İçeriğe geç

Mesnevi`den Sözler ve Hikayeler Kitap Alıntıları – Mevlana Celaleddin-i Rumi

Mevlana Celaleddin-i Rumi kitaplarından Mesnevi`den Sözler ve Hikayeler kitap alıntıları sizlerle…

Mesnevi`den Sözler ve Hikayeler Kitap Alıntıları

Merhamet adaletin, hak ve hukukun önüne geçmemelidir. Eğer merhamet bunların önüne geçecek olursa, haksızlığın önünü almak mümkün olmaz.
Kim gerçek dostlarıyla düşüp kalkarsa külhanda bile olsa gül bahçesindedir. Fakat gerçek dost olmayanlarla düşüp kalkan gül bahçesinde de olsa külhanda sayılır.
İyiliklerin başı, insanın içindeki hırsa, kızgınlığa kapılmamasıdır. Bunun içindir ki, “Pehlivan herkesi yenen değil, kızgınlık anında öfkesini yenerek onu yutandır, denmiştir .
Ay yüzlü Yusuf’un oturduğu yer kuyunun dibi de olsa orası bize cennetten farksızdır.
Duygu gözü ancak avuca benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki.
Su deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibidir.
Ne yazık ki herkes kendi yılanını karınca görür, sen kendini bir gönül ehline sor.
Ruh ilimle, akılla dosttur, ruhun Arapçayla Türkçeyle ne işi var.
Dilleriyle her meseleyi halletmeye kalkışan, üflediklerinde mangalda kül bırakmayan tiplerin bütün sermayeleri dilleridir. Her işi sözle bitiriverirler. Fakat işe gelince ortalıkta bir şey bulmak mümkün olmaz. Bunun içindir ki Iştir kişinin aynası lâfa bakılmaz, denmiştir.
Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince, sudan ve topraktan hariç suretler görürsün.
Kendi ayıbını ve kusurlarını görmek mânevi hastalığın ilacıdır. Başkasının ayıbını görmek, o ayıbı satın almaktır. Kendi kusur ve ayıpları ile meşgul olana ne mutlu!
Ölüm girdabında âhiret bilgisine vâkıf olanlar yüzebilir.
Allah’a inananlara bir çağrı var burada. Ey inananlar! Nefse muhalefet etmek ve şeytana uymamak için zorluklara katlanın ve sabır ateşine girin. Böylece, Allah’ın İbrahim Aleyhisselam’a yaptığı gibi ikramlara ulaşacaksınız. Ateşin içerisindeki nimet sofrasına oturacaksınız
Nice kişiler vardır ki dedikoduyla uğraşmadılar; can kulaklarını, Allah dostlarının sözlerine diktiler, onların sözlerini dinlediler de bütün şüphelerden, işkillerden kurtuldular.
Padişahın biri bendelerinden birine 100 kişinin geçineceği kadar dünyalık vermiş. Askerler bu işten pek memnun olmadılar.
Padişah: bir gün dedi, size gösteririm, neden bu işi yaptım, anlarsınız.
Svaş oldu, herkes kaçtı, yalnız oydu kılıç vuran.
Padişah: İşte dedi, bu işi onun için yaptım.

YANİ; MALI MÜLKÜ OLMAYANLARIN ÇOKTA KILIÇ SALLAYIP, KENDİNİ PERİŞAN ETMESİNE GEREK YOK.

Aklı başında olmazsa sevda masalı perişan olyr, dağılır gider !
Akıl bazen alta düşer, bazen üste çıkar; bazen nefisle savaşa girer, bazen ağlar inler !
BU alemde herşey, gelip geçicidir; bu dünya, ölümlü dünyadır! Bu fani dünyada bey değilsen ne çıkar? Ölmüyorsun, yaşıyorsun ya; bu sana yetmez mi ?
Cisim çay kimidir, ruh axıb gedən su
Öz səhvlərini görə bilən insan nə xoşbəxtdir.
Ey dil, sən həm tükənməz xəzinə, həm dərmanı olmayan dərdsən.
Qələmin küləkdən, kağızın sudan olsa nə yazırsan yaz dərhal yox olar.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bilgi pek yücedir, pek büyüktür.Bazen ağaç derler ona, bazen güneş.Kimi deniz derler ona, kimi bulut.İsimden geç sıfata bak.Görünüşten sıyrıl, öze bak.
Mevlana
Sen, orucu, şaşılacak acayip meziyetleri bulunan bir şey olarak bil! Oruç, insana can bağışlar. Gönül lütfeder. Sen, şaşılacak bir şey görmek istersen, oruca şaş!
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
İnsanın kendisinden geçmedikçe, kendine gelmesine imkan yoktur.
Her meyve, zamanı gelince baş gösterir, gelişir, dikkatle bak, her iş nasıl tertiplidir.
İnsan kaderin getirdiklerine karşı susarsa, şikayet etmezse onda ne korku kalır, ne de reca
Sen hor görülmekten şikayet ediyorsun, ağlayıp duruyorsun, sızlanıyorsun, hor görülüşteki lütufları, ihsanları göremiyorsun.
Ya Hak’tan yardımlar, ihsanlar isteme yahut az şikayette bulun!
Şu yeryüzünde aradığın rızıklardan başka, göklerde ne gizli manevi rızıklar var
Ekmek hazırlayan fırıncının fırınından başka yerlerde ne ekmekler pişebilmektedir
Haberin yok
Kendinden, kendi varlığından kurtulmuş bir canda, zevk içinde zevk vardır
Ay yüzlü gibi güzel biriysen, yüzüne safran sür, sarart, güzelliğini sakla! Şayet güzel yüzünü gösterirsen, seni çekemeyenler çok olur, hırpalanırsın.
Namazın aslı, bedeni, oğlu terk etmek ve İbrahim gibi oğlunu kurban edip Nemrut ‘un ateşine atılmaktır. Namazın kemali için bu lazımdır.
Kitaptan maksat, içindeki fendir ama dilersen sen onu yastık da yapabilirsin ya.
“Gençken ölümü bu dünyaya veda etmek olarak görürdüm. Fakat Muhammedî nur sayesinde bu fani dünyaya bağlı değilim. Ölüm hakikat kapısının açılışından ibaret olursa ondan neden kaçayım.” Hz. Hamza
Dil,gönlün perdesidir; perde kımıldanınca sırlara ulaşılır.
Zühal yıldızı arşınla ölçülemez.
Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilalanmadan nasıl ayna olacaksın
Vuslat için izdırap çeken gönül vuslata erince, artık orada ayrılık gayrılık olmayacağına göre; hakiki aşığa düşen sevgiliden başka birşeyle meşgul olmamaktır.
Ya Rabbim senden başka sığınacak yok. Sana teslim oldum, sana sığındım
Bana izin ver de

Bir kere daha gidip Padişahın yüzünü göreyim.

Bütün ırmaklara, arklara su veren

O büyük Deniz bile çöpleri Başının üstünde gezdirir.

Padişahlar meclisinde; sol tarafta yiğitler, bahadırlar, kahramanlar oturur; çünkü kalp vücudun sol tarafında bulunur.

Defterdarlar, hesap memurları, katipler, şair ve edipler padişahın sağında yer alırlar, zira yazı yazmak ve iş yapmak sağ elin işidir.

Sofilere padişahlar karşılarında yer verirler. Çünkü onlar can aynasıdır, ayna da insanın karşısında olmalıdır.

Hakiki aşk benlik kabul etmez. Varlığını sevgilinin varlığında eritmeyen, sevgilinin aşkıyla kendinden geçip, onda -adeta- yok olmayan gerçek aşık değildir.
Hurs ve temah, nefsi-emmare insana herşeyi ters gösterir, hadiseleri ve eşyayı şaşı görmemize sebep olur. Onun hakkında doğru bilgiye sahip olmadığımıznşeyler hakkında iddalaşıp inatlaşmak yerine söyleneni dinlemek daha doğrudur.
Öfkeye kapılıp düşünmeden hareket etmenin sonu daima pişmanlıktır.
Yeryüzüne gelen insan en yüce sevgili olan Allah’tan (c.c) ayrıldığı için gönül hastasıdır. Onun gönlünün huzur bulup sükunete verebilmesi için usta bir hekime yani hakiki bir mürşide ihtiyaç vardır.
Dünyadaki güzel ve güzellikler geçicidir. Onlara bağlanıp kalmak boş bir hevesten ibarettir.
İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine bakıp aldanma..!
Ölmeden önce, ölmenin sırrına erdi, dosta ulaştı.
Ahmağın sohbeti zarardır. Havanın suyu çekip buharlaştırdığı gibi, ahmak da insanın ruhi özelliklerini çalar. Manen yoksullaştırır. Gönlünü taşa çevirir.
Bir kimseyi tanımak, gizlediği düşüncelerini ortaya çıkarmak istiyorsanız onun iyi ve temiz kişiler hakkındaki kanaatini öğreniniz.
Siz testiyi görüyorsunuz, ama içindeki şarabı göremiyorsunuz. Doğru ve namuslu bakmayan göz, o şarabı göremez. Gönlü temiz ve uyanık olmayan da ilâhî aşk şarabından içemez dedi.
Hz. Ömer, Siz verdiğinizi, Allah için vermiyorsunuz. Gayeniz gösteriş yapmaktır. Yerleşmiş bir geleneğiniz var. Âdet yerini bulsun diye yardım ediyorsunuz. Allah’ın kabul edip etmeyeceğinden çekinerek, korkarak bağışlanmayı dileyerek verin ki, Allah size merhamet etsin dedi.
Bir Yahudi bir Hristiyan bir de Müslüman yolda giderlerken arkadaş oldular. Tıpkı aklın iman, bedeninde nefis ve şeytanla arkadaş olması gibi o müslüman da onlarla bir süre arkadaş oldu.
Bu üç arkadaş yürüyerek akşama doğru bir konağa vardılar. Orada biri onlara yemeleri için helva gönderdi. Yahudi ile Hristiyanın karnı toktu, Müslümansa oruçluydu. Akşam namazı vakti gelince Müslüman helvayı yemek istedi.

Diğer ikisi itiraz ederek:
Şimdi tokuz bu helvayı sabaha bırakalım sabahleyin yeriz. dediler.

Müslüman oruçlu olduğunu söylediyse de para etmedi. Sonra helvanın paylaşılmasını teklif etti. Onu da kabul etmediler. Neticede helvayı sabaha bırakmaya karar vererek uyudular.
Sabah olunca üçü de uyandı, içlerinden biri:

Herkes gördüğü rüyayı anlatsın, kimin rüyası daha güzelse helvayı o yesin, zaten bu helva az üç kişiye yetmez. dedi.

Önce Yahudi söze başladı:
Gece rüyamda Hz. Musa’yı gördüm, elimden tutarak beni Tur dağına götürdü. Oraya varınca ben de Hz. Musa da (a.s) Tur dağı da hep birlikte nura gark olduk. diyerek söze başladı.

Daha birçok acaiplikler anlattı, görmediği birçok harikulade hâlden bahsetti, bin bir yalan düzüp koştu. Helvayı kapabilmek için bütün hünerlerini ortaya koydu.

Yahudiden sonra Hıristiyan söze başladı:
Rüyamda Hz. İsa (a.s)’yı gördüm. Onunla göğün dördüncü katına çıktık. Âlemin güneşinin bulunduğu yere gittik, orada akıllara durgunluk verecek nice nice şeyler gördüm.

diyerek söze başladı o da olmadık yalanlar söyleyerek görmediği birçok şeyler anlattı.
Hristiyanın rüyası bitince yahudiyle birlikte müslümana:

Haydi söyle bakalım sen neler gördün? dedi.

Müslüman boynunu büktü:
Sizler göklerin ve yerin acaipliklerini görüp dururken ben yatağımda uyuyordum. Yüce Peygamber Hz. Muhammed (a.s.v) geldi bana:
Ne uyuyup duruyorsun arkadaşlarından biri Hz. Musa ile Tur dağında nurlara gark oldu, diğeri Hz İsa ile göklerde dolaşıyor, bari sen de kalkıp şu helvayı ye de karnını doyur. dedi. Ben zavallı da kalkıp helvayı yedim. dedi.

Zayıf ve hastalıktan perişan bir hâle gelmiş zavallı bir adam hekime gitti. Hekim onu muayene etti. Kalbini dinledi, nabzını tuttu. Baktı ki adamın işi bitmiş, çok az bir ömrü kalmış o zaman ona:

Sana ne ilaç ne de pehriz gerekmez. Senin bir şeyin yok, içinden ne geliyorsa yap eğer böyle davranırsan kısa zamanda eski hâline gelirsin. dedi.

Bu sözleri duyan adam sevinerek hekimin yanından ayrıldı. Kendi kendine: Varıp ırmak kıyısında dolaşayım, içim açılsın biraz ferahlıyayım. dedi. Yürüyerek ırmak kenarına geldi. O sırada bir sofi abdest alıyordu. Adamın içinden sofinin ensesine bir sille patlatmak geldi. Hekimin sözlerini hatırladı. Hekim ne demişti, içinden geleni yaparsan kısa zamanda kendini daha iyi hissedersin. Hekimin söylediklerini hatırlayınca sofiye yaklaşarak ensesine hatırı sayılır bir sille indirdi. Sofi önce neye uğradığını anlayamadı.
Şaşkınlığı geçince adamı tutarak sürükleye sürükleye kadının huzuruna götürdü. Derdini anlattı, şikâyetçi olduğunu söyledi. Kadı zayıf adamın hâline acıdı. Ona başka bir ceza vermek istemedi.

Yanında paran var mı? diye sordu.

Zayıf adam:
Evet altı kuruşum var. deyince

Kadı:
Ceza olarak onun üç kuruşunu sofiye ver.

diyerek bu davadaki hükmünü belirtti. Zayıf adam parayı çıkarırken baktı ki kadının ensesi daha hoş, sofininkinden daha güzel o zaman içinden kadının ensesine de bir sille indirmek geldi. Kadının kulağına birşey söyleyecekmiş gibi yanına yaklaştı ve ensesine hatırı sayılır bir sille indirdi, sonra cebinden çıkardığı altı kuruşu kadının önüne bırakarak:

ikiniz bunları bölüşün ben gidiyorum. dedi.

Bir evin kapısına bir gün bir yoksul geldi. Bir parça kuru ekmek istedi.
Ev sahibi:
Burada ekmek ne arasın burası ekmekçi dükkânı mı aptal mısın sen? dedi.
Dilenci:
Öyleyse bari birazcak yağ ver. deyince ev sahibi:
Burayı kasap dükkânı mı sandın, burada yağın ne işi var?
Dilenci:
Öyleyse azıcık un ver. deyince
Ev sahibi:
Burada un mun yok burayı değirmen mi sandın? dedi.
Dilenci:
Her şeyden vazgeçtim bari bir çanak su ver deyince
Ev sahibi şöyle cevap verdi:
Burası ırmak yahut da çeşme değil!
Hasılı yoksul her ne istediyse, ev sahibi onunla alay etti ve yok dedi.
Bunun üzerine dilenci evin içine girerek eteklerini kaldırıp abdest bozmaya yeltendi.
Ev sahibi:
Çirkin herif ne yapıyorsun öyle deyince:
Dilenci:
Hiçbir şeyin olmadığı böyle uğursuz bir yere ancak abdest bozulur. dedi.
.
Adamın biri bir yere misafir oldu. Ev sahibi misafirini tanımak için sordu soruşturdu.
Oğul, dedi. Kaç yaşındasın söyle bakalım dedi.
Misafir şöyle cevap verdi:
On sekiz, on yedi yahut da on beş.
Bunu duyan ev sahibi:
Ha gayret, dedi. Biraz daha geri gidersen henüz doğmamış olacaksın.
Efendisi Hz. Bilal’e dininden dönsün diye çok büyük işkenceler yapıyordu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir onu satın almaya karar verdi. Gelerek bu arzusunu Hz. Bilal’ın efendisine söyledi. Ona bir beyaz köle ve büyük miktarda para vererek Hz. Bilal’i satın aldı. Bunun üzerine Hz. Bilal’in efendisi olan o kâfir kahkahalar atarak gülmeye başladı.

Hz. Ebubekir:
Ne oldu? Neden bu kadar gülüyorsun? dedi. ;

Kâfir:
Eğer bu kadar hevesli görünmesen, verdiğin bu paranın onda birine alabilirdin. Bence o yarım akçe bile etmez. Onun değerini sen arttırdın. dedi.

Hz. Ebubekir şöyle cevap verdi:
Be ahmak, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin. Bence o iki cihan değerinde. Esas zarar eden sensin. Eğer biraz ısrar etmeyi akıl edebilseydin, onu satın almak için bütün malımı mülkümü verebilirdim. dedi.

Gazneli Sultan Mahmut bir gün divana gittiğinde bütün memleket büyüklerinin orada toplanmış olduklarını gördü. Beylerini ve vezirlerini denemek istedi. Bir mücevher çıkararak vezirine uzattı:

Bu nasıl bir mücevher, değeri ne olabilir? diye sorunca vezir:

Bu çok kıymetli bir mücevherdir, yüz eşek yükü altın eder. dedi.

Padişah:
Bu mücevheri kır. dedi.

Vezir:
Efendim, dedi. Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur. dedi.

Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti.
Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve:
Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir? dedi.

Perdeci:
Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir. dedi.

Padişah ona da:
Bu mücevheri kır, parçala. dedi.

Perdeci:
Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha lâyıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur. dedi.

Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da çok değerli hediyeler verdi.
Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah sonunda sadık bendesi Eyaz’ı çağırdı ona da mücevheri vererek değerini sordu sonra da:
Kır bunu. dedi.

Eyaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar:

Ey Eyaz ne yaptın öyle değerli bir mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu? dediler.

Eyaz şöyle dedi:
Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz. dedi.

Aslanın biri bir fille uzun müddet savaşmış yaralanmış yerinden kımıldamayacak kadar halsiz düşmüştü, bu sebepten dolayı avlanamıyordu. O avlanamayınca onun artıklarıyla geçinen diğer bütün hayvanlar da aç kalıyordu. Nihayet aslan tilkiyi çağırdı.

Ben bu hâlimle ayağa kalkamıyor, dolayısıyla avlanamıyorum. Sen git bir öküz yahut da bir eşeği kandırarak buraya getir, onunla karnımı doyurayım da güçlenip yeniden ava çıkayım sizin de karnınız doysun. dedi.

Tilki bu teklifi kabul ederek yollara düştü. Gide gide nihayet kayalık bir arazide yiyecek bir kök ot bulamayan bir eşeğin yanına geldi.

A zavallı dostum. dedi. Sen bu dağlık bu kayalık yerde böyle ne hâle gelmişsin böyle, benim geldiğim yerde çayır çimen bol sular şırıl şırıl, burada kalırsan bir gün açlıktan öleceksin.

Tilki daha birçok güzel sözler söyledi eşeği kandırarak ormana getirdi; daha aslanın bulunduğu yere varmadan ta uzaklardayken aslan onları görüp aklı başından gitti, bir kükredi ki yer gök inledi eşek de korkup kaçarak bulunduğu yere geri döndü.

Tilki aslanın yanına geldi:
Aman efendim ne yaptınız eşek kaçıp gitti. Onu tam yanınıza getirecektim. dedi.

Aslan üzgündü:
Kusura bakma eşeği görünce aklım başımdan gitti güçsüzlüğümü unuttum, sen gene git ne yap yap onu kandır getir. dedi.

Tilki tekrar dönerek eşeğin yanına gitti. O otları çayırları suları övdü.

Eşek:
Az kaldı ki aslana yem edecektin beni, bir daha sana inanmam. dedi.

Tilki:
O bir tılsımdır oraya her önüne gelen gelseydi orası da bu dağ gibi kupkuru olurdu. Sakın ondan korkma.

diyerek eşeği yeniden kandırıp aslanın yanına kadar getirdi. Aslan eşeği parçalayıp yedi, gücünü topladı su içmeye gidince tilki eşeğin ciğeriyle kalbini yedi.Aslan dönünce eşeğin ciğeriyle kalbini aradı.

Bulamayınca tilkiye sordu:
Nerde bunun kalbiyle ciğeri? dedi.

Tilki:
Eğer onda yürek ve ciğer olsaydı hiç ikinci defa gelip bu tuzağa düşer miydi? diyerek aslanı ikna etti.

Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu.
Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:

Bu zavallı eşeğin hâli ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek. dedi.

Saka yana yakıla anlattı:
Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebepten bu zavallı hayvana bakamıyorum. dedi.

Padişahın ahır başı:
Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin. dedi.

Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların hâlini görünce:

Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yaratığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?

Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırlardaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hâlâ vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti.

Gazneli Sultan Mahmud’un has kölesi Eyaz saraya geldiği ilk gün, üstünde olan postuyla çarığını bir odaya asmış, o günleri unutmamak için onları orada tutuyordu. Odanın kapısına bir kilit vurmuştu, kimseleri oraya sokmuyordu.
Eyaz her gün bu odaya gelir, orada oturur ve kendi kendine:

Boşuna büyüklük taslamaya kalkışma işte çarığın işte postun. derdi.

Şeytan:
Yarabbi imdat, bana yardımını esirgeme daha başka şeyler isterim bana istediklerimi ver de onları iplerimle sıkı sıkıya bağlayayım. Öyle bir tuzak istiyorum ki çok şiddetli ve aldatıcı olsun. dedi.

Allah (c.c.) şarabı ve çalgıyı şeytana verdi. Şeytan bunları görünce neşelenerek güldü fakat yine de istemeye devam etti. Yüce Allah (c.c); erkeklerin aklını ve sabrını alan kadın güzelliğini ona gösterince; parmaklarını şıkırdatarak oynamaya başladı ve:

Şimdi iş tamam oldu, şimdi muradıma erdim. dedi.

Aklı, fikri darmadağın eden o mahmur gözleri görünce, gönülleri kavuran dilberlerin yüzlerini seyredince şeytanın keyfi iyice yerine geldi.

Bir gün Mecnun Leyla’nın köyüne varmak için bir deveye bindi, yol almaya başladı, bütün derdi bir an önce Leyla’nın köyünde ulaşmaktı. Mecnun’un derdi buydu fakat devenin de derdi başkaydı o da geride, ayrıldığı yerde kalan yavrusunu düşünüyordu. Ona kavuşmak istiyordu.
Mecnun kendindeyken deveyi Leyla’nın köyüne doğru sürüyordu. Fakat birazcık dalınca deve geri dönüyor yavrularına doğru koşuyordu.
Mecnun kendisine gelince biraz önce geldikleri yerden fersahlarca geriye gittiğini görüyordu. Mecnun’la devesi böyle tam üç gün boyunca yol aldılar. En nihayetinde Mecnun bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini anladı deveden indi.
A devecik, ikimiz de aşığız fakat gideceğimiz yerler birbirine zıt onun için seninle arkadaşlık edemeyiz, eğer bu beraberliği sürdürecek olursak hiçbir zaman hedefe ulaşamayız. deyip deveyi serbest bıraktı.
Adamın biri derin bir suyun kenarında bulunan büyük bir ceviz ağacına çıkmış suya ceviz silkeliyordu. Bunu gören birisi:

Yiğidim boşuna emek çekiyorsun sen ordan inip gelinceye kadar su cevizleri alıp götürür, boşuna uğraşma. dedi.

Cevizi silkeleyen cevap verdi:
Benim maksadım ceviz toplamak değil, benim gayem suyun sesini işitmek ve suda meydana gelen kabarcıkları seyretmek. dedi.

Seni ayrılık ateşiyle tam sekiz yıl kaynattım. Ama hamlığın münafıklığın, bir zerre bile eksilmemiş.
Ehl-i nadan nadanlarla eyler telezzüz
Divanelerin hemdemi divan gerektir

Ziya Paşa

İri yarı bir adam bir gün güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti yere yıkılıp bayıldı, yol ortasına bir ölü gibi yığıldı kaldı.

Bunu gören halk başına üşüştü.
Başına toplananlardan kimi kalbini yokluyor, kimi yüzüne gül suyu döküp duruyordu.
Bilmiyorlardı ki adamcağız gül kokusundan bayılmış.

Kimi bileklerini, başını ovuyor kimi öd ağacına şeker karıştırarak tütsü yapıyor, bir başkası elbiselerini çıkarıp üstünü hafifletiyordu.
Birisi nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor-şarap mı içti, esrar mı çekti, afyon mu yuttu, anlamaya çalışıyordu.
Bir türlü adamın neden bayıldığını anlamıyan halk şaşıp kaldı.
Son çare olarak akrabalarına haber vermeye karar verdiler. O bayılan kişinin akıllı ve anlayışlı bir kardeşi vardı. Bu haberi alır almaz yanına biraz köpek pisliği alarak koşup geldi. Çünkü kardeşi köpek bakıcısıydı köpek pisliği kokusuna alışmıştı. Gül kokusu duyunca bu yüzden bayılmıştı. Kardeşinin yanına varınca, o akıllı kişi, kimse anlamasın diye önce halkı dağıttı, sonra ağzını kulağına götürerek okuyormuş gibi yaptı, bu arada gizlice köpek pisliğini burnuna götürerek koklattı, koklatır koklatmaz adam ayılarak kendine gelmeye başladı.
Halk şaşırdı:
Bu ne büyük bir efsun bir sihir. dediler.

Âşıkta keder neyler,
Gam halk-ı cihânındır

Şeyh Galib

Külhanda doğup temizlik nedir görmeyen kişi elbette misk kokusundan incinir, hasta olur.
İman ve küfür aynı anda bir kalpte bulunmaz. Birinin gelişi diğerinin gidişine sebep olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir