Mevlana Celaleddin-i Rumi kitaplarından Mesnevi’de Geçen Hikayeler kitap alıntıları sizlerle…
Mesnevi’de Geçen Hikayeler Kitap Alıntıları
Padişah: bir gün dedi, size gösteririm, neden bu işi yaptım, anlarsınız.
Svaş oldu, herkes kaçtı, yalnız oydu kılıç vuran.
Padişah: İşte dedi, bu işi onun için yaptım.
YANİ; MALI MÜLKÜ OLMAYANLARIN ÇOKTA KILIÇ SALLAYIP, KENDİNİ PERİŞAN ETMESİNE GEREK YOK.
Akıl bazen alta düşer, bazen üste çıkar; bazen nefisle savaşa girer, bazen ağlar inler !
Mevlana
Ya Hak’tan yardımlar, ihsanlar isteme yahut az şikayette bulun!
Ekmek hazırlayan fırıncının fırınından başka yerlerde ne ekmekler pişebilmektedir
Haberin yok
Bir kere daha gidip Padişahın yüzünü göreyim.
O büyük Deniz bile çöpleri Başının üstünde gezdirir.
Defterdarlar, hesap memurları, katipler, şair ve edipler padişahın sağında yer alırlar, zira yazı yazmak ve iş yapmak sağ elin işidir.
Sofilere padişahlar karşılarında yer verirler. Çünkü onlar can aynasıdır, ayna da insanın karşısında olmalıdır.
Bu üç arkadaş yürüyerek akşama doğru bir konağa vardılar. Orada biri onlara yemeleri için helva gönderdi. Yahudi ile Hristiyanın karnı toktu, Müslümansa oruçluydu. Akşam namazı vakti gelince Müslüman helvayı yemek istedi.
Diğer ikisi itiraz ederek:
Şimdi tokuz bu helvayı sabaha bırakalım sabahleyin yeriz. dediler.
Müslüman oruçlu olduğunu söylediyse de para etmedi. Sonra helvanın paylaşılmasını teklif etti. Onu da kabul etmediler. Neticede helvayı sabaha bırakmaya karar vererek uyudular.
Sabah olunca üçü de uyandı, içlerinden biri:
Herkes gördüğü rüyayı anlatsın, kimin rüyası daha güzelse helvayı o yesin, zaten bu helva az üç kişiye yetmez. dedi.
Önce Yahudi söze başladı:
Gece rüyamda Hz. Musa’yı gördüm, elimden tutarak beni Tur dağına götürdü. Oraya varınca ben de Hz. Musa da (a.s) Tur dağı da hep birlikte nura gark olduk. diyerek söze başladı.
Daha birçok acaiplikler anlattı, görmediği birçok harikulade hâlden bahsetti, bin bir yalan düzüp koştu. Helvayı kapabilmek için bütün hünerlerini ortaya koydu.
Yahudiden sonra Hıristiyan söze başladı:
Rüyamda Hz. İsa (a.s)’yı gördüm. Onunla göğün dördüncü katına çıktık. Âlemin güneşinin bulunduğu yere gittik, orada akıllara durgunluk verecek nice nice şeyler gördüm.
diyerek söze başladı o da olmadık yalanlar söyleyerek görmediği birçok şeyler anlattı.
Hristiyanın rüyası bitince yahudiyle birlikte müslümana:
Haydi söyle bakalım sen neler gördün? dedi.
Müslüman boynunu büktü:
Sizler göklerin ve yerin acaipliklerini görüp dururken ben yatağımda uyuyordum. Yüce Peygamber Hz. Muhammed (a.s.v) geldi bana:
Ne uyuyup duruyorsun arkadaşlarından biri Hz. Musa ile Tur dağında nurlara gark oldu, diğeri Hz İsa ile göklerde dolaşıyor, bari sen de kalkıp şu helvayı ye de karnını doyur. dedi. Ben zavallı da kalkıp helvayı yedim. dedi.
Sana ne ilaç ne de pehriz gerekmez. Senin bir şeyin yok, içinden ne geliyorsa yap eğer böyle davranırsan kısa zamanda eski hâline gelirsin. dedi.
Bu sözleri duyan adam sevinerek hekimin yanından ayrıldı. Kendi kendine: Varıp ırmak kıyısında dolaşayım, içim açılsın biraz ferahlıyayım. dedi. Yürüyerek ırmak kenarına geldi. O sırada bir sofi abdest alıyordu. Adamın içinden sofinin ensesine bir sille patlatmak geldi. Hekimin sözlerini hatırladı. Hekim ne demişti, içinden geleni yaparsan kısa zamanda kendini daha iyi hissedersin. Hekimin söylediklerini hatırlayınca sofiye yaklaşarak ensesine hatırı sayılır bir sille indirdi. Sofi önce neye uğradığını anlayamadı.
Şaşkınlığı geçince adamı tutarak sürükleye sürükleye kadının huzuruna götürdü. Derdini anlattı, şikâyetçi olduğunu söyledi. Kadı zayıf adamın hâline acıdı. Ona başka bir ceza vermek istemedi.
Yanında paran var mı? diye sordu.
Zayıf adam:
Evet altı kuruşum var. deyince
Kadı:
Ceza olarak onun üç kuruşunu sofiye ver.
diyerek bu davadaki hükmünü belirtti. Zayıf adam parayı çıkarırken baktı ki kadının ensesi daha hoş, sofininkinden daha güzel o zaman içinden kadının ensesine de bir sille indirmek geldi. Kadının kulağına birşey söyleyecekmiş gibi yanına yaklaştı ve ensesine hatırı sayılır bir sille indirdi, sonra cebinden çıkardığı altı kuruşu kadının önüne bırakarak:
ikiniz bunları bölüşün ben gidiyorum. dedi.
Ev sahibi:
Burada ekmek ne arasın burası ekmekçi dükkânı mı aptal mısın sen? dedi.
Dilenci:
Öyleyse bari birazcak yağ ver. deyince ev sahibi:
Burayı kasap dükkânı mı sandın, burada yağın ne işi var?
Dilenci:
Öyleyse azıcık un ver. deyince
Ev sahibi:
Burada un mun yok burayı değirmen mi sandın? dedi.
Dilenci:
Her şeyden vazgeçtim bari bir çanak su ver deyince
Ev sahibi şöyle cevap verdi:
Burası ırmak yahut da çeşme değil!
Hasılı yoksul her ne istediyse, ev sahibi onunla alay etti ve yok dedi.
Bunun üzerine dilenci evin içine girerek eteklerini kaldırıp abdest bozmaya yeltendi.
Ev sahibi:
Çirkin herif ne yapıyorsun öyle deyince:
Dilenci:
Hiçbir şeyin olmadığı böyle uğursuz bir yere ancak abdest bozulur. dedi.
Adamın biri bir yere misafir oldu. Ev sahibi misafirini tanımak için sordu soruşturdu.
Oğul, dedi. Kaç yaşındasın söyle bakalım dedi.
Misafir şöyle cevap verdi:
On sekiz, on yedi yahut da on beş.
Bunu duyan ev sahibi:
Ha gayret, dedi. Biraz daha geri gidersen henüz doğmamış olacaksın.
Hz. Ebubekir:
Ne oldu? Neden bu kadar gülüyorsun? dedi. ;
Kâfir:
Eğer bu kadar hevesli görünmesen, verdiğin bu paranın onda birine alabilirdin. Bence o yarım akçe bile etmez. Onun değerini sen arttırdın. dedi.
Hz. Ebubekir şöyle cevap verdi:
Be ahmak, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin. Bence o iki cihan değerinde. Esas zarar eden sensin. Eğer biraz ısrar etmeyi akıl edebilseydin, onu satın almak için bütün malımı mülkümü verebilirdim. dedi.
Bu nasıl bir mücevher, değeri ne olabilir? diye sorunca vezir:
Bu çok kıymetli bir mücevherdir, yüz eşek yükü altın eder. dedi.
Padişah:
Bu mücevheri kır. dedi.
Vezir:
Efendim, dedi. Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur. dedi.
Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti.
Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve:
Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir? dedi.
Perdeci:
Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir. dedi.
Padişah ona da:
Bu mücevheri kır, parçala. dedi.
Perdeci:
Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha lâyıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur. dedi.
Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da çok değerli hediyeler verdi.
Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah sonunda sadık bendesi Eyaz’ı çağırdı ona da mücevheri vererek değerini sordu sonra da:
Kır bunu. dedi.
Eyaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar:
Ey Eyaz ne yaptın öyle değerli bir mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu? dediler.
Eyaz şöyle dedi:
Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz. dedi.
Ben bu hâlimle ayağa kalkamıyor, dolayısıyla avlanamıyorum. Sen git bir öküz yahut da bir eşeği kandırarak buraya getir, onunla karnımı doyurayım da güçlenip yeniden ava çıkayım sizin de karnınız doysun. dedi.
Tilki bu teklifi kabul ederek yollara düştü. Gide gide nihayet kayalık bir arazide yiyecek bir kök ot bulamayan bir eşeğin yanına geldi.
A zavallı dostum. dedi. Sen bu dağlık bu kayalık yerde böyle ne hâle gelmişsin böyle, benim geldiğim yerde çayır çimen bol sular şırıl şırıl, burada kalırsan bir gün açlıktan öleceksin.
Tilki daha birçok güzel sözler söyledi eşeği kandırarak ormana getirdi; daha aslanın bulunduğu yere varmadan ta uzaklardayken aslan onları görüp aklı başından gitti, bir kükredi ki yer gök inledi eşek de korkup kaçarak bulunduğu yere geri döndü.
Tilki aslanın yanına geldi:
Aman efendim ne yaptınız eşek kaçıp gitti. Onu tam yanınıza getirecektim. dedi.
Aslan üzgündü:
Kusura bakma eşeği görünce aklım başımdan gitti güçsüzlüğümü unuttum, sen gene git ne yap yap onu kandır getir. dedi.
Tilki tekrar dönerek eşeğin yanına gitti. O otları çayırları suları övdü.
Eşek:
Az kaldı ki aslana yem edecektin beni, bir daha sana inanmam. dedi.
Tilki:
O bir tılsımdır oraya her önüne gelen gelseydi orası da bu dağ gibi kupkuru olurdu. Sakın ondan korkma.
diyerek eşeği yeniden kandırıp aslanın yanına kadar getirdi. Aslan eşeği parçalayıp yedi, gücünü topladı su içmeye gidince tilki eşeğin ciğeriyle kalbini yedi.Aslan dönünce eşeğin ciğeriyle kalbini aradı.
Bulamayınca tilkiye sordu:
Nerde bunun kalbiyle ciğeri? dedi.
Tilki:
Eğer onda yürek ve ciğer olsaydı hiç ikinci defa gelip bu tuzağa düşer miydi? diyerek aslanı ikna etti.
Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:
Bu zavallı eşeğin hâli ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek. dedi.
Saka yana yakıla anlattı:
Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebepten bu zavallı hayvana bakamıyorum. dedi.
Padişahın ahır başı:
Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin. dedi.
Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların hâlini görünce:
Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yaratığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırlardaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hâlâ vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti.
Eyaz her gün bu odaya gelir, orada oturur ve kendi kendine:
Boşuna büyüklük taslamaya kalkışma işte çarığın işte postun. derdi.
Yarabbi imdat, bana yardımını esirgeme daha başka şeyler isterim bana istediklerimi ver de onları iplerimle sıkı sıkıya bağlayayım. Öyle bir tuzak istiyorum ki çok şiddetli ve aldatıcı olsun. dedi.
Allah (c.c.) şarabı ve çalgıyı şeytana verdi. Şeytan bunları görünce neşelenerek güldü fakat yine de istemeye devam etti. Yüce Allah (c.c); erkeklerin aklını ve sabrını alan kadın güzelliğini ona gösterince; parmaklarını şıkırdatarak oynamaya başladı ve:
Şimdi iş tamam oldu, şimdi muradıma erdim. dedi.
Aklı, fikri darmadağın eden o mahmur gözleri görünce, gönülleri kavuran dilberlerin yüzlerini seyredince şeytanın keyfi iyice yerine geldi.
Mecnun kendindeyken deveyi Leyla’nın köyüne doğru sürüyordu. Fakat birazcık dalınca deve geri dönüyor yavrularına doğru koşuyordu.
Mecnun kendisine gelince biraz önce geldikleri yerden fersahlarca geriye gittiğini görüyordu. Mecnun’la devesi böyle tam üç gün boyunca yol aldılar. En nihayetinde Mecnun bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini anladı deveden indi.
A devecik, ikimiz de aşığız fakat gideceğimiz yerler birbirine zıt onun için seninle arkadaşlık edemeyiz, eğer bu beraberliği sürdürecek olursak hiçbir zaman hedefe ulaşamayız. deyip deveyi serbest bıraktı.
Yiğidim boşuna emek çekiyorsun sen ordan inip gelinceye kadar su cevizleri alıp götürür, boşuna uğraşma. dedi.
Cevizi silkeleyen cevap verdi:
Benim maksadım ceviz toplamak değil, benim gayem suyun sesini işitmek ve suda meydana gelen kabarcıkları seyretmek. dedi.
Divanelerin hemdemi divan gerektir
Ziya Paşa
Bunu gören halk başına üşüştü.
Başına toplananlardan kimi kalbini yokluyor, kimi yüzüne gül suyu döküp duruyordu.
Bilmiyorlardı ki adamcağız gül kokusundan bayılmış.
Kimi bileklerini, başını ovuyor kimi öd ağacına şeker karıştırarak tütsü yapıyor, bir başkası elbiselerini çıkarıp üstünü hafifletiyordu.
Birisi nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor-şarap mı içti, esrar mı çekti, afyon mu yuttu, anlamaya çalışıyordu.
Bir türlü adamın neden bayıldığını anlamıyan halk şaşıp kaldı.
Son çare olarak akrabalarına haber vermeye karar verdiler. O bayılan kişinin akıllı ve anlayışlı bir kardeşi vardı. Bu haberi alır almaz yanına biraz köpek pisliği alarak koşup geldi. Çünkü kardeşi köpek bakıcısıydı köpek pisliği kokusuna alışmıştı. Gül kokusu duyunca bu yüzden bayılmıştı. Kardeşinin yanına varınca, o akıllı kişi, kimse anlamasın diye önce halkı dağıttı, sonra ağzını kulağına götürerek okuyormuş gibi yaptı, bu arada gizlice köpek pisliğini burnuna götürerek koklattı, koklatır koklatmaz adam ayılarak kendine gelmeye başladı.
Halk şaşırdı:
Bu ne büyük bir efsun bir sihir. dediler.
Gam halk-ı cihânındır
Şeyh Galib