İçeriğe geç

Mekke’ ye Giden Yol Kitap Alıntıları – Muhammed Esed

Muhammed Esed kitaplarından Mekke’ ye Giden Yol kitap alıntıları sizlerle…

Mekke’ ye Giden Yol Kitap Alıntıları

Yükselen ay ışığında şimdi onu açıkça görebiliyordum; iri kemikli, orta boylu bir adamdı; kırışık ve vakur yüzünü kısa, karbeyaz bir sakal çevreliyordu. Göz oyukları derindi; başka şartlar altında olsaydı, insan gözlerinin çevresindeki çizgilere bakarak onun gülmek üzere olduğunu sanabilirdi; ama şu anda bu gözlerde hüzün ve cesaretten başka bir şey yoktu.
Hatırlanmalıdır ki, Türklerin kahramanca mücadelesi, başlangıçta hiç de İslâmî çizgiden uzak değildi; bu çetin günlerinde Türk halkına, kendisinden çok güçlü ve Müttefikler tarafında desteklenen Yunan kuvvetlerine karşı savaşma gücü veren unsur yalnızca dini duyarlılıktı.
Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar, eşyaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs hâlinde kendini açığa vurmamıştı. Daha çok şeye sahip olmak daha çok şey yapmak, daha çok şey başarmak..
Bugün dünden daha çok, yarın bugünden daha ileride. İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları; daha yanına varır varmaz çözülüp yok olan ve aşağılayıcı bir biçimde hiçleşen hedeflere…Her başarıyı yeni ve daha parlak hedefler izliyor ve her hedefin başında onları daha acı, daha tüketici bir hiçlik bekliyordu. Ve bu dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire tâ mezara kadar böylece uzayıp gidiyordu; ama kimse bu amaçsız koşunun farkında değildi, görmüyorlar, bilmiyorlardı.
Nasıl oldu da, siz Müslümanlar, kendinize duyduğunuz güveni kaybettiniz? O güven ki, size, bir yüzyıl içinde inancınızı Atlantik sahillerinden Çin’in içlerine kadar yayma imkânını vermişti; ama şimdi de, bu güveninizi kaybettiğiniz için, Batı’nın düşünce ve yaşam tarzına kolayca, direnmeden teslim ediyorsunuz kendinizi. Avrupa cehâlet ve barbarlığın karanlığında yüzerken, dünyaya bilim ve sanatın aydınlığını saçan dedelerin torunları olarak sizler, nasıl oluyor da, kendi aydın ve ilerici inancınızı kuşanmak cesaretini bulamıyorsunuz içinizde? Ve nasıl oluyor da, birçok Müslüman ülkede, Batı’nın dümen suyunda seyreden birtakım küçük, maskeli kurtarıcılar, birtakım sahte kahramanlar, İslâmî değerleri toptan yok etmeye yeltendikleri halde, siz kendi değerlerinden habersiz Müslüman halkların gözünde Müslüman uyanışı nın sembolleri haline geliyorlar?
Allah, bazen geleceği işaret eden, bazen de içinde bulunduğumuz hâli aydınlatan rüyalar bahşederek kalbimizin yükünü hafifletir.
İnsanın günahlı olarak doğduğunu iddia eden Hıristiyanî görüşün ya da insanın doğuştan sefil ve kirli olduğunu ve nihai kemâle varmak için uzun bir tenâsuh zinciri boyunca düşe kalka ilerlemesi gerektiğini söyleyen Hindu öğretisinin tersine, Kur’ân: Şüphesiz, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık,” diyerek, bu temiz ve üstün yaratılışın ancak sonraki yanlış edinimlerle bozulabileceğini belirtiyor: -ve sonra onu aşağıların aşağısına indirdik ancak Allah’a inanan ve salih ameller işleyenler müstesna.
İşte ben orada, o anda, Rablerinin bu insanlara ne kadar yakın; inançlarının yaşadıkları hayatla ne kadar kaynaşmış olduğunu fark ettim. İbadetleri onları, günlük olağan hayattan, işten güçten koparıp ayırmıyordu; tersine onun bir parçası durumundaydı; onlara hayatı unutturmuyor; Allah’ı hatırlatarak hayatın daha yoğun, daha derin bir duyarlık içinde yaşanmasını sağlıyordu.
1922’den 1926 yılına kadar sempatizan bir yabancı olarak ve o tarihten bu yana da İslâm toplumunun amaç ve umutlarını paylaşan bir Müslüman olarak Orta Doğu’da geçirdiğim bu kadar yıl boyunca Avrupa’nın, Müslümanların kültürel hayatı ve politik bağımsızlığı üzerindeki sürekli ve sistemli tecavüzüne tanık oldum hep; Müslüman halklar ne zaman bu tecavüze karşı kendilerini savunmaya kalksalar, o yıpratıcı bönlüğüyle Avrupa kamuoyu onların bu direnişini, değişmez biçimde hep ‘yabancı düşmanlığı’ yaftasıyla karalamaya çalışır.
Bize ölümden sonraki hayata inanmayı öğreten felsefeciler ve peygamberler değildir; onların bütün yaptığı, insanlık kadar eski fıtri bir kavrayışa biçim ve manevi içerik kazandırmaktır.
Açıkça görebiliyordum ki Müslüman toplumların gerilemesi İslam’ın kusurlu veya yetersiz oluşundan değil, fakat daha ziyade Müslümanların İslam’ı layıkıyla yaşama konusundaki kendi yetersizliklerinden ileri geliyordu.
Yeryüzünde hiçbir şehir, bir tek şahsiyetin aşkına bu kadar çok sevilmemiştir; ve yeryüzünde hiçbir insan, on dört yüzyıl boyunca, o büyük yeşil kubbenin altında yatan şahsiyet kadar çok sevilmemiştir.
Yürüyor, yürüyor, yürüyordum. İçimde hayata ilişkin küçük, sıradan, katı ve acı veren ne varsa çözülüp akıyordu.
Yürüyor yürüyordum. İçimde gündelik hayata ilişkin küçük, sıradan, katı ve acı veren ne varsa çözülüp akıyordu. Hafifemiş, büyük akıntının bir parçası olmuştum artık; akan bir benlik, büyük akıntının duyarlı bir zerresi. Yaptığımız işin anlamı bu muydu acaba? İnsanın aka aka çoğalan, aka aka durulan bir ırmağın bir damlası olduğunu fark etmesi Ve belki de bütün şaşkınlıkların, bütün arayışların sonuydu bu. Dakikalar geçiyor ama zaman yerinde sayıyordu burada, bu bütün yönlerin birbirine kavuştuğu noktada..
Modern insanın, gözlem ve ölçümle tespit edebildiklerinin dışında başka hayat formlarının da var olabileceği ihtimalini ciddiye almaması aslında onun entelektüel kibrinin, yobazlığının ifadesi değil de, nedir?
Dua kadar insanları birbirine yaklaştıran, bir araya getiren çok az şey vardır hayatta.
Bu hep böyledir belki; geçmişi şimdiki halinden farklı olan bir şehre yaklaştığımız zaman, aradaki farkı gözümüzden saklayan bir örtü bulunur her zaman…
“….çünkü ne doğru düşünce iktidarın aleti olabilir, ne de iktidar, sonuna kadar doğru düşüncenin hizmetinde kalmaya razı olur.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
fakat geçmişimi bütün bütün arkamda bırakacağımı, henüz bilmiyordum. Eski dünyam, bir yön belirtisi, göstermeden yıkılıp gidiyordu
Bütün çağlarda insanlar tamahı,açgözlülüğü tanımışlardır:ama tamah ve açgözlülük başka hicbir çağda bugün olduğu kadar ,eşyaya yönelmiş ölçüsüz ,taşkın ,başka hertürlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı.
Daha çok şeye sahip olmak ,daha çok şey yapmak,daha çok şey başarmak
Bugün dünden daha çok ,yarın bugünden daha ilerde.

İnsanların boyunlarına binmişti İfrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları;daha yanına varır varmaz çözülüp yok olan ve aşağılayıcı bir biçimde hiçleşen hedeflere

Her başarıyı yeni ve daha parlak hedefler izliyor ve her hedefin başında onları daha acı,daha tüketici bir hiçlik bekliyordu.Ve bu ,dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire tâ mezara kadar böylece uzayıp gidiyordu;ama kimse bu amaçsız koşunun farkında değildi,görmüyorlar ,bilmiyorlardı !

[ Muhammed Esed,Mekke’ye giden yol ]

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Zaman, kendisine her zaman şüpheyle bakılan bir düşmandır.
İşte ben ve kaderim. Aynı şeyiz şimdi.
Mantık her zaman karşı konulmaz bir şeyler taşır içinde.
Müslümanlar değildi İslâm’ı yücelten, büyük kılan; tersine İslâm’dı müslümanları yücelten. Ama ne zaman ki, İslâm onlar için bilinçle izlenen bir hayat programı olmaktan çıkıp da bir alışkanlık haline geldi; işte o zaman uygarlıklarının temelinde yatan yaratıcı dinamizm yok olup yerini uyuşukluğa, kısırlığa ve kültürel yozlaşmaya bıraktı.
Kur’an’dan edindiğim izlenim, onun kaba, ilkel maddeci bir dünya görüşü değil; tam tersine, yaratılmış alemle akılcı bir uyum içinde kendini açığa vuran derin bir tevhid ve ubûdiyet bilinci getirdiğini gösteriyordu.
Nereden bileceklerdi, bu kırk yaşındaki askerin içinde karanlık, dilsiz bir ırmak gibi kımıldanan, bazen göğsünü parçalayıp çıkacak gibi olan ve onu umutsuzluk ve acz içinde yumruklarını kemirmeye zorlayan büyük ihtirasları!..
İnsanın içinde olanı hakkıyla bilen yalnızca Allah değil midir?
Zekâ inceliği yanında sezgisel ve duyusal incelik de önemlidir; herhangi bir hataya düşmemek için bu iki melekenin, kıl payı şaşmadan birlikte iş görmesi gerekir; çünkü bedevîler kendileri lehine verilmiş bir kararı unutmadıkları gibi, aleyhlerine verilmiş haksız bir yargıyı da asla unutmazlar. Öte yandan hakça verilmiş bir yargı, bundan zarar gören tarafça da, her zaman anlayışla karşılanır.
Ve yürümüyor, bu kayanın uçurumdan yuvarlanışı gibi her adımda bir kez daha düşüyorduk önümüzde açılan bu uçsuz bucaksız boşluğa
Karışıklıklar, sarsıntılar içinde altüst olmuş bir dünya: bizim Batı dünyamız bu! Nereye varacağı bilinmeyen bir kana susamıştık, yıkım ve şiddet; gümbür deyip giden yığınla toplumsal gelenek, amansız ideolojik kapışmalar, yeni türeyen hayat tarzları için birkaç nesli birden tükenişe sürükleyen acımasız savaş; bizim çağımızın hâkim çizgileri bunlar. Bir dünya savaşının dumanları, yıkıntıları içinde kopan sayısız küçük savaş; bilinen en korkunç ekonomik felâketlerin içinden yükselen sürüyle devrim ve karşı-devrim; ve bu tüyler ürpertici tablonun arka planında kendini açığa vuran katı gerçek; maddi teknolojik ilerleme idealine bel bağlamış, makinaların çelik kaslarıyla bukağılanmış Batı’nın, manevi alandaki boşluğu fark edip rûhânî değerlere yönelmedikçe, içinde bulunduğu kaostan asla kurtulamayacağı gerçeği
Ay ışığı, taze süt gibi ılık.
Uzun bir geziden sonra işte yine Hz. Peygamber’in şehrinde evimdeyim: Evet bu şehir yıllar boyunca benim gerçekten evim oldu. Derin, aşina bir sükûnet hüküm sürüyor hülyalı, tenha sokaklarında Şurada burada develerin ayaklarının altına tembel bir köpek doğrulup kenara çekiliyor. Genç bir adam alçak sesle şarkı söyleyerek yürüyor; sesi yumuşak bir ahenk içinde titreşip, bir yan geçitte sönüp gidiyor. Oyma balkonlar, cumbalı pencereler karanlık ve sessiz dünyalar halinde asılı duruyorlar tepemizde.
Bedevilerin o ciddi sıkı ağızlılıkları bana, Kur’an’nın cennetteki hayatı tasvir eden şu sözcüklerini hatırlatıyordu: “ ve orada boş bir söz işitmezsin ”. Sessizlik, bedevîde bir erdem durumundadır.
“Tarihi, bir rastlantılar dizisi olarak mı görüyorsunuz yoksa? Tanrı’nın yurdumuzu elimizden alıp bizi sürüp çıkarması boşuna mı sanıyorsunuz? Hayır; siyonistler işte bunu kabul etmek istemiyorlar. Geçmişte çöküşümüzü hazırlayan ruhsal körlüğün aynısına yakalanmış onlar da. İki bin yıllık Yahudi sürgünü, çekilen bunca acı onlara hiçbir şey öğretmemiş sanki. Bedbahtlığımızın temelinde yatan sebepleri anlamak yerine, bu sebepleri gözden saklamaya çalışıyor onlar; bunu da Batılı politik güçlerin attığı temeller üzerinde bir ‘ulusal vatan’ kurarak yapabileceklerini sanıyorlar. Böyle bir vatan edinmenin yolu da, ister istemez, başka bir halkı öz vatanından yoksun bırakmak gibi bir cürmün işlenmesini gerekli kılıyor.”
Yahudilere Filistin’de “ulusal bir yurt” vaad eden 1917 Balfour Deklarasyon’nda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski “böl ve yönet” ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir manevranın kaba yansımasını görüyordum. Bu ilke, tıpkı 1916’da İngilizlerin, zamanın Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e, Türklere karşı destek sağlamasına karşılık olarak, Akdeniz’le Fars Körfezi arasında kalan topraklar üzerinde bağımsız bir Arap devleti vaad etmelerinde olduğu gibi, Filistin meselesinde de çirkin bir biçimde apaçık ortadaydı. İngilizler, sadece bir yol sonra, Fransızlarla, Suriye ve Lübnan üzerinde bir Fransız dominyonu oluşturmak üzere, gizli Sykes-Picot Antlaşması’nı yaparak bu sözlerinden dönmekle kalmamışlar, dolaylı olarak, Filistin’i de, Araplara karşı kabul ettikleri yükümlülüklerin dışında tutmaktan çekinmemişlerdi.
Şu tepelerin ardında neler var acaba? Ortalıkta ne bir cevap, ne bir yankı öğleden sonrasının titreşen sükûneti içinde sadece motorun gürültüsü ve kum üzerinde tekerlerin hışırtısı. Bir ucundan sanki bilinmeyen bir uçuruma kayıp gitmiş dünya
Çünkü, diyorum, Mansûr, İslâm bana, geceleyin eve gürültü patırdı çıkarmadan, gizlice giren bir hırsız gibi geldi; bir farkla ki, artık çıkmamak üzere girmişti içeri o. Fakat bunu, yani sonunda Müslüman olacağımı, anlamam yıllar sürdü
Eğer iyiye doğru bir adım atılmak isteniyorsa, önce taklitçiliğin, ezberciliğin terk edilip kaynaklara bağlı, ama yine de cesur bir düşünce cehdinin benimsenmesi gerekir
Evet, yüzyıllarca önce yazılmış kitapları sayfa sayfa yiyip yutuyorlar, ama özümleyemiyorlar onları. Kendileri asla düşünmezler; sadece okur ve tekrar ederler ve onları dinleyen öğrenciler de onlardan sadece okumayı ve tekrar etmeyi öğrenirler; bu, kuşaktan kuşağa böyle gelmiştir.
fakat kolayca kavranamıyacak kadar da çok yönlü, çok çehreli bir mizacı, basit görünüşü altında deniz gibi çalkantılı bir yüreği, karmaşık eğilimleri ve tezatlar içinde denge arayan karmaşık bir ruhsal dünyası var onun.
“ inanç noksanlığı, ya da inanma kabiliyetinden yoksun olmak; çağımızın asıl hastalığı bu işte.”
“ artık bir yabancı olmadığın yerde bile toprağa işleyen kökün yok.
Niçin, benimle aynı şeylere inanan insanların arasında kendi yerimi bulduğum halde, derinlere kök sürmemiştim ben?
Ve niçin hâlâ yoluma devam etmek zorunda hissediyorum kendimi?
Bize ölümden sonraki hayata inanmayı öğreten felsefeciler ve peygamberler değildir; onların bütün yaptığı, insanlık kadar eski fıtri bir kavrayışa biçim ve manevi içerik kazandırmaktır.
farklı görevlerde, farklı durumlarda olmalarına rağmen hepsinin tavırlarında bir eşitlik havası okunuyor: İnsanların Allah’tan başka kimseye ‘efendim’ diye hitab etmediği bir ülkede başka nasıl olabilir ki zaten?
“İçinde insanın bir pay sahibi olduğu şey ”
“Nereye giderse gitsin, insan kaderini boynunda taşımıyor mu?”
“Aklı başında insanlar gibi evimizde yan yatacağımıza neden hep böyle belâlar sararız başımıza?”
Susuzluk ve boğucu sıcak; susuzluk ve ezici sessizlik: yalnızlığın ve umutsuzluğun kefeniyle sizi saran ıssızlığı, kulağınızda gümbürdeyen kanın akışını, devenin arada bir işitilen solumasını, sanki bunlar yeryüzünde işitebileceğiniz son seslermiş gibi tehditle, acı vererek beyninize çakan kupkuru bir sessizlik.
Yeniden yola koyuluyoruz, yavaş yavaş, acılar içinde kıvranarak batıya doğru. Batıya doğru: ne boş, ne anlamsız bir söz! Dalgananıp duran bu aldatıcı kum denizinde “batıya doğru” sözü ne ifade ediyor?
“ kendimi bildim bileli beni öylesine huzursuz kılan, beni tehlikeden tehlikeye, rastlantıdan rastlantıya sürükleyip duran bu gezip dolaşmak dürtüsü, macera düşkünlüğünden çok, dünyada bana ait sükun dolu köşeyi bulmak tutkusundan, başıma gelenlerle düşündüklerim, hissettiklerim ve arzuladıklarım arasında açık, yalın bir ilişki kurabileceğim o denge noktasına ulaşmak tutkusundan gücünü alıyor.”
“Biz Necidliler, insanların önünde eğilmeyi gerekli bulmayız, insan yalnız Allah’ın önünde eğilmelidir.”
Evet, düşünüyorum da, Batılı insan gerçekten de Deccal’a ibadet etme sarhoşluğuna kaptırmış kendini. Nice zamandan beri bütün safiyetini kaybetmiş, doğayla olan bütün bağını koparmış bulunuyor.
Müslümanlar serinkanlıklarını muhafaza eder de, ilerlemeyi bir amaç değil, sadece bir araç olarak görürlerse, sadece kendi iç özgürlüklerini elde tutmakla kalmaz, belki yaşama sevincinin yitirilmiş tadını Batılı insana da aktarabilirler.
Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar, eşyaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı.
Söyler misin bana? Tüm açıklığı ve yalınlığıyla peygamberimizin getirdiği o insani çağrı, nasıl oldu da, kısır gay-guyların kılı kırk yaran spekülasyonların arasında kaybolup gitti?
Ve yine peygamberiniz: İlim talep etmek, kadın erkek, her Müslüman için en büyük ibadetlerinden biridir; ya da, ‘Alim kişinin, yalnızca zahid olan kişiye üstünlüğü ayın diğer bütün yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.’ dediği halde, siz bugünün Müslümanları, çoğunuzun eğitimsiz kalmış olmanıza ve içinizde ancak çok az kimsenin okuma yazma biliyor olmasına ne dersiniz?
Peygamber ve arkadaşlarının kadınları, onların hayatında o kadar önemli bir rol oynamış oldukları halde, sizin, kadınlarınızı niçin hayatın kıyısına sürüp attığınızı bana açlıklayabilir misiniz?
Peki, peygamberiniz; Komşusu açken tok yatan bizden değildir. dediği halde, prensleriniz, büyük mülk ve toprak sahipleriniz lüks ve israf yaşarken, çoğunluğu oluşturan öteki Müslüman kardeşlerinizin ağızsız dilsiz bir yoksulluk ve sefalet içinde sürünmelerini nasıl açıklarsınız?
Bilimsel, teknolojik ilerlemeyi Allahın bir lutfu olarak ele almak yerine, gittikçe daha çok insan, ahmakçasına onun kendi içinde bir amaç olduğuna inanmaya başlıyor ve ona kul köle oluyor
Ve Hüseyinin başı -Hz Peygamberin o pak dudaklarıyla öptüğü o mübarek başı gövdesinden ayırdılar; ve başsız gövdeyi çadırında ağlaşıp sızlaşarak bekleyen evlad ü ayalinin önüne getirdiler.
Dil anlatamaz bu acıyı, gönül kaldıramaz bu yükü!..
Ve sizler de, ey kardeşler, ey müminler; yükseltin sesinizi!
Keder ve yasla yükseltin ki, Allah, peygamber soyu için ağlayanların günahlarını gözyaşlarının seliyle yıkayıp gidersin.
Modern insanın, gözlem ve ölçümle tespit edebildiklerinin dışında başka hayat formlarının da var olabileceği ihtimalini ciddiye almaması aslında onun entelektüel kibrinin, yobazlığının ifadesi değil de, nedir?
Bir ucundan sanki bilinmeyen bir uçuruma kayıp gitmiş dünya
Herkes sadece kendi yüreğinin sesini dinleyecek olsaydı, hepimiz tam bir ahlaki kaos içine düşer, herhangi bir davranış ölçüsünde hiçbir zaman anlaşamazdık.
Çok az sayıda insan içlerinde konuşan sesi, vicdanının sesini anlayabilirler. Ötekilere gelince; çoğumuzun kulakları, o sesi işitemeyecek kadar kendi kişisel çıkarlarımız ve arzularımızla tıkalıdır..
Bir zamanlar büyüktük ve bizi büyük kılan da İslam’dı fakat ne zaman ki Allâh-u Azîmüşşân’ın bizleri hangi amaçlar için seçtiğini unuttuk, işte o zaman tepeden aşağı düşmeye başladık.
Başka nasıl ibadet edebiliriz ki Allaha? O, bedeni de ruhu da birlikte yaratmadı mı? Böyle olunca da insanın ruhuyla olduğu kadar bedeniyle de dua etmesi gerekmez mi?
Karışıklıklar, sarsıntılar içinde altüst olmuş bir dünya: bizim Batı dünyamız bu!
Açıkça hissediyorum ki, Müslümanların gerileyişi İslam’ın tutarsızlığından, yetersizliğinden değil; Müslümanların İslâm’ı yaşamak konusunda gösterdikleri kendi eksikliklerinden, kendi yetersizliklerinden ileri geliyor.
Ağlıyorum; ama kuruyup şişen gözlerimden yaş gelmiyor.
Allah inancını yitirdikten sonra, manevi alanda kendine yeni bir oryantasyon (yöneliş) arayan bir toplumla karşı karşıyaydım. Çoğunluk şöyle düşünüyor gibiydi:Mademki aklımız, bilimsel deney ve gözlemlerimiz, ince hesaplarımız bize insan hayatının kaynağı ve ölümden sonraki akıbeti hakkında herhangi birsey söylemiyor; o halde bütün enerjimizi maddi ve entelektüel gücümüzün geliştirilmesine harcamalı, bilimsel yöntemleri reddeden varsayımlar üzerine kurulu ahlâkî ve törel kaziyelerin yolumuzu tıkanmasına meydan vermemeliyiz.
benim karanlıkta el yordamıyla yürüyen biri gibi, bu tökezleyen sözcüklerle yarım yamalak aktarmaya çalıştığım şeyi sezgisel olarak anlıyordu; bunun için kuvvetle inanıyordum ki, benim neyin peşinde olduğumu da ancak o, sadece o anlayabilir ve arayışıma da ancak o yardımcı olabilirdi
Fakat olup olacağı bu mu? Sadece bir Arab gibi yaşamak, ve giderek Arablaşmak için mi Arabistan’da harcamıştım bunca yılı? Yoksa bütün bunlar, beni bekleyen daha derin oluşumlar, daha köklü değişiklikler için bir hazırlık mıydı?
Yolumu kendim bulmak istiyorum. Ama yollar karmaşası içinde bulamıyorum onu.
Dinleyenler, bir ağacın hışırdayan yaprakları gibi, soluk almaya başladılar; ve bir süre aralarında ya Allah, ya Allah! mırıltıları dolaşıp durdu. Yorucu, sürükleyici bir oyundan çıkan çocuklar gibiydiler. Mutlu mutlu gülümsüyorlardı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir