İçeriğe geç

Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi Kitap Alıntıları – Mehmet Mahfuz Söylemez

Mehmet Mahfuz Söylemez kitaplarından Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi kitap alıntıları sizlerle…

Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi Kitap Alıntıları

Böylece Kur’an’ın mahluk olduğu düşüncesi devletin resmi düşüncesi haline gelmiştir. Bu düşüncenin karşısında yer alan alimler için bir nevi mahkeme oluşturulmuş, ceza ve işkence ön plana çıkmıştır.
Sözlükte sınamak, denemek, işkence etmek, zorluğa düşmek, şiddet, sıkıntı, bela, eziyet, zahmet ve dert gibi manalara gelen Mihne, İslam tarihinde daha çok hadis, fıkıh ve kelam bilginleri arasında Halku’l-Kur’an iddiası etrafında çıkan tartışmalar sonucunda uygulanan tehdit, bela, sıkıntı, işkence ve cezalandırmaya kadar varan imtihana çekilme olayıdır.
Mihne olayından sonra Ehlu’r-rey, Murcie ve zühd eğilimli yapılanmalarla ehl-i sünnet şemsiyesi altında yer alan fırkalardan biri olan Ashabu’l-Hadis, Ehl-i sünneti temsil eden tek fırka konumuna çıkmış ve kendilerini bu şekilde konumlandırmak istemişlerdir.
Bu hal, şeytanın İslam’da aslı olmayan teferruat kabilinden de sayılamayacak, bilmemek faydalı, bilmek lüzumsuz bir mesele ile onlara tuzak kuruncaya kadar böyle davam etti.
Ehlu’lHadis, Ehlu’s-sunne, Ashabu’l-Hadis, selefiyye, eseriyye gibi nitelemeler Ahmet b. Hanbel taraftarlığını; ehl-i bidat kavramı ise onların muhaliflerini ifade eder oldu.
Devletin de teşvikiyle rivayet furyası o derece yaygınlaşmış olmalı ki gerçek hadisçiler rivayet faaliyetlerinin sınırlandırılması için tedbir almak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde ilk defa sahih hadisleri toplayan eserler yazılmıştır.
Öyle ki, alimler, muhaddisler, kadılar, gayet sağlam sika raviler, Halku’l-Kur’an meselesinde görüşünü açıklamayıp tevakkuf ettiği veya ifrat ve tefrite kaçmadan hakikati söylediği için cerh olunmuştur.
Öztürk; Klasik tefsir literatürüne bakıldığında, Kur’an’ın farklı eserlerde farklı yönleriyle ele alındığına, sözgelimi Ferra (ö. 207 /822) ve Ebu Ubeyde’de (ö. 209/824) daha ziyade kelime ve cümle düzeyinde filolojik tahlilin, Taberi (ö. 310/923) ve İbn Ebi Hatim’de (ö. 327 /938) rivayetin, Zemahşeri (ö. 538/1144) ve Ebu Hayyan’da (ö. 745/ 1344) dil ve belağatın, Kurtubi’de (ö. 671/1 273) fıkhi izahatın ağır bastığına, dolayısıyla her müfessirin tabir caizse tefsirin bir ucundan tuttuğuna şahit olunur. diyerek klasik tefsirin farklı yönlerine işaret etti.
Kur’an’ın mahluk olduğunu benimsemeyen meşhur Hanefiler ise sorgulamaya tabi tutulmuşlar, hatta insanlarla görüşmekten ve fetva vermekten men edilmişlerdir.

Mihne sonrası dönemde Halku’l-Kur’an anlayışı devlet politikası olmaktan çıkarıldığı için bu anlayışı benimseyen Hanefiler itibardan düşmüş ve kadilık makamına gelmeleri engellenmiştir.

Ahmed b. Hanbel’e karşı teveccüh o kadar ileri gitmiştir ki, o insanüstü, meleklere benzer bir varlık olarak tahayyül edilmiş ve ona buğz etmek dinden çıkmak için yeterli bir gerekçe sayılmıştır.
Halife Mütevekkil. 236/850-851 yılına gelindiğinde çeşitli Şii faallyetlerden şüphelenerek Hz. Hüseyin’in kabri ile etrafındaki tüm evlerin yıkılmasını emretti. Ayrıca kabir yıkıldıktan sonra buranın sürülmesini, üzerine ekin ekilip sulanmasını istemiş ve halkın buraya gidip gelmesini de yasaklamıştı.
Halife Mütevekkil’in Kerbela’daki Hz. Hüseyin Türbesini yerle bir etmesi gibi uygulamaları nedeniyle özellikle Şiilerin açık hedefi olması, ona yönelik diğer eleştirileri gölgede bırakmışa benzemektedir.
Mu’tezile’nin tavrı eleştirilmekle birlikte bu dönemde kelamın geri çekilmesi ve hadis adı altında pek çok hurafe ve bidat temelli tanrı tasavvurunun halk arasında yaygınlaşması, yine anti-mihne uygulamalarının bir sonucuydu.
Onun, Ahmed b. Hanbel üzerinde oluşan karizmanın zamanla Ashabu’l-Hadis’in güçlenip Ehl-u Rey, Mürcie ve zühd eğilimli grupların gölgede kalmasına, onun Ehl-i Sünnet’in yegane temsilcisi gösterilmesine yol açtığıyla ilgili kanaati gerçekten önemlidir.
Bu dönemde yazılan Kitabu’s-Sunne’lerin doğrudan Mu’tezile, Ehl-i Rey vb. kelamcıları hedef alması ve içeriklerinin de onların görüşlerini reddeden bir başlık sistemine uygun tarzda düzenlendiği yönündeki gözlemleri de dikkate değerdir.
Halife Mütevekkil’le birlikte başlatılan anti-mihne uygulamalarının da en az Mihne uygulamaları kadar olumsuz sonuçlara yol açtığı ve bu yüzden de sorgulanması gerektiği anlaşılmıştır.
Zira zorla dayatılmaya çalışılan bir düşünce doğru bile olsa tepki doğurmakta, karşılığında ise tepkisel ve daha sert cevaplar verilebilmektedir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Özellikle Ahmed b. Hanbel’in Halife Mütevekkil’le birlikte kazanmış olduğu itibar ve bunun kendileri gibi düşünmeyen tüm muhalifleri üzerinde bir siyasi baskı aracı haline dönüşmesi hakkında verdiği bilgiler dikkate değerdir.
Ayrıca bu süreçte Mu’tezile isimlendirmesine muhatap olan kişilerde Basra’yı merkez edinmek, Mevali kimliğe sahip olmak ve entelektüel duyarlılık taşımak gibi ortak özelliklere dikkat çekmiştir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
O, bu meselenin temelinde yatan temel sebebin ise halifenin kendi siyasi istikbali uğruna bazı kelamı meseleleri siyasetin alanı içerisine çekme gayreti olduğunu ifade etmiştir.
Cahız, beraberinde Ebu Musa el-Murdar, Sümame, Ebü’l-Hüzeyl ve Ashabü’l Kelam’dan diğer Mu’tezililerle birlikte Bişr b. el-Mu’temir’in meclisinde toplandıklarını ve burada taklit konusunda avamın büyük bir fitne içerisinde olduğunu, taklitçiliklerinden dolayı fıtratlarında var olan yeteneklerini kaybettiklerini, fikirlerini bilmeden kişileri taklit ettikleri konusunda ortak görüş beyan ettiklerini ifade eder.
Ahmet b. Hanbel’in tepkiye tepki olarak ileri sürdüğü bir çok kabul edilemez iddialarına rağmen öyle veya böyle Peygamber’in hayatıyla olan meşguliyetinin ona bir şahsiyet kazandırdığı ortadadır.
Benim de birçok ilmi yaklaşımını uygun gördüğüm Kadı Abdülcebbar bile kadılığı döneminde insanları düşünceleri ve inançları dolayısı ile yargılamış bir kimsedir.
Yani sözde insan özgürlüğüne atıf yapan, değer verenler güç ellerinde olunca bu özgürlükçü ifadelerine ne kadar sadık kalıyorlar?
Özellikle gücü ellerine geçirdiklerinde insanlara düşüncelerini ifade etme ve düşüncelerine göre yaşama imkanı vermemişlerdir.
Değerli kardeşim Cemalettin’in dediğinin aksine, Mu’tezile tarihinin hiçbir döneminde özgürlükçü olmamıştır.
Onların özgürlükçülükleri azınlık veya alt sınıf kabul edilmelerinden kaynaklanan kendi konumlarını ancak kendi fiilleri ile kazanabileceklerinin bilincini ortaya çıkarması adına inançlarına dahil ettikleri bir bireysel özgürlük savunusudur.
Çünkü Kur’an’ın mahluk olduğu anlayışı, zımnında Kur’an’ın dili olan Arapçanın da mahluk olduğunu, hatta diğer diller gibi bir dil olduğunu, dolayısı ile Arapların kendilerini üstün görmelerini gerektirecek bir durumun olmadığını ifade etmekteydi.
Mevali dayanışması temelinde gündem oluşturan Halku’l-Kur’an konusu, egemenlik mücadelesinde Mevali’nin, Arap üstünlüğüne karşı bir başkaldırı sloganı gibi durmaktadır.
Hayatımıza egemen olan ve bize rağmen akıp giden bir hayat var.
Sn. Nahide Bozkurt’a göre Me’mun, dini otorite olarak Ulemayı değil, halifeyi yani kendisini kabul etmiştir. Onun hilafete yüklediği bu güçlü anlam, düşünsel kaynağını eski İran’ın yarı tanrı kabul ettikleri kral anlayışından neşet etmiştir.
Mustafa Bey’in Mu’tezile; epistemolojik totalitarizm denebilecek bir yaklaşım sergilemiştir . . . tarzındaki kanaatlerine katılıyorum.
Kitabın elimizdeki bu formu, bilindiği üzere, bizatihi Cebrail (as) tarafından Hz. Peygamber’e dikte ettirilen formdur. Ve hatta peygamberlerin masumiyeti de yalnızca bu formu olduğu gibi alıp yansıtmaktan ibarettir.
kainatın, bir sünnetullah eseri olarak, değişmeyen şekil ve tarzı nasıl ki her çağda farklı anlam ve keşiflere aracı oluyorsa ilahi kitap da bunun gibidir.
İbn Rüşd şöyle der: Biz, kainatı sebepleri ile anlar ve keşfederiz. Kainattaki sebepler, Allah’ın kainatı yaratırken kainatta var kıldığı ilahi bilgileridir. Biz kainatı veya kendimizi keşfettikçe Allah’ın kainattaki ilmini keşfederiz.
Mütevekkil döneminde halifeye bağlılığın gerekliliğine dair rivayetler artmıştır. Siyasi otorite karşıtı hadislerin, örneğin, Ahmed b. Hanbel’in Musned adlı eserinden çıkarıldığına dair haber bu minvalde ifade edilebilir.
Görüldüğü gibi tasnif dönemi hadis eserleri tepkisel ve savunmacı bir niteliğe bürünmüştür.
Sahihu’l-Buhari’deki iman, tevhid, kader, kitap ve sünnete sarılma, haber-i ahad gibi bölümler ve bu bölümler içerisinde yer alan hadisler, kitabın, kesinlikle İslam dinini Mu’tezile ve benzeri mezheplerin görüşlerine cevap mahiyetinde hazırlandığını isbat eder.
İbn Hacer (852/ 1448)’in yorumuna göre el-Buhari, Kitabu’t-Tevhid’i Kaderiyye ve Cehmiyye’ye, Kitabu’l-Fiten’i Haricilere, Kitabu’lAhkam’ı da Rafızilere reddiye olarak yazmıştır.
Hiç bir eser, içinde bulunduğu çağın siyasi, sosyal, tarihi, dini ve kültürel yapısından soyutlanamaz. Gerek el-Buhari’nin es-Sahihi gerekse diğer hadis külliyatı, söz konusu edilen ortamlardan azade meydana getirilmiş değildir.
İlk musannef hadis kitaplarından sünen, muvatta ve musannef türü eserler ehl-i reyin fıkıh anlayışına tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Halife Kadir billah (öl: 422) Mu’tezile kelamını tamamen yasaklamıştır. Eserlerinin ve fikirlerinin okutulmasını ve öğrenilmesini yasaklamış, buna uymayanları cezaya çarptırmıştır.
Ehli hadis, Mu’tezile’yi hadis inkarcısı ve bid’atçi olarak nitelendirirken, Mu’tezile de onları akıllarını kullanamayan nakilciler olarak tanımlamışlardır.
Sadece terk etmekle kalmamışlardır. Onları zındıklık, fasıklık ve küfür gibi suçlamalarla itham etmişler ve öldürülmeleri gerektiğini dahi ifade etmişlerdir.
Kur’an’ın mahluk olduğu görüşünü ikrar eden hadisçilerin şahitlikleri ve hadisleri kabul edilmemiştir. Hadisleri terkedilmiştir.
Pek çok alim Halku’l-Kur’an inancındaki tavrına göre cerh edilmiştir. Hatta Buhari, Yahya b. Main, Ali el-Medini, Yezid b. Harun, Zuheyr b. Harb gibi meşhur hadisçiler bile bu çerçevede itham edilmiştir.
Bir alime kızan, onu cerh edip halkın yanında itimadını sarsmak için Kur’an mahluktur. demekle itham etmiştir. Mihne’den sonra Ebu Hanife cerh edilir olmuştur.

(Cerh kelimesi sözlükte maddî veya mânevî olarak “yaralamak” demektir.)

Hadisçilerin cerh ve ta’dil için koyduğu kriterler Mihne’den sonra istismar edilmiştir. Bid’at kavramının sınırı genişletilmiştir. Onlar gibi düşünmeyen grup ve fırkalar ehl-i bid’at olarak itham edilmiştir. Adil bir kimse Halku’l-Kur’an inancı konusundaki tavrına göre değerlendirilmeye başlanmış
Hadisçiler, Mihne dönemindeki sorgulamaları rovanşist bir tavırla muhaliflere baskı aracı olarak kullanmışlardır. Başta Mu’tezile, Cehmiyye, ehl-i Rey, Murcie, Kaderiye, Rafıziler, Hariciler gibi gruplar baskı altına alınmıştır. Ahmet b. Hanbel hakikatin ölçüsü olmuştur. İdeolojik hadisçilik dönemi başlamıştır.
H. III. Asırda hadis çalışmaları zirveye çıkmıştır. Hadis ilimlerine rağbet artmış, hadis edebiyatının Kutub-i sitte gibi en kıymetli eserleri bu dönemde yazılmıştır. Devlet desteği hat safhaya çıkmıştır.
Siyasi otorite (Mutevekkil) hadisçileri Bağdat camilerinde görevlendirmiş ve onlara hadis öğretmelerini Mu’tezile ve Cehmiyye’yi red mahiyetindeki hadisleri rivayet etmelerini istemiştir. Mu’tezile ve rey taraftarları olan gruplara sert tedbirler almıştır. Onların mallarını müsadere etmiş ve onları sürgüne göndermiştir.
Ebu Hanife’nin torunu İsmail b. Hammad (öl: 21 2) , Bişr b. Gıyas el-Merisi gibi bazı Hanefi Mu’tezililer de bu sorgularda görev almışlardır.
Bizim tabakat kitaplarında gerek övgü ve medih niteliğindeki abartılı sözler, gerekse kişileri yerme niteliğindeki itibarsızlaştırıcı abartılı değerlendirmelere ihtiyatla yaklaşmak gerekir.
Ahmed b. Hanbel Mihne olaylarındaki sebatı ve performansı ile sadece hadis sahasında değil, diğer alanlarda da otorite olarak kabul edilmiş, bir çok konuda hakikatin ölçüsü ve sorgulanamaz, dokunulamaz bir lider konumuna yükselmiştir.
Halife (Me’mun) Mevali kökenli vatandaşların yoğun olarak yaşadığı Merv şehrini başkent yapmış ve uzun bir süre Bağdat’a gelememiştir. Zira Bağdat, Arap kökenli vatandaşların yaşadığı bir yer ve halife kendisini orada siyasal ikbal açısından emin hissetmemiştir.
Araplar zihniyet yapısı itibariyle asabiyeti, geleneği, rivayet sistemini ve hadisçiliği temsil etmekte, Mevali ise felsefi nazariyelere ılımlı Mu’tezile, Murcie ve Hanefiyye şahsında rey taraftarlığını temsil etmektedir.
Muhammed b. Meserre (ö.319), sufi eğilimleri olan, akıl, ilim ve felsefeyi önceleyen, yapısındaki derinlik idrak edilemediği için toplumsal engizisyona tabi tutulan bir mutasavvıftır. Mu’teziliği benimsediğine dair bir ipucu olmamasına rağmen ötekileştirici bir tavırla Mu’tezili olarak lanse edilerek mahkum edilmiştir.
Mihne süreci sonrası herhangi bir alim dışlandığı veya ötekileştirilmek istendiğinde Mu’tezile’ye nispet edilmesi yeterli olmuştur.
Kur’an mahluk değildir. fikri Abbasi yönetiminden memnun olmayan, Emevi dönemine sempatiyle bakan Ehl-i Hadis’in dile getirdiği bir slogandır.
Kanaatimce Mihne siyaseti ve Halku’l-Kur’an sorununun dini bir temelde açıklanması yeterli görünmemektedir. Halife Me’mun tarafından Merv’in başkent yapılması, İran asıllı kişilerin yönetimde güç sahibi olması ve Me’mun’un başkaca bir takım icraatları Arap nüfusunun yoğun olduğu Bağdat başta olmak üzere çeşitli vilayetlerde ayaklanmalar olması, Ali Evladı’nın bazı vilayetlerde iktidarı ele geçirmek için isyan etmesi bu olayın siyasal bir zemininin olduğunu göstermektedir. Düşünün Me’mun 6 yıl boyunca Bağdat’a girememiştir. Bu tamamıyla güvenlik gerekçesiyledir.
Bu yüzden tamamlanmış metin imajını oluşturan ezeli kelam, dinin evrenselliğini değil mahalli olanın din olarak evrenselleştirilmesini sonuç olarak vermiştir.
Hakikat, geçmişte bitmiş ve tamamlanmış metinlerden insana durağan şekilde iletilen bir mahiyette olursa bu süreçte insan ‘kaybedilir’, Tanrı ve kutsal gelenek karşısında ‘görülmez’. Daha ötede din de belli bir dönemin zihniyetine kurban edilir ve böylelikle mahallileşir.
Hilmi Yavuz, Edward Said’in Kuran tamamlanmış bir metin olarak vahy edilmiştir. Bundan dolayı İslam, dünyayı ne eksiltilecek ne de çoğaltılacak bir dünya olarak görür. Bu nedenle, mesela Binbir Gece masalları gibi metinler, süslemeci metinlerdir, dünyayı tamamlamaz sadece dünya üzerinde oynarlar. görüşünden hareketle, İslam medeniyetinin bir süsleme ve temaşa dolayısıyla bir haz medeniyeti olduğuna vurguda bulunmaktadır.
Darimi’ye göre Kuran mahluktur. sözünün, Velid b. Muğire’nin Bu ancak beşer kelamıdır. sözüyle hiçbir farkı bulunmamaktadır. Eş’ari’ye göre de Kuran’ın mahluk olduğunu savunmak, Allah’ı, konuşması-hükmü olmayan bir put gibi görmektir. Ona göre konuşması olmayan putların ilah olması nasıl mümkün değilse Kuran mahluktur anlayışının dayandığı bir ilahın da Allah olması mümkün değildir.
Kadı Abdul Cebbar da halku’l Kuran’ın önceden tespit edilmiş hayat tarzlarını ret üzerine temellendiğini ifade etmiştir. Ona göre Mutezile Kuran’ın mahluk olduğunu kabul etmiştir çünkü insanın eylemlerinde özgür olduğunu ve kendi fiilini yarattığını savunmuştur.
Halku’l-Kuran tartışmalarının insan özgürlüğü ile ilgisi bulunmaktadır.

Kaynaklarda Amr b. Ubeyd’in ‘Ebu Leheb’in elleri kurusun. ‘ ayeti, ezeli kelam olarak kabul edilirse, bu takdirde Allah’ın Ebu Leheb aleyhine herhangi bir delili kalmaz. dediği ifade edilmiştir. Buradan hareketle Amr b. Ubeyd söz konusu ayete ‘Ebu Leheb gibi yapanların eli kurusun’ anlamını vermiştir. Çünkü ona göre Allah’ın ilminin zarar ve fayda veren bir yönü bulunursa insan sorumluluğu ortadan kalkar.

Hans Kellner Eğer dil öncesiz bir kutsal başlangıçsa, insanlar özgür değildir. demektedir.
Ehlü’l-Hadis’in ezeli kelam fikri, geçmişin tek belirleyici bir buut olarak ortaya çıkışının bir sonucudur.
O güne kadar ehlü’r-rey, insanlar dünyasının özerkliği, bir tür aşağıdan bakış anlamına gelmekteydi. Fıkıh, dini hükümleri bir tür ehlileştiriyor, laikleştiriyor böylece insani olana yakınlaştırıyordu. Hadisin fıkha galip gelmesi, geçmiş yaşam biçiminin sosyal süreçlere müdahalesini meşrulaştırmıştır.
Ezeli kelamla birlikte hadisler, Kur’an kadar değerli hale gelmiştir. Bu durum, Peygamber’in görüşlerinin fakihlerin şahsi düşüncelerinden üstün sayılması mantığını dinleştirmiştir. Böylece büyük ölçüde fıkıhla hadis arasında bir eşitlenme meydana gelmiştir.
Bu görüş bilgi ve düşüncenin, vahyedilmiş metnin ve sünnetin lafızları çerçevesine hasredilmesini beraberinde getirmiştir. Hadislerin ve Kur’an’ın literal okunması ise öncelikle şeriatın İslamlaşmasını sonuç olarak vermiştir.
Ezeli kelam fikri sadece halife ve şehrin medeniyet oluşturmada etkilerini asgariye indirgemekle kalmamış aynı zamanda içtihat, kelam ve felsefenin gelişmesinin önünde de engel olmuştur. Çünkü bu tez, hakikatin sadece eskiden atalar tarafından tayin edilmiş yolda temsil edildiğini benimsemiştir.
Özellikle kriz zamanlarında yaşayanlar kendilerini ve şeyleri dönüştürürken geçmişin ruhlarını yardıma çağırırlar, onlardan isimler, savaş çığlıkları ve kostümler alırlar.

Marx

Ashabu’l-Hadis’in anlayışına göre bir meselenin halli için geçmiş uluların kararı bulunmalıdır. Elde ahad da olsa bir haber varsa ona teslim olunur ve bu konuda tartışmaya girişilmez. Bunun dışına çıkan bidat ehlidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir