İçeriğe geç

Mizanü’l – Hakk Fi İhtiyari’l-Ehakk Kitap Alıntıları – Katip Çelebi

Katip Çelebi kitaplarından Mizanü’l – Hakk Fi İhtiyari’l-Ehakk kitap alıntıları sizlerle…

Mizanü’l – Hakk Fi İhtiyari’l-Ehakk Kitap Alıntıları

Sultan Fatih Mehmet Han (ö. 886/1481) Medaris-i Semaniye’yi bina edip usulüne uygun olarak tedrisat yapılsın diye vakfiyesine kayıt koydu. Haşiye-i Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf derslerini tayin etti. Sonra gelenler Bu dersler felsefiyattır. diyerek kaldırdılar, yerine Hidâye ve Ekmel derslerinin okunmasını makul gördüler. Lakin sadece bunlarla iktifa etmek makul olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidâye ne de Ekmel!
Burada söz de bununla sona erip risale tamam oldu. Hak sübhanehu ve Teala hepimize güzel bir son nasip edip delil yolundan ve Allah’ın rızasından ayırmaya
Hukema kitaplarını, mütekellimin sözlerini ve sufiyenin söylediklerini iyice inceleyip okuyarak zevk vereni al sıkıntı vereni bırak dedikleri gibi her birinden doğru bir düşünce ve görüş alarak yararlı olanı kabul edip yararlana. Hiçbirini red ve inkar edemeyip taassup derdine düşmeye.
Vaaz dinlerse haftada bir cuma yeter. Anladığı kadar ile yetinip filan vaiz bugün şöyle dedi, filan mesele şöyleymiş böyleymiş diye üzerine lazım olmayan sözleri söylemeye, cahilken ilim bahsini eylemeye
Bir kimsenin vaazında âlem yoğise (zevksizse, sıkıcıysa) bari vaazın yolundan yordamından çıkarak halka sıkıntı vermesin.
halkın çoğu vaaz ve hutbe meclisinde uyur; Çünkü hutbe Arapçadır, anlasa bile manasıyla o kadar aşinalığı yoktur.
halka akılları yettiğince söyleyin sözünden çıkılmamalı; Çünkü dinleyenlerin çoğunda anlama gücü olmaz ve kişi bilinmeyeni öğrenmeye yönelmeyip ondan yüz çevirir.
Aşırı zekanın öldürücü olduğunu onda ve kendi oğlumda gördüm; ikisi de öldüler.
Kimi kez bir kitap incelerken içime şevk düşer, güneşin batmasından doğmasına kadar odamda mum yanar, hiç usanç ve sıkıntı gelmezdi.
Makulata uğradığındaysa, bizim bildiğimiz yer değil, bilen varsa söylesin diye insaf ederdi. Kadızade gibi bilmediğini red ve zemmetmezdi. (Keçi Mehmet Efendi)
Öte taraftan Sivasi Efendi, Mevlevi İsmail Dede ve başkaları ermişleri ve tarikatları tanımıyor, kafir ve zındıktır diye dil uzatırlardı. (Kadızadeye dil uzatırlarmış)
Kişi bilmediği nesnenin düşmanıdır sözünü atasözü gibi kullanırdı. ( Kadızade kullanırmış)
Nimete şükür budur ki bu risalenin yazarı Hacı halife diye tanınmış ve bilginler arasında Katip Çelebi diye ün salmış Abdullahoğlu Mustafa’dır. İstanbul’da doğmuştur. Babası asker sınıfından olduğu için kanuna göre o da asker sınıfına geçti. Talii ve yıldızı öyle gösterdiğinden okumak yazmak sanatına meyletti.
Gerek Halvetiye gerek Kadızadeli ahmakların, doğru yoldan (kişiler gibi) göründüklerine bakmayıp iki taraftan birinin üste çıkmasına yol verilmemelidir.
Haddini bilen ve sınırı aşmayan kimseye Tanrı rahmet etsin.
İslamlığın ve Müslümanların sultanının, bu türlü kuru dindarlık ve taassup sahiplerini kim olursa olsun ezip yola getirmesi üzerine düşen vazifelerdendir; çünkü geçmişte bu türlü taassup kavgasından çok fesatlar olmuştur.
İçlerinden akıllı olanlar onlar iki bilgili ve dubaracı (dalavereci) şeyhti, birbirlerine karşı olmakla ün yapıp padişahın malumu oldular ve bu bahane ile iş görüp dünyadan murat aldılar. Ahmaklık edip bizim onların davasının sürüp gitmemiz nedendir? Bundan bir zarardan başka nesne elde edemeyiz diyerek karışmadılar.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yazdığımız konuların çoğunda Kadızade efendi bir tarafı tutup Sivasi efendi öteki taraf tuttuğu için, ifrat ve tefrit yoluna giderler ve iki şeyhin tarafını tutanlarda birbirleriyle tartışıp kavga ederlerdi.
Bu zamanda rüşvet alıp yürüdüğü için biz o risaleyi kısaltarak çevirdik
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İbrahim milletindenim demek halk arasında yaygın ve yerleşmiş bir sözdür; örf ve adet olmuştur. 80 Risale yazılsa ve saltanat tarafından yasak edilse kabil değildir, yine söylerler.
aynı zamanda ve aynı yerde iki tane ulu kişi olmaz.
Ve aynı payede iki bilgin benlik davası güderek ve birbirine aykırı davranarak görülmüşlerdir.
Nitekim dünyada padişahların başına buyrukluk davası için vuruş kırışları ve her çağda savaş ve dövüşleri eksik değildir.
İnsan tabiatında, başa geçmeye, tek olmaya ve bağımsızlığa yaratılıştan bir meyil vardır. çocukların oyunlarında bile başa geçmek istedikleri bilinen bir gerçektir, inkâr olunmaz.
Her nesnede emri bil maruf nehyi anil münker vaciptir sanıp, birbiriyle kavga ve inat edip, kör taşlar gibi ettikleri boş tartışma kimi kez vuruş kırışa götürür. Müslümanların birbirleriyle savaşıp dövüşmelerinin çoğu buna dayanmaktadır.
İbadet suretinde olan adetlerin yasaklanmaması yeğdir, çünkü hırsa ve ısrara yol açar.
Nihayet taassup damarı harekete gelip büyüklenme ve kin karanlığı basiret gözünü bürür, itidal semti apaçık iken görmezlenir, ifrat tarafına gider.
Mezarlardan başka yollarda ulu ağaçlara iplikler bağlayıp kimi taşlara itibar edenler, hayvan makulesidir. Cismani ilaçlardan başka tedavi yoktur; Tıp ilmi bunu anlatır.
Halk arasında mezarlara kandiller konur; Kadınlar, çocuklar, aklı az olan erkekler mezara yüzünü gözünü sürmeyi ve kandil yağı ile yağlanmayı adet edinmişlerdir, vazgeçmezler. Mezar bekçileri ve kandilcilerde onunla geçinirler. Bu konuda kavga ve tartışma ahmaklıktır, fayda vermez. Onlar bildiklerinden geri kalmazlar.
Adı geçenin bu konudaki ve birkaç husustaki ifratı sorunlara sebep oldu. Mısır ve Şam’da bilginler başına üşüşüp nice tartışmalar oldu. Mısır padişahının huzurunda davalar eylediler. Halk ikiye bölünüp iki taraftan nice Risaleler yazdılar. İbni Kayyım ve İbn-i Kesir onun öğrencileriydi. Kitaplarını bu tartışmalarla doldurdular. Muhalifleri İbni Teymiyye’nin kafir olduğuna hükmettiler ve sonra hapse koydular; 728’de (1328) Şam’da hapiste öldü.
Halk alışıp adet edindiği bir işi, sünnet veya bidat olsa bile bırakmaz.
Onlarla bu konuda kavgaya girişmek manasızdır.
Çünkü aslı, boş taassuba ya da bilgisizliğe ve taklide dayanmaktadır.
Eğer onun hakkında iyi düşünmüyorsa kötü de düşünmeye. Bütün müminlerin haline layık olan budur. Allah hüsnüzannı muvaffak eyleye.
Sağı soldan ayırt etmeyen kimseler, onların yaygarasına aldanıp üzerlerine gerek değilken, kötü düşündüklerinden dolayı nice veballere girdiler.
Büyük bilgin Sadrettin Taftazani, Şerh-i Akaid de, Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, (yer ve gök) bunların nizamı kesinlikle bozulup gitmişti. (Enbiya, 22) ayeti Allah’ın birliğine delil olup burhan-ı temanu ile ün salmışken, bu delil iknaidir, Allah’ın birliğine kesin delil olmaz, dediği için zamanının tek bir konuyu bilen bilginleri başına üşüşüp onun kâfir olduğuna hükmettiler.
950 (1543) sıralarında gemilerle (Türkiye’ye) geldiği zaman tanınmayıp haram olduğuna fetvalar verildi. Yanık olmasından başka devir ve cemiyet ile içilmesinde doğru yoldan çıkmış dinsizlere benzemek vardır, dediler. Merhum Ebussuud Efendi’den naklederler ki getiren gemileri deldirip kahve yüklerini denize batırdı.
Herkes evinde ne işlerse işler baştakiler o zaman buna karışıp sataşırlarsa üzerlerine gerek olmayan bir iş etmiş olurlar.
Ölümünden sonra kimi kez yasak edilip arada bir de izin verilerek sürülüp giderken Şeyhülislam Bahai efendi helal olduğuna fetva vermekle tütün halk arasında yeniden ortaya çıkmış ve revaç bulmuştu.
Kişi kendisine yasak edilen nesnenin daha çok üzerine düşer
Suçunu itiraf eden kimse, kendisini taatte gösteren kişiden yeğdir demişlerdir.
Kaldı ki kulun her ibadeti sanki hakkıyla kitapların yazdığı üzere midir?
Halkın, töreye aykırı sözü, doğru da olsa kolaylıkla kabul eylememesi, yaratılışın getirdiği bir iştir, yasaklandıkça ona karşı hırsı da artar.
1. Madde: Hendese bilen müftü ile hendese bilmeyen müftünün fetvasıdır.

Bir kimse boyu, eni ve derinliği 4 zira bir kuyu kazmak için birini 8 akçeye tuttu. O da boyu, eni ve derinliği 2 zira olan bir kuyu kazdı; karşılığında 4 akçe istedi. Fetva ettirdiler, hendese bilmez müftü 4 akçe hakkıdır dedi. Hendese bilen müftü hakkı bir akçe diye fetva verdi; doğrusu da budur, çünkü 2 zira kuyu 4 zira kuyunun sekizde biridir ücretin de sekizde bir olması gerekir.

Kötüleyip inkar eylemeyeler, çünkü bir şeyi inkar o nesneden uzak ve yoksul kalmaya yol açar.
Lakin nice boş kafalı kimseler islamlığın başlangıcında bir maslahat için ortaya konan rivayetleri görüp cansız taş gibi -akıllarını kullanmadan- salt taklit ile donup kaldılar. Aslını sorup düşünmeden ret ve inkar eylediler. Felsefe ilimleri diye kötüleyip, yeri göğü bilmez cahilken bilgin geçindiler.
Bir kimse davasını gördürmek için kadıya rüşvet verse, vermek de almak da haramdır. Verilen hüküm ister haklı ister haksız olsun, fark etmez, geçersizdir.
Bir bid’atı işlemeyi göze almak, bir müminin gönlünü kırmaktan daha az sakıncalıdır.
Karar kılmış bir bid’atın veya mekruhun yasaklanmasından fitnenin çıkması sübut bulduğu için, iki şerden ehven olanını tercih edip ona göre fetvalar verdiler.
Kabirlerden başka, yollardaki bazı ulu ağaçlara iplikler(çaput) bağlayıp, birtakım taşlara itibar edenler hayvan cinsindendir.”
Kabirleri ziyarete vardıklarında, şanı yüce olan Allah rızası için fatiha suresini okuyup sevabını mezarda yatanın ruhuna bağışlamakla iktifa edip başka bir fikirde olmaya. Ne kabri öpe ne de ona yapışa.
Ehl-i Sünnetin büyük bölümü lanet okumayı caiz görmediler. Hüccetü’l-İslam İmam Gazali, bunun caiz olmadığı yolunda tafsilatlı bir fetva verdi, telini menetti ve “bir kimsenin kafire ve şeytana bile lanet okumaması daha iyidir,” dedi.
Bazı ehl-i sünnet âlimleri bile “Yezid fasık ve kafirdir, bazı şiirleri kafir olduğunun delilidir” diyerek onlara tabi oldu. Şafii fakihlerinden olup 1110’da vefat eden Ebülhasan Ali bin Muhammed Kiya’l-Herasi ve müteahhirinden Sa’deddin Teftazani bu kanaattadır.
Bu husus Haşimilerin iç yarası olmuş, kılıçla intikam almak mümkün olmayınca, Yezid’e ve taraftarlarına lisanla sövmeye, lanet okumaya başlamış ve bu yoldan hınçlarını teskin ermişlerdi. Bu matem ve lanetleme, o zamandan beri Şiiler arasında bir adet olarak kalmış, giderek Sünnilere bile sirayet eylemişti.
Şeyh Muhyiddin İbn Arabi hazretleri kendi keşfi ve vicdanı üzere, Fusûsu’l – Hikem isimli kitabının Fass-ı Musevî bölümünde, Firavun’un necate ermiş bir mümin olduğunu yazmıştır.
İmdi, evla ve uygun olan budur ki bu konuda dillerini tutalar ve titiz davranalar. Lakin sözümüz avamadır, havasa değil.
Hanbeli imamlardan İbn Kudâme el-Muğni isimli kitabında şöyle demiştir: Bu tür sözler(Hz. Peygamberin anne ve babasının imansız öldüklerine dair) harici bir karine ile beraber bulunursa Sebb-i Nebi [Peygambere sövmek] hükmü verilip söyleyen kişi öldürülür.
Hükmen kafir olan hakikatte mümin olabilir; tersi de doğrudur.
Hz. Peygamberin anne ve babası hakkında hükmî iman sabittir. Lakin hakiki imanın mevcut olması için bunu icap ettiren bir nassın bulunması gerekir. Bu konuda ise nass varit olmamıştır. Dolayısıyla onlar hükmî menzilesinde kalırlar ve hükmen mümin sayılırlar.
Merhum Bahâi Efendi -kendisinin de bunun müptelası olması bir yana- halkın haline en muvafık olan şeyin ne olduğuna baktı ve “eşyada asl olan ibâhadır” esasına sarılarak helaldir, diye fetva verdi.

*İbâha: Bir şeyin haramlığını kaldırıp yapılıp yapılmamasını serbest bırakma, mubah kılma.

…Bir bakıma delillerden haram olduğu hükmünü çıkarmak mümkünse de, evla olan odur ki, haramdır diye fetva verilmeyip şer’i esaslardan bir asla bağlayarak halkı her an günah kazanma ve haramda ısrar etme halinden korumak için mubah olması ciheti tercih oluna.
Tütün, aklen ve şer’an mekruh ve nahoş bir şey olduğuna söz yok. Yalnız mekruh olma derecesine varması için çok kullanılması şarttır.

Mesela boza içmenin, sarhoşluk derecesine varmadıkça, haram olmayışı gibi.

Halkın üzerine düşen de bu çeşit şeylere(tütün) müptela olmaları halinde, yollarda hâkimlere [idarecilere] karşı açıktan açığa içerek edebi terk etmemektir. Ama herkes kendi hanesinde ne işlerse işler.
“İnsan menolunduğu şeyi yapmaya haristir” sözü gereğince halkın da içmeye olan düşkünlük ve tutkunluğu daha da artar.
İbadetler cennete girmenin karşılığı değil, vesilesidir.
Çağındaki insanların örfünü bilmeyen kişi [Alim de olsa] cahildir.
Bir araya toplanarak yaptıkları raks ve semânın helal oluşu şüphelidir,
ama haram olduğu hususunda icmâ vardır.

Niceleri bir araya gelerek [raks esnasında] başlarını açıp
sarıklarını yere fırlatınca dazlak kafaları ve kel kelleleri ortaya çıkar.

Şayet sûfi riya ile “Hak! Hak!” Diyorsa,
kurbağanın ihlasla “Vak! Vak!” Demesi yeğdir.

Biz bunlardan söz nakletme cihetine girmedik, [sadece işaret ettik] çünkü akıllı olana işaret kâfidir.
İlimden zarar gelmez; [akli ve felsefi ilimleri] kötüleyip reddetmeyeler, zira bir şeyi reddetmek, o şeyden uzak ve mahrum kalmaya sebep olur.
İslami olmayan ilimlerin yasaklanmasında ilk zamanlarda o kadar çok sert davranılmıştı ki, Hz. Ömer Mısır ve İskenderiye fethedilince nice bin cildi bulan kitapları yaktırmıştı. Zira öyle olmasa, halk Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetini muhafaza etmekten geri kalıp onlarla meşgul olurlardı. İslamın kaideleri bu derece sağlamlıkla yerleşmez ve kökleşmezdi.
Her şeyde bir ifrat, bir tefrit bir de itidal vardır.
Mesela israf ifrat, cimrilik tefrit, cömertlik itidaldir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir