İçeriğe geç

Metafor Olarak Hastalık – Aids ve Metaforları Kitap Alıntıları – Susan Sontag

Susan Sontag kitaplarından Metafor Olarak Hastalık – Aids ve Metaforları kitap alıntıları sizlerle…

Metafor Olarak Hastalık – Aids ve Metaforları Kitap Alıntıları

Raskolnikov, Suç ve Ceza’nın sonunda vebayı hayal eder: “Bütün dünyanın, Avrupa’ya Asya’nın derinliklerinden sirayet etmiş korkunç, yeni bir yabancı salgına mahkûm olduğunu hayal ediyordu.” Bu cümlenin başında vurgu bütün dünya’ya yapılırken cümlenin sonunda, “Asya’dan gelen ölümcül bir belanın kol gezdiği Avrupa” şekline dönüşmekteydi.
Örneğin Dickens, Nicholas Nikleby’da tüberkülozu, ölümü “incelten” “korkunç hastalık” diye anlatmıştır:
ruh ile beden arasındaki mücadele kademe kademe, sessizce, ağırbaşlılıkla yürür ve sonu kesindir; vücuttaki ölümlü parça günden güne eriyip büzülür ve rengi kaçarken, ruh da yükünden kurtuldukça hafifler ve arınır
Nitekim 19. yüzyıl edebiyatı, özellikle genç insanlarda (Tom Amca’nın Kulübesi’nin küçük Eva’sı, Nicholas Nickleby’daki Smike, Dombey and Son’daki [Dombey ve Oğlu] Dombey’nin oğlu Paul gibi), tüberkülozdan kaynaklanan ve neredeyse tek bir semptomun gözlenmediği, kimsenin korkup ürkmediği, ölümü huzur içinde karşılayan sonlarla doludur.
Franz Kafka da Nisan 1924’te, kalmakta olduğu sanatoryumdan (ki iki ay sonra aynı yerde hayata gözlerini yumacaktır) bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Sohbet ederek hiçbir şey öğrendiğim yok; çünkü tüberküloz üzerine konuşurken herkeste bir çekingenlik, kaçamak davranışlar ve donuk bakışlar ortaya çıkıyor.”
Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha külfetli bir yurttaşlıktır. Doğup hayata gelen herkes, biri “sağlıklılar”, diğeri “hastalar” ülkesinde olmak üzere çifte vatandaşlığa sahiptir bu yeryüzünde. İstisnasız hepimiz, bize kalsa sadece “iyi” pasaportuyla yaşamayı tercih etm em ize rağmen, günün birinde -en azından bir süreliğine- kendimizi öteki ülkenin hüviyetini taşıyor durum da bulmaktan kurtulamayız.
Hastalıklar üzerine kullandığımız mecazlar beş para etmez. Gerçekten hasta olan insanlara, hastalıklarının adının kötülük timsali olduğunu tekrarlayarak yardım edilemez.
hastalığa kanser (her ikisi de yengeç anlamını taşıyan Grekçe karkinos ve Latince cancer’den gelir) isminin konmasının ilk kökeni Galen’e göre, vücudun üstündeki bir tümörün şişkin toplardamarlarının bir yengecin bacaklarını andırmasına dayanır.
Herhangi bir hastalığa sadece bir hastalık olarak değil de bir kötülük, baş edilmez bir yağmacı gözüyle bakıldığı sürece, kanserli insanların çoğunun, nasıl bir hastalıkları olduğunu öğrendiklerinde fiilen moral çöküntüsüne uğramaları kaçınılmazdır. İşte bu noktada çözüm, kanserli hastalara gerçeği söylemekten vazgeçmek değil, tersine, bizzat hastalık anlayışını , gizemli örtüsünden arındırarak düzeltmekte yatmaktadır.
Yavaş ilerleyen bir salgın hastalıktaysa aynı tedbirlerin bir tür yaşama biçimine dönüşeceği ihtimalini göz ardı etmemeliyiz. Bu durumda onlar, kısa bir acil dönem için benimsenip, sonra vazgeçilecek bir uygulama yerine, toplumsal âdetlerin fiili bir parçası haline geleceklerdir.
1918-1919 grip salgınında, insanlara verilen nasihat, el sıkışmaktan kaçınmak ve öpüşürken mendilinizi öpüştüğünüz kişinin ağzına tutmak gibi tedbirlerdi.
Kolektif hayal gücümüzün üstünde sallanan metaforlaştırılmış hastalıkların hepsi zor, sancılı ölümdür ya da öyle olduğu hayal edilmektedir. Ölümlü olmanın kendisi, yeterli dehşet uyandıracak ağırlıkta değildir.
Oysa modern hastalık metaforlarının hepsi de beş para etmez mecazlardır. Gerçekten hasta olan insanlara, hastalıklarının adının kötülük timsali olduğunu durmadan tekrarlayarak yardım edilemez.
Hastalık, dengesizlikten gelir. Tedavinin amacı da doğru dengeyi yeniden kurmaktır.
Bichat 1800’de, hayatı ölüme karşı koyan işlevlerin toplamı şeklinde ifade ediyordu.
Sebepleri henüz aydınlatılamamış olan, bu yüzden tedavisi de genellikle etkisiz kalan her önemli hastalık, bir anlam akıntısının önünde sürüklenmeye eğilimlidir.
Kanser mitolojisine göre de hastalığa sebep olan devamlı bastırılan bir duygu vardır genellikle. Çoğu insanın, eğer dışa vurulmasını sağlamazlarsa kendilerini kansere yakalatacağını düşündükleri tutku ise öfkedir.
Ölmekte olan bir tüberkülozlu, daha güzel ve etrafına daha duygu saçan bir çehreyle resmedilirken, kanserden ölmekte olan kişi, korkudan ve acıdan acz içine düşmüş, her türlü aşkınlık yeteneğini kaybetmiş bir tabloyla tasvir edilmektedir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tüberkülozlu hasta, hastalığın belli dönemlerinde solgunlaşırken, kanser hastası sonuna kadar hep solgun kalır.
Benim yok edilip silindiğini görmeyi en çok istediğim metafor, askeri metaforlardır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Her süreç bir sürü ihtimal barındırır ve istatistiklerle beslenen bir öngörüyü davet eder.
AIDS bir hastalığın ismi değildir. AIDS, sonuçları bir hastalıklar yelpazesine karşılık gelen bir tıbbi durumun ismidir.
Metafor olarak hastalık sadece bir polemik kitabı değildir, aynı zamanda bir teşvik, bir nasihat kitabıdır.
Metafor , diye yazıyordu Aristoteles, bir şeye, başka bir şeye ait bir isim vermeye dayanır .
Tedavinin de askeri bir havası vardır. Radyoterapi, hava savaşından alınan metaforlara başvurur; hastalar, toksik ışınlarla bombardımana tutulur . Kemoterapi de, zehirlere başvurarak kimyasal savaş rehber edinmiştir.
Kanser tariflerindeki denetleyici metaforlar, aslında iktisattan değil, savaş dilinden seçilmektedir.

Şöyle ki kanserli hücreler basitçe çoğalmaz; onlar istilacı dırlar.

19.yüzyılın ve 20.yüzyıl başının hekimleri, tüberkülozlu hastalarını tekrar sağlıklarına kavuşturmak için onları yatıştırmak amacıyla tatlı dil dökmekten kaçınmazlardı. O dönemdeki hekimlerin reçetesi, aydınlanmış bir insanın günümüzün akıl hastaları için öngördüğü reçeteyle aynıydı: neşeli bir ortam, stresten ve aileden tamamen uzak durma, sağlıklı beslenme, eğzersiz, dinlenme.
Kanser mitolojisine göre de hastalığa sebep olan devamlı bastırılan bir duygu vardır genellikle.
Tüberküloz mitolojisine göre, tüberkülozu kışkırtan, onun kendi içinde ifade ettiği bir tutkulu duygu vardır genellikle.
Kanser şimdilerde nasıl baskılamanın bedeli olarak düşünülüyorsa, tüberküloz da eskiden hayal kırıklığının enkazı olarak açıklanıyordu.
kanserli hastalara gerçeği söylemekten vazgeçmek değil, tersine, bizzat hastalık anlayışı nı, gizemli örtüsünden arındırarak düzeltmekte yatıyor.
Sağlık hakkında kitaplar okur, hangi etleri yiyip ne içeceğimize kafa yorar, hava almaya çıkar ve egzersiz yapar her taşı parlatıp cilalar ve binamızın duvarlarını sağlam öreriz; yani sağlığımız uzun ve düzenli bir çalışmanın ürünüdür; Ancak an gelir bir dakika içinde bir top güllesi duvarımızı yıkar, her tarafı harabeye çevirir herşeyi yerle bir eder; bütün gayretkeşliğimize rağmen önlenemeyen, bütün kuruntularımıza rağmen hiç şüphelenmediğimiz bir hastalık çıkagelir
Askeri imgelerin sağlık ve hastalık üzerine düşünmeye etkisi önemsiz sayılamaz. Askeri imge ve metaforlar her şeyin velveleye verilmesine yol açar, tanımları aşırı derecede abartır ve hastaların toplumdan aforoz edilip damgalanmasına ciddi derecede katkıda bulunurlar.
Endüstriyel kirlenmenin etkileri ve küresel finans piyasaları gibi AIDS krizi de, önem taşıyan hiçbir şeyin artık bölgesel kalmadığı; dolaşıma giren her şeyin ve her meselenin dünya çapında nitelik kazandığı, ya da er geç o niteliğe kavuşacağı bir dünyanın kanıtıdır.
Kıyamet artık uzun süren bir televizyon dizisidir.
AIDS, herkesin Truva Atı’dır.
Dayatılan tüketim kalıpları ve benliğin ifade edilmesine atfedilen tartışmasız değer dikkate alındığında, cinsellik -bazılarının gözünde- artık bir tüketici tercihi olmaktan çıkıp, bir özgürlük uygulaması, sosyal mobilitenin bir göstergesi, sınırları geri zorlamanın bir kaynağı haline gelmiştir.
AIDS’e yakalanmaktan nasıl korunulacağı konusundaki eğitici bilgiler, cinsel duyguların ifade edilmesinin değiştirilemez çeşitliliğinin kabul edilmesini -ve dolayısıyla bunlara hoşgörüyle bakılmasını- içermek durumundadır.
Cinsellik korkusu, günümüzde herkesin içinde yaşadığı korku evreninin yeni, hastalık-destekli kaydıdır. Kanser fobisi bize kirlenen çevreden korkmayı öğretmişti; şimdi de, AIDS endişesinin kaçınılmaz olarak doğurduğu bir kaygıyla, kirlenen insanlardan korkar olduk.
Tıp, gelenek ve görenekleri değiştirmişti. Hastalık da şimdi onları tekrar değiştiriyor. Doğum kontrolü ve tıbbın cinsel ilişki yoluyla bulaşan hastalıkların (neredeyse tüm bulaşıcı hastalıkların) kolayca tedavi edilebilmesini sağlaması, seksi, istenmeyen sonuçlar doğurmayan bir serüven olarak görmeyi mümkün kılmıştı. Oysa AIDS, insanları tekrar seksi en korkunç sonuçlara yol açabilecek bir şey (belki de, intihar -ya da cinayet) olarak düşünmek zorunda bırakmaktadır.
Viroloji, AIDS’ten bağımsız olarak, fakat AIDS mitolojisini pekiştiren bir etki de yaparak, yeni bir tıbbi metaforlar kümesi ortaya atmıştır. William Burroughs’un, bir kehaneti açıklarcasına, Dil bir virüstür. demesi ve Laurie Anderson’ın da bu saptamayı tekrarlayıp durması, AIDS’ten çok önceki yıllarda olmuştur. Hemen her alanda virüse dayalı açıklamalara giderek daha sık başvurulduğu gözlenmektedir.
Alain Tanner’in filmi Va Vallée Fantôme’da (1987) film yönetmeni kendi kendine düşünürken, Sinema kansere benzer, dediği ve sonra da Hayır, hayır, bulaşıcı; daha çok AIDS’e benziyor. diyerek kendi sözlerini düzelttiğinde, bu kıyaslama AIDS’in bilerek ve ısrarla eksiltilerek yorumladığını ortaya koymaktadır.
AIDS’i herkesin sorunu yapmak ve bu şekilde herkesin eğitilmesi gerektiği bir mesele haline getirmek, AIDS mitini oluşturan anti-liberal çevreleri mahkum edip ‘biz’ ile ‘onlar’ arasındaki farklılığa dayalı anlayışı yerle bir eder; daha doğrusu, ‘onlar’ hakkındaki ahlaki yargıları temize çıkarır ya da en azından dayanaksız bırakır.
Camus’nün romanı, bazen söylendiği gibi, Akdeniz’deki bir liman şehrinde vebanın ortaya çıkıp yayılmasının Nazi işgalini temsil ettiği bir siyasal alegori değildir. Buradaki veba, ceza değildir. Camus bu romanında herhangi bir şeyi protesto ediyor değildir; ne çürümeyi, ne tiranlığı, hatta ne de ölümlülüğü. Veba, örnek alınacak bir olaydan, hayata ciddiyet katan ölümün aniden baskın yapmasından başka bir anlam taşımamaktadır.
Yüzyıllar boyunca Avrupa’nın ayrıcalıklı bir kültürel birim olarak algılanmasının bir yönü, bu kıtanın hep başka yerlerden yayılan ölümcül hastalıkların kapanında kolonileştirilen bir bölge olmasıdır. Avrupalılar da -işgalciler olarak, sömürgeciler olarak- kendi ölümcül hastalıklarını egzotik, ‘ilkel’ dünyaya çok daha yıkıcı boyutlarda bulaştırma konusunda hayretler uyandırıcı bir katı yüreklilik sergilemişlerdir.
Veba hakkındaki alışılmış yorumların bir özelliği şudur: Hastalığın kaynağı mutlaka başka bir yerdir. Avrupa’da bir salgın halini almaya başlayan frengiye verilen isimler, ürkütücü bir hastalığı yabancı kökenli bir bela olarak gösterme gerekliliğinin tipik bir örneğidir. Frengi İngilizlerin gözünde ‘Fransız frengisi’, Parislilerin gözünde ‘German hastalığı’, Floransalıların gözünde ‘Napoli hastalığı’, Japonların gözünde ‘Çin hastalığı’ydı. Şovenizmin kaçınılmazlığını gösteren bir şaka gibi görünen bu tablo, daha önemli bir hakikati açığa çıkarmaktadır: hastalığı tahayyül etme ile yabancıyı tahayyül etme arasında bir bağ bulunduğu.
Veba olarak düşünülen hastalıklar, genellikle salgın olanlardır. Ve bu tür kitlesel hastalık vakaları salt bir çile, katlanılan bir acı olarak değil, ceza olarak kavranmaktadır.
Frengi genellikle öldürücü bir karakter taşıdığı için değil, insanı rezil edici, akli melekelerini köreltici ve tiksindirici bir musibet sayıldığı için veba muamelesi görmüştür.
Ona dair metaforlardan bazıları kanser için kullanılan metaforlarlarla örtüşen AIDS’in kanserden çok farklı görünmesinin bir açıklaması da, hiç kimsenin -en azından şimdilik- onu psikolojinin alanına dahil etmeye kalkışmamış olmasıdır.
Modern felsefe ile modern bilimin zihin ile bedeni Kartezyen bir ayrıma tabi tutmasının herhangi bir dayanağının bulunmadığının ortaya çıkarılması, bu kültürün yüz ile beden ayrılığına (oysa, adetlerin, modanın, cinselliğe bakışın, estetik duyarlılığın her yönünü; fiilen, bütün değerlendirme ölçütlerimiz etkileyen bir ayrılıktır bu) inanmasını bir nebze olsun azaltmamıştır. Yüz ile beden ayrılığı, Avrupa kültürünün başlıca ikonografik geleneklerinden birinin esasını oluşturup, insanın yüzüne yazılmış olan kader ile bedende meydana gelen değişimler arasındaki hayret uyandırıcı farklılığı gösterir. Kişi anlayışımız, vakar anlayışımız, yüzün bedenden ayrılmasına dayanır, yüzün bedende meydana gelen şeylerden muaf tutulabileceği ihtimaliyle. Ve ne kadar öldürücü olursa olsun, yüze zarar vermeyen ya da yüzün şeklini bozmayan kalp krizleri ve grip gibi hastalıklar, asla çok koyu bir dehşet uyandırmazlar.
Etimolojik açıdan bakıldığında, hasta ‘ıstırap çeken’ demektir. Fakat en çok korkulan şey, genel olarak ıstırap çekmenin kendisi değil, ıstırap çekmenin insanı aşağılatıcı yanıdır.
Hastalık metaforuna duyulan ilgi, kesinlikle onun çok fazla mistifikasyonla, dolayısıyla kaçınılmaz bir kader fantezisiyle yüklü bir hastalığa gönderme yapıyor olmasıyla belirlenmiştir.
Kangren, kanserle aynı metaforik özelliklerin birçoğunu paylaşır: O da hiç yoktan ortaya çıkar, yayılır, tiksinti vericidir -aslında kangrenin, bir polemikçinin arayıp da bulamadığı her türlü aşağılayıcı sıfatla yüklenmiş göründüğü açıktır.
Kanser metaforu, değişmez bir şekilde, karmaşık olan bir şeyi basitleştirmeye kışkırtmaktan ve fanatizmi değilse bile, hep kendini haklı görmeyi davet etmekten öte bir anlam taşımaz.
‘Köklü’ ya da ‘mutlak’ şekilde kendini gösteren kötülüğü kavramaya çalışırken, yeterli metaforlar peşine düştüğümüz ortadadır. Oysa modern hastalık metaforlarının hepsi de beş para etmez mecazlardır. Gerçekten hasta olan insanlara, hastalıklarının adının ‘kötülük timsali’ olduğunu durmadan tekrarlayarak yardım edilmez.
Bir fenomeni kanser olarak tanımlamak, ona yönelik bir şiddet kışkırtıcılığıdır. Kanserin siyasal söylemde kullanılması kadercilik eğilimini besler ve (bu hastalığın kaçınılmaz bir şekilde ölümle sonuçlancağı şeklindeki yaygın inancı da pekiştiren bir yaklaşımla) ‘sert’ önlemleri haklı çıkarır.
Hastalık metaforunun modern siyasal söylemde kullanılmasının melodramatik yanı, cezalandırıcı bir işleve büründürülmesidir: hastalıktan bir ceza olarak değil, bir kötülük işareti, cezalandırılması gereken bir musibetin kendisi olarak söz ediliyordu.
Modern dönemin, mevcut siyasal durumun çaresi bulunmaz bir çözümsüzlüğe sürüklendiğinin hesaplanmasına dayalı ‘devrim’ fikri, eskiden beri kullanılagelen iyimser hastalık metaforlarını yerle bir etmişti. Siyasal olayların artık, ‘eşi benzeri görülmemiş’, ‘radikal’ olaylar şeklinde tanımlanması yaygınlaşıyordu; süreç içinde hem sivil hoşnutsuzluklar hem de savaşlar, gerçekte ‘devrim’ olarak anlaşılmaya başlandılar.
Machiavelli’ye göre, öngörü; Hobbes’a göre, akıl; Shaftesbury’ye göre, hoşgörü; bunların hepsi de, doğru bir devlet adamlığının -tıbbi benzetmelerle kavrandığında- ölümcül bir düzensizliği önleyebilmesini sağlayacak fikirlerdir. Buradaki varsayım, toplumun temelde sağlıklı olduğudur; hastalık (düzensizlik), ilke olarak, her zaman için çözümü bulunabilecek bir durumdur. Toplum, tanımı gereği, hiçbir zaman ölümcül bir hastalığa yakalanmaz.
Bir sövgü, hakaret metaforu olarak hastalıklar yalnızca iki tiptir: sancılı ama iyileştirilebilir hastalıklar ile büyük ihtimalle ölümle sonuçlanan hastalıklar.
Hastalıklar her zaman, bir toplumun kokuşmuş ya da adil olmayan bir topluma dönüştüğü suçlamalarını canlı tutmaya yarayan metaforlar olarak kullanılmıştır.
1918-1919 yılında, dünyanın çeşitli bölgelerinde, dört yıl sürmüş olan Birinci Dünya Savaşındaki toplam can kayıplarından daha fazla sayıda insanın hayatını kaybetmesine yol açan grip salgınının, neredeyse bütün dünyada tarihsel hafızadan silinmesinin kanıtladığı gibi, basitçe salgın olduğu düşünülen hastalıklar, metafor olarak daha az işe yarıyorlardı.
Nasıl tüberküloz bilincin tinselleşmesi şeklinde temsil edilmişse, kanser de bilincin ezilmesi ya da sillinmesi şeklinde anlaşılmaktadır. Tüberkülozda incelir, özünüze ulaşır, ‘gerçek siz’e varıncaya dek kendinizi yiyip bitirirsiniz. Kanserde ise, zeki-olmayan (ilkel, embriyonik, atavistik) hücreler çoğalır ve sizin yerinizi siz olmayan bir şey alır. Tüberküloz hasta-benliğin hastalığıyken, kanser Öteki’nin hastalığıdır.
Erken kapitalizm, düzenlenmiş bir harcama, tasarruf, muhasebe ve disiplin modelinin (arzuların akılcı biçimde sınırlanmasına bağlı bir ekonominin) zorunlu olduğunu varsayar. Tüberküloz, on dokuzuncu yüzyıl homo economicus’unun olumsuz davranışlarını (tükenme, israf, yaşama gücünün bastırılması) özetleyen imgelerle tarif edilir.

İleri kapitalizm ise genişleme, spekülasyonu, yeni ihtiyaçların yaratılmasını (tatmin olma ve olamama problemini), kredili satın almaları, mobiliteyi (arzuya akıldışı biçimde düşkün olmaya bağlı bir ekonomiyi) şart koşar. Bu doğrultuda kanser de, yirminci yüzyıl homo economicus’unun olumsuz davranışlarını (anormal büyüme, enerjinin bastırılması, yani enerjinin tüketilmesine ya da harcanmasına imkan tanınmaması) özetleyen imgelerle tarif edilecektir.

Hastalık, beden vasıtasıyla konuşan şeydir, zihinsel olanı dramatize etmeye uygun bir dildir: bir kendini ifade etme formudur.
On dokuzuncu yüzyılda, cezanın günahkara reva görülmesi gibi hastalığın da hastanın karakterine münasip geldiği anlayışının yerini, hastalığın karakteri yansıttığı anlayışı almıştı.
Fazla duygusal olmayan karakterler için hastalık, en sonunda iyi bir insan gibi davranmaya uygun bir vesileydi. Bir bela gibi çöken hastalık, hiç olmazsa, insanın ömrü boyunca yakasını bırakmamış olan kendini aldatmaları ve karakter bozukluklarını kavramanın yolunu açabilirdi.
Yirminci yüzyılda üstün duyarlılığın göstergesi, ‘tinsel’ duyguların ve ‘eleştirel’ hoşnutsuzluğun vasıtası haline getirilmiş olan irkiltici, acındırıcı bir hastalık olan, deliliktir. Tüberküloz ve delilikle ilintili fantezilerin birbirine paralel pek çok yönü vardır. Tüberküloz gibi delilik de bir tür sürgündür. ‘Psişik yolculuk’ metaforu, tüberkülozla ilintili sayılan romantik seyahat fikrinin bir uzantısıdır.
Romantiklerin duyarlılığa layık gördükleri esas hediye, zalimliğin estetiği ve marazi olanın güzelliği değil, hatta sınırsız kişisel özgürlük talebi de değil, nihilistçe ve duygusal bir bakışı ifade eden ‘ilginç’ fikridir. Hüzün daima insanı ‘ilginç’ göstermiştir.
Novalis bir fragmanda şöyle yazıyordu: Mükemmel bir sağlığa sahip olma ideali, ancak bilimsel açıdan ilginçtir ; asıl ilginç olan, bireyselleştirici olan şey, hastalıktır.
Göz alıcı bir zafiyeti, üstün bir duyarlılığı simgeleyen tüberkülozlu görünüş, zaman geçtikçe kadınların ideal görünüşü haline geldi.
Tüberkülozun tedavisi iştahın açılmasıyla takip edilirken, kanserin tedavisi mide bulantısı ve iştahsızlıkla ayırt edilir. İki hastalık, iki tablo: Yetersiz beslenenler iştahlarını doyurmak isterler -heyhat, bu beyhude bir çabadır; aşırı beslenmiş olanlar ise, yiyemezler.
Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha sıkıntılı süren bir yurttaşlıktır. Doğup hayata gelen herkes, biri ‘sağlıklılar’ diğeri ‘hastalar’ ülkesinde olmak üzere çifte vatandaşlığa sahiptir bu yeryüzünde.
Siyasal söylemde kanserin kullanımı hastalığın kesinlikle öldürücü olduğu şeklindeki yaygın düşünceyi desteklemesinin yanında kaderciliği cesaretlendirmekte ve ‘sıkı’ önlemlere haklılık kazandırmaktadır. Hastalık kavramı hiçbir zaman masum değildir. Ancak kanser metaforlannın kendi içlerinde çok açık şekilde öldürücü oldukları ileri sürülebilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir