İçeriğe geç

Mekânın Poetikası Kitap Alıntıları – Gaston Bachelard

Gaston Bachelard kitaplarından Mekânın Poetikası kitap alıntıları sizlerle…

Mekânın Poetikası Kitap Alıntıları

Ve hep böyle olur: İyi belirlenmiş düş odakları, düş insanları arasındaki iletişim araçlarıdır; iyi tanımlanmış kavramların düşünce insanları arasındaki iletişim araçları olduğu gibi ve bu araçlar kadar güvenli.
Keşiş, Tanrının karşısında yalnızdır. Keşiş kulübesi, manastırın karşıt-tipidir. Odaklanmış bu yalnızlığın çevresinde derin düşüncelere dalan, dua eden bir dünya ışıldar; bu dünyanın dışında bir dünya. Kulübe, bu dünyaya ait hiçbir zenginliği kabul edemez. Yoğun ve mutlu bir yoksulluğa sahiptir. Keşiş kulübesi, yoksulluğun onurudur. Maldan mülkten arına arına, sonunda bizi barınma ediminin mutlak biçimine ulaştırır.
Düşlerimizin imgelerini tüm içtenliğimizle yaşayacak olsaydık, dağılıp gitmiş ne çok değeri bir araya getirebilirdik!
Gerçek içtenlik itici olamaz. Tüm içtenlik mekanları, bir çekimle kendini ortaya koyar.
Ruhçözümleme, varlığa sağladığı huzurdan çok, onu harekete geçirir. Varlığı, bilinçdışının kovuklarının dışında yaşamaya, yaşam serüvenlerine girmeye, kendinin dışına çıkmaya çağırır. Doğal olarak da etkinliği sağaltıcıdır. Çünkü iç varlığa bir de dış yazgı vermek gerekir.
Geçmişteki yalnızlıklarımızın tüm mekanları, içinde yalnızlıktan acı çektiğimiz, yalnızlığın tadını çıkardığımız, yalnızlığı aradığımız, yalnızlıkla uzlaştığımız mekanlar içimizde silinmez olarak kalmıştır. İnsan onları özellikle silip atmak istemez. Yalnızlığının bu mekanlarının kurucu özellikte olduğunu içgüdüsel olarak bilir.
Düş kurma, kendi varlığından doğrudan yararlanır. Bu durumda, düşün yaşandığı yerler imgelemimizde yeni kurduğumuz bir düşün içinde kendiliğinden yeniden kurulur. Geçmişte oturduğumuz evler içimizde ölümsüzleşmiş olduğundan, eski evlerin anılarını düş gibi yeniden yaşarız.
Ev, düşü barındırır, düş kuranı korur; ev, dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar. İnsana özgü değerleri bize benimseten yalnızca düşünceler ve deneyimler değildir. Düş kurmada, insanı tüm derinlikleriyle ortaya koyan değerler vardır.
Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır
Kendi kendimin gizlendiği yerim ben..
Kabuğuna çekilen bir varlık, oraya gömülüp kalmak istemez. Vakti geldiğinde dışarı çıkma nın bir yolunu arar. Kabuğun altında geçirdiği durgun, hareketsiz zamanlarda varoluşun bir gün mutlaka kopacak olan fırtınalarına hazırlar kendisini.
Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.
Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.
Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.
Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.
“Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.”
Yalnızlıklarına sahip olmuş, gerçekten sahip olmuş çocuk mutludur!
Sanatçı, yaşadığını yaratmaz, yarattığını yaşar.
Felsefe bizi çok çabuk olgunlaştırır ve belirli bir olgunluk durumunda billurlaştırır.
Ve insanın aklını bir hiç için, boşluk için, düşlenmemiş bile olan bir yabancı için çelmiş olan onca basit merak kapısını düşünelim!
Gerçek içtenlik itici olamaz.
İnsanın, bir öte yere her zaman kapısını aralık bırakması gerekir.
Üstünkörü metafiziklerin öğrettiği gibi, insan dünyanın ortasına bırakılmadan önce , evin beşiğine yatırılır. Kurduğumuz düşlerde evi her zaman bir büyük beşik olarak düşünürüz.
” her zaman biraz şairizdir ve heyecanlarımızın dışa vurduğu, belki de yalnızca yitik bir şiirdir. ”
Alexandre Dumas, Mémoires [Anılar] başlıklı anılarında, canı sıkılan, gözlerinden yaşlar boşanacak kadar canı sıkılan bir çocuk olduğunu söyler. Annesi onu can sıkıntısından ağlarken bulduğunda, şu soruyu sorarmış:
– İyi ama Dumas neden ağlıyor?
– Dumas ağlıyor, çünkü Dumas’nın gözyaşları var, diye cevaplarmış altı yaşındaki çocuk. Bu, Mémoires’da anlatıldığı gibi, bir anekdot kuşkusuz. Ne var ki, mutlak sıkıntıyı, oyun arkadaşı bulamamaktan kaynaklanmayan sıkıntıyı ne kadar güzel örnekliyor! Oyunu yarıda bırakıp, tavan arasında bir köşede sıkıntısını yaşamaya giden çocuklar yok mudur? Sıkıntılarımın tavan arası, çeşitli yaşantılar, içimdeki her türlü özgürlük tohumunu yitirmeme neden olduğunda seni ne kadar aradım!
Çocuktan ev çizmesini istemek, onun mutluluğunu içinde barındırmak istediği en derin düşünü ortaya koymasını istemek anlamına gelir. Mutlu bir çocuksa size, kapalı ve korunmalı, sağlam ve derinliğine kök salmış bir ev çizecektir. Bu ev dış biçimiyle gösterilecektir, ne var ki, bu çizimde her zaman çocuğun içindeki gücü ortaya koyan birkaç çizgi bulunur. Bazı resimlerde hiç kuşku yok ki, diyor Bayan Balif, evin içi sıcaktır, ateş yanmaktadır, o kadar güçlü bir ateş ki, bu ateşin bacadan çıktığını görürüz . Ev mutlu olduğunda, dumanlar damın üstünde oynaşır durur.
Çocuk mutsuzsa, ev, onu çizenin bunalımlarının izlerini taşır.
” onu içimde taşıyordum, yaşatıyordum onu, yaşam olmayan bir yaşamla, ama yaşamdan daha güçlü, dünyadaki hiçbir gücün yenemeyeceği bir yaşamla yaşatıyordum. ”
” birbirlerine söylemeden, kendileri de fark etmeden birbirini anlar . İçine kapanık iki kişi, aynı simgeyle iletişim kurar. ”
kilidin göbeği insan, timsah, kertenkele, kaplumbağa biçiminde oyulur. Kilidi açıp kapayan gücün, yaşamsal bir güce, bir insanın, kutsal bir hayvanın gücüne sahip olması istenir. Dogonların kilitleri, iki insan figürüyle süslenir (ataları temsil eden çift).
Gökyüzümüzün dorukları birbirine kavuştuğunda
Evimin bir çatısı olacak
Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.
Şairin bir sözü, doğru yere dokunduğu için, varlığımızın derindeki katmanlarını sarsar.
Çiçek her zaman çekirdeğin(in) içinde gizlidir.
Yine de iyi dinle. Benim sözlerimi değil, kendini dinlediğinde bedeninden yükselen sesleri dinle
İnsan ruhunun derinliklerini inceleyen ruhbilimcinin işinin ne kadar karmaşık olduğu hakkında bir fikir vermek üzere C. G. Jung, okurlarından şu karşılaştırmayı dikkate almasını ister: Önümüzde keşfedilmesi ve açıklanması gereken bir yapı var: Bu yapının en üst katı 19. yy’da inşa edilmiş, giriş katı 16. yy’dan kalma ve konstrüksiyonuyla ilgili titiz bir inceleme, bu yapının 2. yy’dan kalma bir kulenin üstüne inşa edildiğini ortaya kovuyor. Mahzende, Romalılardan kalma temellere rastlıyoruz; mahzenin altındaysa içi toprakla dolmuş bir mağara var; bu toprağı kazdığımızda, üst katmanda sileksten yapılma aletlere, daha derindeki katmanlarda da buzul çağına ait bitki örtüsünün kalıntılarına rastlıyoruz. Ruh yapımızın yaklaşık olarak işte bu özellikleri gösterdiği düşünülebilir .
Felsefe, çekmeceye konmuş kanıtlardan hoşlanmaz.
Şiirin, çoğu kez ruhsal bir bağlanma olduğunu kabul etmemiz gerekir.
İçtenlikle imge diyorsam bu, altını çizme gereksemesini duyduğumdandır. Bir şeyin altını çizmek, yazarken kazımak anlamına gelmez mi?
Çocukluk, gerçeklikten kuşkusuz daha büyüktür. Ne kadar yaşamış olursak olalım, doğduğumuz eve bağlılığımızı kanıtlamada düş, düşüncelerden daha ağır basar.
Yaprakların dinginliğinde yaşıyorum, yaz büyüyor
.
Bir süreksizlik halinde yaşamak, bir kesinlik halinde yaşamaktan daha iyidir.

.
İnsan yarı açık bir varlıktır.

.
Biz asla gerçek tarihçi değiliz, her zaman şairlere yakınız ve duygularımız belki de kaybolmuş bir şiirin ifadesinden başka bir şey değil.

Kendi kendimin gizlendiği yerim ben.
Kimse benim değiştiğimi görmüyor. İyi ama beni kim görüyor ki? Kendimi sakladığım yerim ben.
”Şairi dinlemeye zorlayan daha çok sessizliğin kendisidir. Sessizliğin nerede olduğunu bilmeyiz: Koca dünyada mı, yoksa sınırsız geçmişte mi? Sessizlik, durulan rüzgardan, yumuşayan yağmurdan daha uzaklardan gelir. Sessizlik derindir. Peki derinliğin kökü nerede? Gözlerimi kapatıp açtığımı duyuyorum.
Düş kurma çağındayken nasıl ve neden düş kurduğumuzu açıklayamayız. Nasıl düş kurduğumuzu açıklayabileceğimiz çağdaysa artık düş kuramayız. Dolayısıyla eriştiğimiz olgunluktan sıyrılmamız gerekiyor.
”Köşesinde dinginlik içinde olma bilincinden bir hareketsizlik yayılır. Bu hareketsizlik ışın ışın yayılır. Bir köşeye sığındığımızda kendini iyice gizlenmiş olarak duyumsayan bedenimizin çevresinde düşsel bir oda oluşur. Gölgeler duvar haline geliverir, bir mobilya bir engel, bir örtü bir çatıdır. Ne var ki, bütün imgeler gereğinden çok düş kurar. Hareketsizlik mekanını, varlığın mekanı olarak belirlemek gerekir. Bir şairin şöyle bir dizesi vardır: ”Bulunduğum yerin mekanıyım ben. ”
”Yalnızca anılarımız değil, unuttuklarımız da içimizde barındırılmıştır. Bilinçsizliğimiz barındırılmıştır. Ruhumuz bir oturma yeridir ve evleri, odaları sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı öğreniriz. ”
”Gerçekten de düşleme, ilk andan itibaren bütünüyle oluşmuş bir durumdur. Başlarken hiç görülmese de aslında hep aynı biçimde başlar. Yakındaki nesneden kaçar, derhal uzaklaşır, başka bir yerdedir, başka bir yerin mekanındadır.
”Şairleri okumak, aslında düş kurmaktır. ”
”Bütün küçük şeyler, acele etmemeyi gerektirir. Dünyayı minyatürleştirmek için, dingin bir odada buna çok zaman ayırması gerekir insanın. Mekanı sevmek gerekir, onu dünya molekülleri içerirmiş gibi böyle ustaca, incelikle betimleyebilmek için, bütün bir manzarayı çizimin tek bir molekülüne hapsedebilmek için. ”
.
Bir evin her köşesi, bir odadaki her köşe, saklanmayı ya da kendi içimize çekilmeyi sevdiğimiz tenha alanın her santimi yalnızlığın simgesidir.

Ayrıca, birçok açıdan yaşanılan bir köşe, yaşamı reddetmeye, kısıtlamaya, hatta saklamaya eğilimlidir.

Köşe, evrenin bir olumsuzlaması haline gelir. Köşede insan kendi kendine konuşmaz. Köşelerimizde geçirdiğimiz saatleri hatırladığımızda, her şeyden önce sessizliği, düşüncelerimizin sessizliğini hatırlarız.

.
Dış ve iç ikisi de samimidir, düşmanlıklarını değiştirmek için her zaman tersine çevrilmeye hazırdırlar.

Böyle bir iç ve dış arasında bir sınır çizgisi yüzeyi varsa, bu yüzey her iki tarafta da ağrılıdır.

.
Bu anıları hatırlayarak, rüyalar deposuna ekleriz; biz asla gerçek tarihçi değiliz, her zaman şairlere yakınız ve duygularımız belki de kaybolmuş bir şiirin ifadesinden başka bir şey değil.

Kendimi yüreklendirmek için kendi kendimle konuşurum: Bak, küçük kayığın parçalanmadı, bu taş teknenin içinde güvenliktesin. Fırtınaya karşın uyu. Fırtınanın içinde uyu. Yürekliliğinle uyu,dalgaların saldırısına karşın yürekliliğini yitirmemekten mutlu bir kişi gibi uyu.
Çocukluk, gerçeklikten kuşkusuz daha büyüktür.
Şairin bir sözü, doğru yere dokunduğu için varlığımızın derindeki katmanlarını sarsar.
Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı insan dağılıp giderdi. Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar.
‘İçimizdeki ormanların nazik sakinleri’
Sahip olduğunuz şeyi görmesini bilecek gözler diliyorum size.
Nefretlerin en hafifinde bile hayvansı kökenlerimizden kalma ince bir sinir dokusu bulunur.
Ağaç, hep ortasında
Kendini çevreleyen her şeyin
Ağaç, tadını yavaş yavaş çıkarır
Tüm gök kubbenin.

Tanrı, yüzünü gösterecek ona
Oysa o, emin olmak için
Varlığını yuvarlayarak gelişir
Ve olgun dallarını uzatır ona.

Ağaç, belki de
Düşünür içinden.
Ağaç, kendine egemen
Kendine yavaş yavaş
Rüzgârın rastlantılarını
Bertaraf eden biçimi verir.

R. M. Rilke

Basit bir nesne, bir kapı, duraksama, yasak olana duyulan eğilim, arzu, güvenlik, misafirperverlik, saygı hayalleri uyandırdığında , bir ruhun dünyasındaki her şey nasıl da somutlaşıyor! Kapadığımız, açtığımız tüm kapıların, yeniden açmak istediğimiz tüm kapıların öyküsünü anlatacak olsak, tüm yaşamımızı anlatmış oluruz.
Uçsuz bucaksızlık bizim içimizdedir. Yaşamın yavaşlattığı, tedbirli olmanın durdurduğu ama yalnız kaldığımızda yeniden işe koyulan bir tür varlık genleşmesine bağlıdır. Hareketsiz kalır kalmaz, başka bir yerde oluruz: uçsuz bucaksız bir dünyada düş kurarız. Uçsuz bucaksızlık, hareketsiz insanın hareketidir.
Uçsuz bucaksızlığın düşlemenin felsefi bir kategorisi olduğu ileri sürülebilir. Düşlemenin çeşitli manzaralarla beslendiğine kuşku yok, fakat doğuştan gelen bir tür eğilimle, büyüklüğü temaşa eder düşleme. Büyüklüğün temaşası da öyle özel bir tavrı, öyle tikel bir ruh durumunu belirler ki düşleme, düşçüyü yakınındaki dünyanın dışına çeker, sonsuzluk işareti taşıyan bir dünyanın önüne koyar.
( )Gerçekten de düşleme, ilk andan itibaren bütünüyle oluşmuş bir durumdur. Başlarken hiç görülmese de, aslında hep aynı biçimde başlar. Yakındaki nesneden kaçar, derhal uzaklaşır, başka bir yerdedir, ‘başka bir yerin mekanında’dır.
Sessizliğin kokusu öyle yaşlı ki
O. W. De L. Milosz
Ah! Kocayıp giden şu yaşamda hatırlamadan edemediğimiz ne çok sessizlik var!
Varlık ile varlık-olmayana ilişkin o büyük değerleri bir yere koymak ne zor! Sessizlik: kökü nerede, varlık-olmayanın bir zaferi mi, yoksa varlığın egemenliği mi? Sessizlik derin dir. Peki ama derinliğinin kökü nerede? Doğacak kaynakların dua ettiği bir evrende mi, yoksa acı çekmiş bir insanın yüreğinde mi? Ve dinleyen kulaklar, varlığın hangi yüksekliğine kendilerini açmalı?
Hafızanın, bütünüyle yeniden hayal edilmesi gerekir. Hafızamızda öyle mikrofilmler vardır ki hayalgücünün canlı ışığı üzerlerine düşmedikçe okunamazlar.
..bir evdeki her köşe, bir odadaki her duvar köşesi, insanın dertop olmaktan, kendi üstüne kapanmaktan hoşlandığı her kuytu, hayalgücü için bir yalnızlıktır, yani bir odanın tohumu, bir evin tohumudur.
Kapılar neye, kime açılır? İnsanların dünyasına mı yoksa yalnızlık dünyasına mı?
Çünkü biz olmadığımız yerdeyiz.
Şairleri okusalardı, filozoflar ne çok şey öğrenirlerdi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir