İçeriğe geç

Miletli Anaksimandros ya da Bilimsel Düşüncenin Doğuşu Kitap Alıntıları – Carlo Rovelli

Carlo Rovelli kitaplarından Miletli Anaksimandros ya da Bilimsel Düşüncenin Doğuşu kitap alıntıları sizlerle…

Miletli Anaksimandros ya da Bilimsel Düşüncenin Doğuşu Kitap Alıntıları

Kültürel rölativizim, kültürlerin canlı diyalektiğine sağır kalan sözüm ona bir tarih-dışılık aptallığıdır.
Anaksimandros’un kozmos’u kavramak için aradığı yasa, polis’in ahalisinin organize olmak için aradığı yasanın ikiz kardeşidir. Her iki durumda da yasa artık ilahi bir yasa değildir. Her iki durumda da yasa bir kez bulundu mu daimileşecek bir yasa olmayıp sürekli yeniden tartışılacak bir yasadır.
Bütün Babil dokümanlarında, astronomik verilerin, gezegenlerin konumunun, tutulmaların; savaşlar, sel baskınları, hükümdarın ölümü gibi insanlığı doğrudan ilgilendiren olaylarla bağlantılı olduğu inancıyla ilişkilendirildiği açıkça görünmektedir.
Günümüzde hala insanların çoğunda, hatta, en üst seviyede sorumluluk taşıyanlar da dahil olmak üzere gezegenimizin eğitim seviyesi en yüksek ülkelerinde revaçta olan bir inançtır söz konusu olan; apaçıktır ki bu tam anlamıyla hatalı bir inançtır.
Derinden farklı olan iki bilgi türü arasındaki çatışma. Biri, merak üstünde, kesinliklere karşı başkaldırı üstünde, yani değişim üstünde temellenen, dünya hakkındaki yeni bir bilgi: diğeriyse baskın, esasen mistik-dini ve büyük oranda yapısı gereği tartışılamaz olan kesinliklere dayalı düşünce. Bu çatışma, asırdan asıra birinin zaferi ile diğerinin yenilgisi şeklinde değişerek uygarlık tarihini kateder.
Hiç kimse mutfağında kullandığı sebze bıçağını, bir yerlerde ondan daha keskini mevcut olabilir diye düşünerek çöpe atmaya kalkmaz.
Gelenek, cehaletin bizimkinden daha derin olduğu bir zamanda yaşamış insanların düşüncelerinin kodlanmış bir kümesinden ibarettir.
Bu bakımdan esas mesele, düşündüğümüz şeyi nasıl ve neden düşündüğümüzü bilmeyişimizdir. Düşüncelerimizi ve heyecanlarımızı doğuran süreçlerin karmaşık yapısını bilmiyoruz.
İnsanların, ulusal, grupsal, yöresel veya dinsel kimliğini yücelterek kendi içlerine kapandığı her seferinde, yaptıkları şey, aslında kendi sınırlılıklarını/limitlerini yüceltmekten ve kendi aptallıklarının nakaratını söyleyip durmaktan ibarettir.
Asıl zorluk, aşina olduğumuz dünya imgesini terk etmede idi.
Bilimin cevapları, nihai cevaplar olduklarından dolayı muteber değildir; bilgilerimizin tarihinin belirli bir anında bulabildiğimiz en iyi cevaplar olduklarından muteberdir.
İnsanların, ulusal, grupsal, yöresel veya dinsel kimliğini yücelterek kendi içlerine kapandığı her seferinde, yaptıkları şey aslında kendi sınırrlılıklarını/ limitlerini yüceltmekten ve kendi aptallıklarının nakaratını söyleyip durmaktan ibarettir. Kendimizi çeşitliliğe açtığımız ve farklılıklara dikkat gösterdiğimiz her seferinde ise, büyük insanlık ailesinin zekâsına ve zenginleşmesine katkıda bulunuruz.
Bilimin gücü, içerdiği kesinliklerden kaynaklanmaz; aksine, cehaletimizin büyüklüğü hususunda giderek artan bir şuurdan kaynaklanır. Bizi, bildiğimizi sandığımız şeylerden hiç durmadan şüphelenmeye ve böylece devamlı öğrenmeye iten de bu şuurdur.
Her şey kökenini birbirinde bulur
ve birbirinde yok olur,
zorunlulukla.
Merak ile zekanın ışıldamasının bir aradalığından fazla bir şeye gerek yok!
Ekonominin gelişimiyle birlikte genişleyen şey, dünyaya dair kavrayıştır.
Bilimin cevapları, nihaî cevaplar olduklarından dolayı muteber değildir; bilgilerimizin tarihinin belirli bir anında bulabildiğimiz en iyi cevaplar olduklarından muteberdir.
Bilimin gücü, içerdiği kesinliklerden kaynaklanmaz; aksine, cehaletimizin büyüklüğü hususunda giderek artan bir şuurdan kaynaklanır. Bizi bildiğimizi sandığımız şeylerden hiç durmadan şüphelenmeye ve böylece devamlı öğrenmeye iten de bu şuurdur.
Gelenek, cehaletin bizimkinden daha derin olduğu bir zamanda yaşamış insanların düşüncelerinin kodlanmış bir kümesinden ibarettir
Sofu bir Yunan için yağmurun, Zeus’un hiçbir müdahalesi olmaksızın rüzgârın hareketi ve Güneş’in sıcaklığı nedeniyle oluştuğu fikri, günümüzdeki sofu bir Katolik için
“ruh”un atomlar arasındaki etkileşimin bir sonucundan başka bir şey olmadığı fikrinden daha az sapkın bir fikir değildir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bütün hayvanlar başlangıçta denizde ya da eskiden yeryüzünü kaplayan suda yaşıyordu. Yani ilk hayvanlar balıklardır veya balık nevinden şeylerdir. Bunlar sonra, yer
kuruyunca karalara yayıldı ve bu yeni ortama uyum sağladı. Özellikle de insanlar şu anki biçimleriyle ortaya çıkmış olamaz, çünkü yeni doğan bebekler kendi kendine
yetebilen varlıklar değildir; bu da onları bir başkasının bakıp doyurması gerektiği anlamına gelir. O hâlde insanlar da balık formundaki diğer hayvanlardan türemiştir.
öyle ki Hesiodos İşler ve Günler de şu güzel satırları yazmıştır:
Büyükayı takımyıldızı Okyanus’urı kutsal dalgalarından sıyrılıp doğduğunda ve gece karanlığı çöker çökmez ilk o
parladığında [ ] sonra, ilkbahar henüz gelmişken figân eden kırlangıç, sabahı insanların gözlerine yeniden gösterir. Kırlangıcın gelişini gören bağını budamaya başlar:
Bu en uygun zamandır.

ve:

Orion [Avcı takımyıldızı] ve Sirius gökyüzünde yükselip tepeye vardığında ve bir gülün yanından çıkan dalcıkları andıran kolları Kutupyıldızı’na baktığında, ey Perses!
O zaman bütün üzümleri toplayıp evine götür; on gün on gece güneşe ser. Sonra da beş gün karanlıkta sakla ve altıncı gün bu armağanları neşeli Dionysos’a adak adayarak çömleklere kapat. Pleiades’ler [Süreyya takımyıldızı], Hyades’ler [Boğa yıldız kümesi] ve hiddetli Orion gözden kaybolunca da ekim-dikim vaktinin geldiğini hatırla. Böylece bütün yıl hep bağ bahçe işiyle dolu geçsin.
(Şiirde seslenilen Perses, Hesiodos’un kardeşidir).

Bir sayıyı 2’ye, 3’e, 4’e ve 5’e bölme yöntemleri biliniyordu ama 7’ye bölme yöntemi bilinmiyordu. Şayet eldeki problemin çözümü 7’ye bölmeyi gerektiriyorsa, problemi başka terimlerle yeniden formüle etmek
zorunluydu. Bir çemberin yarıçapına göre çevresini hesaplamak için, bugün “pi” diye adlandırılan sabit sayı (3,14 )
kullanılıyordu. Mısırlılar kenarları 3:4:5 bağıntısına sahip üçgenlerin bir dik açısı olduğunu biliyordu. Matematikte bu
bilgi düzeyinin günümüz eğitim sisteminde beşinci veya altıncı sınıf seviyesindeki bir matematik formasyonuna tekabül ettiği kanısındayım. “
Cehaletimizin kabul edilmesi sadece bilgiye uzanan ana yol değildir: En dürüstçe ve en güzel yoldur da.
Dünya, bizden önceki çağların insanlarının hür hayâllerinin gerçekleşmiş hâlidir.
Yaşamın ve dünyanın kutsallığını algılamak için bir tanrıya gerek yoktur. Değerlerimiz olduğunu fark etmemiz için ve onları savunmak üzere gerekirse ölüme gitmek için dışsal teminatlara ihtiyacımız yoktur. Ve yüce gönüllülüğümüzün, ağaçlara duyduğumuz sevginin sebebini keşfedecek olursak, onu türümüzün devriminin halkalarında bulabiliriz ve bu da evlatlarımızı ve çevremizdeki insanları daha az sevmeye başlamamız sonucunu doğurmaz. Dünyadaki şeylerin güzelliği ve gizemi nefes kesiciyse, nefesi kesilmiş bir hâlde, heyecan ve sükûnet içinde kalabiliriz.
Her dinin kendi içinde, dinî hakikatlerden bazıları açıkça sağduyuya aykırı göründüğü andan itibaren, daha soyut bir dille yeniden yorumlandığı bir reformlar oyunu durmadan oynanır. Sakallı Tanrı, çabucak sureti olmayan kişisel bir Tanrı, sonra manevi bir ilke, sonra da hakkında hiçbir şey söylenemeyen anlatılamaz bir şey hâline dönüşür
Akıldışı dediğimiz, aklımızın sınırı dolayısıyla anlamadığımız şeylerin kod adıdır.
Düşüncelerimiz belki de, toplum ölçeğinde gerçekleşen süreçlerin bireydeki yansıması olarak anlaşılabilir. Belki de düşünen biz değiliz, düşünceler bizi katediyor. Düşündüğümüz şeyleri nasıl düşündüğümüzü kendi kendimize sormak belki de, bir yosunun ekilmemiş toprak da nasıl bittiğini sormak gibidir.
Süper-tanrı artık sadece bir grubun tanrısı olmakla kalmayıp uzaktaki imparator gibi uzaktaki bir tanrıydı; tıpkı, bütün halklara hükmeden, ama bütün halkları aynı oranda sevmeyen bir imparator gibi
Tanrılar, muhayyilenin icatları değildir: İlk toplumsal irtiyatının/muradının [volition] ta kendisidir.
Din, kendine tapınan toplumdur.
Evrenselliğinden ve de fiilî, canlı ve kararlı direnci yüzünden antik mistik-dinî düşünceyi basit bir bâtıl ve boş inançlar kümesiyle bir tutmanın, aslî bir şeyi görmemek anlamına geleceği aşikâr: Onun gücünü. Bu güç nedir peki? Tanrılar sadece insan muhayyilesinin icatları değildir: İnsanlığın bilişsel, toplumsal ve psikolojik deneyiminin ta kendisinin yapılandırılmasında aslî bir şeyi temsil ederler. Neyi? Anaksimandros’un önerisi tam olarak neye karşı çıkar? Bir başka dünya nın, tanrılar ın ya da ilahî olan ın değişik türlerinin Antikçağlarda dünya ölçeğindeki yaygınlığı, işte bu bence, henüz tam ve ikna edici bir cevabının verilmediği, doğa ve düşünce tarihi hakkındaki en önemli sorulardan biri!
Son tahlilde, ondan uzaklaşılması bunca güç olan mistik-dinî düşünce nedir? Tanrılar nedir?
Dünyanın ve yaşamın mevcudiyetini ve karmaşıklığını, onların kökenini tanrıların kaprislerine veya bir Tanrı’nın iradesine yüklemeksizin kavramak mümkün müdür?
Mistik-dinî düşünce, sorgulanmayı hoşgörüyle karşılamayan mutlak bir hakikatin kabulüne dayanır. Oysa, eleştirilmeden kabul edilmiş bir hakikatin tartışmaya açılması, bilimsel düşüncenin doğasıdır. Açıktır ki bu iki düşünce tarzı arasındaki her mütareke zamanla bozulur.
Bilgi yolunu izlemeye devam etmek istiyorsan, ustana saygılar sunup durmak yerine onun sana öğrettiklerini incelemen, geliştirmen ve yanlışlıklarını arayıp bulman gerekir!
Natüralist bilgiler ile, baskın mistik-dinî düşünce arasındaki ilk canlı rastlaşma dönemi, Hristiyanlık iktidara geldiği sırada geç Roma İmparatorluğu’nda yaşanır. 380’de İmparator Büyük Theodosius Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilan eder. 391 ile 392 arasında, dinî hoşgörüsüzlüğü kurumsallaştıran ve Theodosius kararları adıyla bilinen bir dizi resmî karar yayınladı. Bu, Firavunlar Dönemindeki Bâbil veya Miken Kralları Dönemindeki teokrasiye geri dönüştür. Tek-tanrıcılığın empoze edilmesi hızla şiddet içerikli bir hâle dönüşür. Felsefe okullar kapanır; antik bilgi merkezleri, yağmalanan ve İbranî Yeşu tek-tanrıcı geleneği çizgisinde kiliseye çevrilen pagan tapınakları yıkılır. Arabistan’da Petra’da ve Areopolis’te, Filistin’de Arafat’ta ve Gazze’de, Fenike’de Heriopolis’te, Suriye’de Apameia’da kan akar. Ve özellikle de İskenderiye’de.
Yıldırım, Zeus’un gönderdiği bir gazap mıdır? Yoksa bir rüzgâr girdabından mı kaynaklanır?
Anaksimandros’tan önceki metinlerin hemen hemen hepsi dünyayı sırf ilahî kararların ve eylemlerin dilini kullanarak anlatır, yorumlar, yapılandırır ve gerekçelendirir. Anaksimandros ise yeni bir şey icat eder: Yağmurun Zeus tarafından yaratılmadığı, ona Güneş’in sıcaklığının ve rüzgârın yol açtığı bir dünya tasavvuru; kozmos’un ilâhî bir takdirle değil, bir ateş topundan doğduğu bir dünya tasavvuru. Anaksimandros dünyayı, kosmos’un kökeninden tutunuz da yağmur damlalarının kaynağına varıncaya kadar, tanrılara müracaat etmeden açıklamayı önerir.
Tanrılar olmaksızın dünyayı anlayabilir miyiz?
İnsanlar kesin gözüyle baktıklarına çoğu kez sımsıkı sarılır. Çünkü onların yanlış olabileceğinden korkar. Ama tartışılmaya açık olmayan, tartışılmayı reddeden bir kesinlik, sağlam bir kesinlik değildir. Sağlam kesinlikler, tartışılmaya açık olan ve tartışma ortamında ayakta kalabilen kesinliklerdir.
Eleştiriye açık olmak için, bugün doğru görünen şeyin yarın yanlışlığının ortaya çıkabileceğini kabullenecek bir tevazu gerekir.
Mesele, başkalık ı, ötelik i red mi yoksa kabul mü edeceğimizi a priori olarak seçmek değildir: Mesele, karşılaşma, diyalog ve kararı birbirine eklemlemek için aklımızı kullanma meselesidir.
Kültürel rölativizm, kültürlerin canlı diyalektiğine sağır kalan sözüm ona bir tarih-dışılık aptallığıdır.
Farklı kültürler, birbirinden apayrı cam fanuslar değildirler, bileşik kaplar gibidir.
Çünkü düşünmek yargıda bulunmak demektir. Söylem dünyamızın haricinde hakikat diye bir kavram yoktur.
Hayatımızın ve düşüncemizin can alıcı paradoksu, ancak bir bağlamın içinden görüyor ve davranıyor oluşumuzdur; ve bu bağlamın bizi mahkûm ettiği sınırlamalara karşı mücadele etmeyi elden bıraktığımız an görmeyi ve anlamayı da bırakmış oluruz.
Arz evrenin merkezi değildir, uzay-zaman eğridir; uğurböceklerinin kuzenleriyiz; dünya yukarı ve aşağı dan, gökten ve yerden oluşmaz.
İnsanlık bu evrende, bilmediği bir şehre giden yabancının durumuna benzer.
En fazla doğrulanan kanaatlarimiz, onların temelsizliğini ispat edecek herkese davetiye çıkaran korkuluklarımızdan başka bir şeye yaslanmaz.
Düşünülmesi mümkün fikirler alanı sınırsızdır ve biz şimdiye dek o alanın ancak küçük bir kesimini keşfettik. Dünya, bütünüyle keşfedilmek üzere tam karşımızdadır.
Einstein açık kurallar temeline dayanan yeni bir oyun yaratmaz, oyunun kurallarını değiştirir. Zaman, bizim apaçık olduğunu sandığımız o şey değildir. Zaman, Kant’ın bilgininin zorunlu bir a priori koşulu olarak değerlendirdiği form değildir. Ortak duyuya yönelik Anglosakson derin saygının küçümsenmesiyle altüst olan şey, bizzat ortak duyudur.
Büyük bilimsel devrimlerde değiştirilen şey, akla uygun görünenler değil, hiç kimsenin beklemediği şeylerdir.
Yeni bir bilimsel teori hiçbir zaman gökten zembille inmez ya da bir bilim insanına özgü bir fantezinin ürünü değildir. Mevcut düşüncenin uğradığı bir dönüşümdür. Yenilik, sınır hattında ortaya çıkar. Her ne kadar sınır hattı kökün üstünde olabilse de.
Gelenek, cehaletin bizimkinden daha derin olduğu bir zamanda yaşamış insanların düşüncelerinin kodlanmış bir kümesinden ibarettir.
“Akıl-dışı” dediğimiz, aklımızın sınırı dolayısıyla anlamadığımız şeylerin kod adıdır.
Bilim yeni dünyalar düşler ve onun düşleri bazen realiteyi bizim önyargılarımızdan daha iyi tasvir eder.
Bilim her şeyden önce, önyargılarımızın maskesini düşürmekten ibarettir.
Peki dünya Newton’ın tasvir ettiği gibi mi, Einstein’ın tasvir ettiği gibi midir? Dünyaya dair bir şeyler biliyor muyuz? Şayet diyebileceğimiz tek şey işte, belirli bir yaklaşıklık içinde bazı fiziksel sonuçları hesaplamaya uyarlanmış bir denklem kümesi ise, bu durumda bilim bize dünyayı kavramak üzere yardımcı olma kapasitesini tamamen yitirir. Bu açıdan bakıldığında, dünya, bilimsel bilgilerimizin ışığında hiç de kavranılamayan bir yer olarak kalır.
Bilim doğrulanabilir öngörülere indirgenemez.
Faraday’ın ve Maxwell’in sezişlerinden radyo ve bütün telekomünikasyon doğmuştu. Einstein’ın ve Heisenberg’in keşiflerinden ise, bilgisayar, atom enerjisi ve hayatımızı değiştiren daha nice teknolojik devrim doğar.
Newton’a göre dünya, minnacık çakıl taşlarına benzer parçacıklar ın içinde hareket ettiği devasa bir boş uzaydı. Einstein ise bu boş uzayın, fırtınalı bir deniz gibi olduğunu kavradı: kıvrılabilir, eğrilebilir ve hatta (meşhur karadeliklerde) yırtılabilir. Einstein’dan önce hiç kimse bu imkanı ciddi ciddi düşünmemişti.
Bilim, Kopernik devrimiyle değil, Havva’nın elmayı yemesiyle doğmuştur. Bu bilim, insan doğasının bir parçası olan bilme arzusudur.
İnsanların, ulusal, grupsal, yöresel veya dinsel kimliğini yücelterek kendi içlerine kapandığı her seferinde, yaptıkları şey, aslında kendi sınırlılıklarını/limitlerini yüceltmekten ve kendi aptallıklarının nakaratını söyleyip durmaktan ibarettir.
İnsanların sarayların yerine parlamentoları koyduğu tarihsel anda, yine o insanlar etraflarındaki dünyayı gözlemler ve mistik-dinî düşüncenin karanlığından kendilerini özgür kılarak yaşadığımız dünyanın nasıl işlediğini anlamaya başlarlar. Arz dev bir tabak gibi düz değildir, uzayda yüzen bir çakıl taşı gibidir
Eleştiriyi özgür akışına bırakmak, yeniden ve yeniden sorgulama yapılmasına imkân vermek, herkese söz hakkı tanımak ve her öneriyi ciddiye almak bir kakafoni doğurmaz. Tersine, bu, işlevsiz hipotezleri eleme ve en iyi fikirleri ortaya çıkarma imkânı sağlar.
Ey beyefendiler, ömür denen süre kısadır!
Yaşıyorsak, kralları ezmek için yaşıyoruz !
Ninova’da bulunmuş bir tabletteki çiviyazısı metin, gizli bilgiye dair.

Göğün levh-i mahfuzu, büyük tanrıların herkese nasip olmayan bilgisi. Onu insanlara yaymamalısın!

Fransızca’da, o diye telaffuz edilen bir kelime için e-a-u yazılır. Besbelli ki insanlığın zihinsel katılığı sağduyu dan çok daha güçlü.
Arz’ın neden düşmediği probleminin nihaî çözümünün, Anaksimandros’tan, Aristoteles’ten veya Einstein’den ziyade Newton tarafından ortaya konulduğunu iddia etmek, koca bir zırvadır.
Yukarı ile Aşağı yı tayin eden Arz’dır. Düşüşün istikametini Arz belirler. Başka bir deyişle, yukarı ile aşağı mutlak değil, Arz’a izafîdir. ( ) Bu kavramlar, gerçeklik/realite hakkında mutlak ve evrensel bir yapı meydana getirmez; uzayın a priori organizasyonu değildirler.

a priori: Deneyimden bağımsız olarak bilinen.

Aristarkhus milattan önce üçüncü asırda Arz’ın kendi çevresinde ve Güneş’in etrafında döndüğünü düşünmüştü. Bu fikrin doğru olduğunu Kopernik’in devriminin ışığında biliyoruz; ama, bu devrimi gerçekleştirme payesi Aristarkhus’un değil, Kopernik’indir. Çünkü, bu fikrin nasıl bir işlevi olduğunu gösteren ve onu bilgimizin corpus’uyla nasıl bütünleştirebileceğimizi gösteren Kopernik’tir. Sonunda dünyayı bu fikre inandıran süreci başlatan Kopernik’tir. Fikirleri olmak kolaydır. Zor olan, iyi fikirleri teşhis edebilmek ve onların revaçta olan fikirlerden daha iyi olduğunu gösterecek argümanlar bulmaktır. Güneş’in, Arz’ın altından geçtiğini daha önceleri kafasında canlandırmış nice insan gelip geçmiş olsa gerek. Ne var ki onlar, insanlığın sahip olduğu dünya tasavvurunu değiştirmeyi başaramamıştır.
Zorluk, Arz’ın uzayda yüzdüğü fikrinin, dünya hakkında sahip olduğumuz imgeyle temelden çelişmesinden gelir. Bu, saçma, gülünç ve idrak edilemeyen bir fikirdi. Esas zorluk, dünyanın, olduğuna inandığımız gibi olmama ihtimalini kabul etme hususundadır. Asıl zorluk, âşinâ olduğumuz dünya imgesini terk etmede idi. Bu adımı atabilmek için, herkesin doğru olduğuna inandığı şeylerden şüphe etmeye hazır insanların bulunduğu bir uygarlık gerekecektir.
Merak ile zekânın ışıldamasının bir aradalığından fazla bir şeye gerek yok!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir