdüz olmuş Gölcük’te bulunan deniz üssündeki) askerlerle ilgileniyordu ve sivillerin yaşamlarını kurtarmaya yönelik bir çabaya girişmemişti. Aralarında Yunanistan ve İsrail’in de bulunduğu pek çok ülke yardım önerisinde bulundu, uzman ekipler ve tıbbi malzeme gönderdi, ama onların bu çabalarına karşılık, devlet işbirliği yapmaya yanaşmıyordu. Malzemeler gümrüklerde geciktiriliyor ve aşırı milliyetçi Sağlık Bakanı Osman Durmuş, gerçek Türklerin yabancı kanına ihtiyacı olmadığını söyleyerek, yabancı yardımını engellemeye çalışıyordu. Gereğince hareket eden, gerçekten kahramanca davranmış olan tek örgüt, devletle bağlantısı olmayan AKUT’tu. Birkaç gün sonra devlet birimleri daha eş güdümlü ve etkili şekilde çalışmaya başladılar, ama kuşkusuz birçok afetzede için artık çok geç kalınmıştı. Devlet organlarının deprem sonrasındaki gözle görülür başarısızlığı halkı öfkelendirdi ve medyada bir eleştiri çığına yol açtı. Türkiye’de alışılmadık bir şey olarak, ordu da halkın öfkesinden muaf olmadı.
Bu okullar, nüfusun daha fakir kesimlerinden rağbet görüyordu, çünkü ucuz ve (muhafazakar Müslümanların gözünde) güvenli eğitim sunuyorlardı. Bu okullardan mezun olanlar, yüksek okul ve üniversitelere girebiliyorlardı ve bu okullar din teşkilatı içerisinde istihdam edilebilecek sayının birkaç misli öğrenci mezun ettiklerinden, mezunların çoğu ”laik ” devlet aygıtının öteki dallarında yer buluyorlardı.
Özal ve partisine olan desteğin azalmasının ana nedeni, kuşkusuz süren yüksek enflasyon (enflasyon 1980 öncesindeki yaklaşık %80 seviyesine geri dönmüştü) ve bunun satın alma gücünde sebep olduğu aşınmaydı. Ortalama ücretlinin satın alma gücü, 1980’den beri %47 azalmıştı. Bir diğer neden de, yönetimi saran, hısım ve akraba kayırıcılığı ve yolsuzluklardı.
Gökalp’e göre Türk ulusu, kendi güçlü kültürüne sahipti; bu kültür, kısmen İslam’a ve Araplara ve kısmen de Bizans’a ait olan bir Orta Çağ uygarlığının istilası altında kalmıştı. Kurtuluşun yolu ( sırf iman açısından İslamiyetin de bir parçasını oluşturduğunu düşündüğü) Türk kültürüne sahip çıkarken, bu uygarlığın yerine modern bir Avrupai uygarlığı geçirmekti. Onun gözünde Tanzimat ıslahatçılarının kusuru, Avrupa uygarlığına katılırken, kendi halklarının kültürüyle olan temaslarını yitirmiş olmalarıydı.
Balkan Savaşı İmparatorluğun diplomatik tecridini ortaya çıkarmıştı. İttihatçılar sürekli tecridin İmparatorluğun sonu demek olacağı inancındaydılar. sürekli yalnız kalmaktansa herhangi bir ittifakı kabul etmeye esasen hazırdılar.
Türkiye’de siyasal aşırılığı bu denli olağanüstü bir şiddete dönüştüren şey, büyük ölçüde ülkenin geleneksel kültürüydü: Bu kültürde onur ve onursuzluk; kişinin kendi ailesi veya aşiretiyle başka aile veya aşiret mensubu arasındaki çatışma; bir de kan davası belirleyici rol oynuyordu. Geleneksel çatışmalara, siyasal anlamlarda atfediliyordu. Bunun en açık örneği Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta gerçekleşen, Bozkurtların, -genellikle solu destekleyen- Alevilere karşı düzenledikleri bir dizi katliamın en korkuncunda yüzden fazla kişinin ölmesiydi.
1960’lar hızlı değişim yıllarıydı. İnsanlar hem fiziki hem de sosyal olarak çok daha hareketli hale gelmişlerdi. Büyümekte olan bir öğrenci kitlesi ve çoğalmakta olan bir sanayi proletaryası vardı, eğer CHP, ”Ortanın soluyuz, ” gibi parlak sözlere rağmen, geniş tabanlı bir koalisyon olarak kalmamış ve radikal politikaları tercih konusunda cesaretsizlik etmemiş olsaydı, bu grupların ikisi de, yenilenmiş bir CHP’nin doğal yuvası olabilirlerdi. Bu durum, İşçi Partisi’ne ve sonraları da militan sola bir hareket imkanı sundu.
Kabinesini ve partisini bir arada tutmak Demirel’in ana sorunuydu ve zamanının çoğunu bu meseleye harcıyordu. AP sanayiciler, küçük tüccar ve esnaf, köylüler ve büyük toprak sahipleri, dinci gericiler ve Batıcı liberallerin bir koalisyonuydu. Bu ortaklığın ideolojik tutarlılığı olduğunu söylemek zordu.
Seçim zaferi, büyük ölçüde Başbakan Adnan Menderes’in kişisel zaferiydi. Son mecliste yer alan ve yerel nüfuza sahip milletvekillerinin birçoğunun yerine, kendi seçtiklerini getirmişti. Seçimlerden sonraki aylarda birçok muhalifi partiden ihraç ederek, konumunu daha da sağlamlaştırdı. Değişen durum ve koşullar Menderes’in tavrına da yansıyordu. Eleştiriyi kabullenmek ona hep zor gelmişti, şimdiyse eleştiriye karşı bütünüyle tahammülsüzdü.
1950’lerde yetişkin Türk kadınları ortalama altı çocuk doğuruyor ve çocuklardan ikisi ölüyordu. Çocuk ölüm oranı düşünce, doğurganlık oranı da düştü. İnsanların yeni gerçekliğe alışmaları 1970’leri ve 1980’leri bulacaktı. Bu tarihlerde, kadın başına düşen çocuk sayısı keskin biçimde düşmeye başladı: 1970-1975’te beş, 1980-1985’te dört, 2010’da iki. Yüksek doğurganlıkla çocuk ölümündeki düşük oranın birleşmesi hızlı bir nüfus artışına yol açtı.
Amaç sadece çocuklarına okuma yazma öğretemeyen köy ahalisine yardım etmek değil, onları 20. yüzyılın bilim ve teknolojisine, uygulama düzeyinde dahil etmekti. Köy Enstitüleri devam ettikleri süre boyunca çok başarılı oldular, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyasal çoğulculuğun gelişiyle birlikte hükümet için hassas bir konu haline geldiler. Muhalefet, enstitüleri komünizm propagandası yaymakla suçluyordu. Hükümet 1948’de enstitüleri öğretmen yetiştiren sıradan kurumlara dönüştürdü. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldiğinde hepsini birden kaldırdı.
Esasında reformlar Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşamını hemen hiç etkilememişti. Anadolulu bir köylü ya da bir çoban hiç fes giymemişti, bu yüzden de fesin kaldırılmasından dolayı özel bir endişeye düşmemişti. Karısı zaten peçe takmazdı, bu nedenle peçenin engellenmek istenmesi, o ve karısı için bir anlam ifade etmiyordu. Ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu; harflerin dünyası onun için zaten önemsizdi.
Osmanlı Türkçesi, Arapça/Farsça alfabenin bir çeşitlemesiyle yazılırdı. Bu alfabe geç dönem yazılı Osmanlıcanın dörtte üçünü oluşturan Arapça ve Farsça söz varlığına uygun olmasına karşın, Türkçe söz varlığındaki seslerin ifade edilmesinde son derece elverişsiz kalıyordu; Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerden yana fakirdi; oysa Türkçe bunun tam tersiydi. Bunun sonucu olarak kimi zaman tek bir ses için Osmanlı Türkçesi’nde dört farklı işaret bulunuyor, başka bazı sesler ise hiç ifade edilemiyordu. 19. yüzyıl ortasında basın ve telgraf gibi yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle yazılı dil önemli bir iletişim aracı haline gelince, alfabenin ıslahına ihtiyaç duyulmuştu.
Ama yine de, onun taktik ustalığı, acımasızlığı, gerçekliği ve azmi, emsalsiz biçimde birleştirmiş kişiliği olmaksızın, Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak ayakta kalmasının çok zor olacağı da doğrudur. 1919’a kadar İTC’nin askeri kilit kadrosunun bir üyesi iken, hem parlak bir kurmay subay, hem kavgacı ve aşırı ihtiraslı bir şahsiyet olarak ün yapmıştı. Onun 1925 sonrası yönetimi, hem Türk toplumuna modern bir sıçrayış yaptırmada cüretli bir girişim, hem de Türkiye’de, olgunlaşmış, demokratik siyasal kurumların gelişmesinde bir gerileme olarak addedilebilir, ama ülkesinin tarihindeki en büyük bunalım esnasında kesinlikle en uygun adam olduğuna ve ülkenin ayakta kalması için herkesten çok katkısı bulunduğuna hiç kuşku yoktur.
Düşüncelerinden başka en büyük katkıları yeni bir siyaset tarzının yaratılması olmuştu.Yeni Osmanlılar, İmparatorluğun Osmanlı seçkinler sınıfı içerisindeki ilk modern ideolojik bir hareket sayılabilir.
Onların Avrupa liberalizmiyle İslâmî geleneği kaynaştırmaya girişen akıl yürütme yolu, özellikle de Namık Kemal’inki, o yüzyılın daha sonraki İslâmcı yenileşme taraftarlarınca devralındı ve İslam dünyasında geniş taraftar buldu.
Seçimler sıkı şekilde kontrol altında tutulsa bile , 5 Aralık 1934’te kadınlara oy kullanma ve seçilme hakkının tanınmış olması, Türk kadınlarının erkeklerle eşit haklar kazanması yolunda yine de önemli bir adımdı. Mart 1935’ten itibaren Büyük Millet Meclisi’nde 18 kadın milletvekili yer aldı. En azından bu açıdan Türkiye Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerini yakalamıştı.
Partiyle devlet özdeşti. Bu durumun getirdiği önemli bir sonuç, partinin hiçbir zaman bağımsız bir ideolojik ya da örgütsel ”kişilik ” geliştirememesi ve yoğun bir biçimde bürokratikleşmesiydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir