Samuel P. Huntington kitaplarından Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması kitap alıntıları sizlerle…
Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması Kitap Alıntıları
Her medeniyet kendini dünyanın merkezi olarak görür ve
insanlık tarihinin dramasının merkezinde yer aldığını düşünür
insanlık tarihinin dramasının merkezinde yer aldığını düşünür
Batı Hıristiyan mirasına sahip ülkeler ekonomik gelişme ve demokratik siyasette daha başarılı
olmaktadır. Ortodoks ülkelerdeki siyasal ve ekonomik gelişmeler belirsiz, Müslüman cumhuriyetlerin gelecekleri ise
karanlıktır.
olmaktadır. Ortodoks ülkelerdeki siyasal ve ekonomik gelişmeler belirsiz, Müslüman cumhuriyetlerin gelecekleri ise
karanlıktır.
Biz zirvedekiler, inişe hazırız.
Bir kadın psikolog diğer mesleklerde çalışan bir düzine kadın,karşısında
kendisini bir psikolog olarak düşünürken; bir düzine erkek,
psikologla beraberken kendisini bir kadın olarak ele almaktadır.”
kendisini bir psikolog olarak düşünürken; bir düzine erkek,
psikologla beraberken kendisini bir kadın olarak ele almaktadır.”
“Eğlence kültürel değişime neden olmaz.”
Orta Doğu’nun bir yerinde yarım düzine genç insan namaz
kıldıkları saatlerin dışında kot pantolon giyip kola içerek
rap müzik dinlemekte ve bir Amerikan hava yolları şirketine bomba koyabilmektedirler.
kıldıkları saatlerin dışında kot pantolon giyip kola içerek
rap müzik dinlemekte ve bir Amerikan hava yolları şirketine bomba koyabilmektedirler.
“büyük dinler büyük medeniyetlerin dayandığı temellerdir”
Dünya kaos olabilir, ama bu hiçbir düzen olmadığı anlamına gelmez.
“Gelecekteki çatışmalar
ekonomik veya ideolojik nedenlerden değil, kültürel faktörlerden kaynaklanacaktır.”
ekonomik veya ideolojik nedenlerden değil, kültürel faktörlerden kaynaklanacaktır.”
“Dost-düşman herkesin gözü İslâm’da.”
Ben, İslâm toplumu adına konuşacak, dünyada bir veya iki devletin olmasının, herkes için daha tatmin edici olacağına inanıyorum. Batı’da konuştuğum hiçbir kimsenin benim bu görüşümü paylaştığını söyleyemem. Hepsi korkuyla karşıladılar, muhtemel bir büyük İslâm birliğini tehdit olarak kabul ettiler. Ben bunu bir tehdit olarak görmüyorum. Dünyada ve İslâm coğrafyasında daha güçlü bir otoriteye doğru hareketin bir ihtiyaç olduğunu söylemeliyim.
Eğer İslâm toplumunun tek lideri ve sözcüsü olarak, hem Müslümanlar’ın hem de Müslüman olmayanların tanıdığı bir tek devlet olsa, inanıyorum ki, İslâm ve dünya daha güzel olacaktır. Bana göre, bu role Türkiye’den daha uygun başka bir devlet yoktur. Türkiye bunu gerçekleştirmek için gerekli nüfusa, stratejik konuma, bürokratik ve askerî özgüvene ve tarihî geleneklere sahiptir. Ve Türkiye, Kuzey Afrika’dan Balkanlar’a, Orta Doğu’dan Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya yayılmış bütün müslüman toplumlarla, başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı bağlantılara sahiptir.
Türkiye’yi modernleştirmek için girişilen Batılılaşma çabalarını tekrar gözden geçirmenin, Doğu Asya modelini örnek alarak Türkiye’nin kültürel ve dinî geleneklerini canlandırmanın ve İslâm ve Osmanlı mirasinin üzerine modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşâ edilebileceğini göstermenin zamanının geldiğini düşünebilir.
Güçlü toplumlar evrenselci; zayıf toplumlar özelcidir.
Amerika birleşik devletleri ve İngiltere için nüfus başına düşen verim iki misline kırk yedi ve elli sekiz yılda çıkarken; Japonya bunu otuzüç, Endonezya on yedi, Güney Kore on bir ve Çin on yılda gerçekleştirmiştir.
Askeri gücün dört boyutu vardı:
1- nicel: insan , teçhizat sayısı
2- teknolojik: Silah be teçhizatın etkinliği
3- örgütsel: askerin tutarlılığı, disiplini, eğitimi
4- toplumsal: toplumun askeri gücü etkin olarak kullanma konusunda istekliliği
1- nicel: insan , teçhizat sayısı
2- teknolojik: Silah be teçhizatın etkinliği
3- örgütsel: askerin tutarlılığı, disiplini, eğitimi
4- toplumsal: toplumun askeri gücü etkin olarak kullanma konusunda istekliliği
Beklentiler başka, temenniler başka ve gerçekler daha başkadır.
Yeni bir küresel etik olmadıkça yeni bir küresel düzen olamaz.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Din barıştan ziyade hem milletler arasında hem de aynı millet içinde savaşlara neden olabilmektedir..
Dinin her yerde barışı sağlayan bir güç olduğunu söyleyebilmek ne güzel olurdu..
Dünyanın bir çok yerinde dini fetih olarak adlandırılabilecek denemelerin başarılı olma ihtimali yoktur. Çünkü kültürler arası iletişimde önemli atılımlarla heterojen toplumlar ortaya çıkaran ve dinin inhisarını değil de çoğulculuğu yeğleyen modernleşme buna müsaade etmez..
Modern fikirleri ve değerleri teorik olarak reddetmek mümkündür. Ama bu reddi insanların hayatlarına ölçü yapmak çok zordur. Bunu yapmak için birisinin toplumun tamamını ele geçirmesi ve modern’e karşı olan dini, herkes için zorunlu hale getirmesi gerekir.
Aydınlanma’ya kadar geri götürülebilecek sekülerleşme teorisinin ana teması gayet nettir: Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem de ferdin zihninde din gerileyecektir. Fakat zaman bu temel fikrin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Modernleşmenin bazı bakımlardan sekülerleşmeye sebep olduğu, hatta bazı coğrafyalarda bunun daha fazla hissedildiği doğrudur. Ama modernleşmenin sekülerleşme karşıtı bir çok güçlü hareketi doğurduğu da ortadadır..
Dünya kendi içinde bölünmüş, parçalanmış, yabancı/düşman kamplara ayrılmış bir dünyadır..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsanlık tarihi çözülme ve yeniden şekillenme sürecinden oluşur..
Toplum, kuşkusuz bizi yöneten prensler, ama aynı zamanda vatandaşlar bütününün genellikle düzensiz hatta bilinçsiz eylemleri tarafından biçimlendirilir.
Huntington, politika üreten Batılı çevreler için üstesinden gelinmesi gereken temel sorunun, Batının diğerlerinden, özellikle İslam’dan daha güçlü olmasını ve kendini onlardan korumasını garantilemek olduğunu söylüyor.
Araplar 1. Dünya Savaşı’nda müttefiklerin yanında savaşırken karşılarında, kendileriyle pek çok ortak noktaları olan Osmanlı İmparatorluğu vardı. Osmanlılar’ın kendileri üzerinde uyguladığı adaletsizliğe (!!) karşı direnmek ve özgürlüklerini kazanmak için savaşmaya itildiler. Fakat müttefiklerin savaş öncesinde ve savaş boyunca verdiği bütün sözlere rağmen Araplar savaş sona erdiğinde müttefiklerin ilk kurbanı olmuştu..
Arap, Türk ve İran toplumlarında entelektüellerin yeri çok önemli olmalıdır. Bu toplumların politik ve kültürel görüşlerini ortaya koyacak, sorulara cevap verecek, Avrupa Birliği ile arada köprü oluşturacak, bilgi akışını sağlayacak entelektüellere ihtiyaç vardır.
Tarihte savaş ve barış her zaman iç içe olmuştur. Savaşlar genellikle daha iyi ve adil bir barış için başlatılır ancak muğlak adalet hedefleri çok geçmeden yeni karmaşalar yaratır.
Terörizm, hoşgörüsüzlüğün canice ortaya çıkışıdır..
Müslüman liderler yoksulların gıda ve giyim ihtiyaçlarının sağlanmasını ihmal ediyorlar. İslam’da durumu kötü olanlara çok büyük önem verilir. Ancak liderler muhaliflerine karşı gürlemeyi tercih ederken, ne yazık ki bu meseleye pek zaman ayırmıyorlar.
Ailenin kişilerin ahlaki oluşumları üzerindeki yetkin işlevi evin medya tarafından işgaliyle erozyona uğramıştır.
Savaşa giren devletler aslında bunu yaparken -toprak, ekonomik hatta kişisel ya da güçle ilgili rekabetler- gibi küçük hesaplar peşindedir, ancak savaşlarını kendi halkları ve dünya nezdinde meşru kılmak için her zaman en yüksek ve kapsamlı ideolojik gerçeklere dayanırlar.
Modern liberal demokrasinin yükselişiyle birlikte pre-modern tarım toplumunun aristokratik, şeref ve haysiyet kavramlarına dayalı ahlaki sistemi geçerliliğini yitirmeye başlamıştır. Artık şahsi menfaatlerin ve servetin arttırılmasının meşru ve tabii görüldüğü bir kurallar sistemine doğru gidilmektedir.
Orta Doğu dışında, medeniyetlerin kimliği, milli-devlet kimliğine nazaran çok daha zayıf hissedilmektedir. Bugün Avrupa’da yaşayanların çoğu kendisini Hristiyanlık medeniyetinin bir üyesi olarak değil, öncelikle bir Alman, bir İtalyan ya da büyük ihtimalle Avrupalı olarak görmektedir.
Geleneksel kurumlar zayıfladıkça, tarafsız devleti ahlaki değil yasal bir hakem haline getiren, kültürel anlamda yıkıcı bir medya güçlendi..
Ahlaki bilincimiz; tüketicilik yüzünden, sanki süpermarket raflarında birbiriyle rekabet halindeki mallar karşısındaymışız gibi bütün değerlere gösterdiğimiz eşit ölçüde kayıtsızlık yüzünden çürümüştür.
Uygarlık tarihi boyunca bütün toplumlar ve bütün dinler tarafından yıkıcı ve bölücü olarak kabul edilen değerler -tamahkarlık, sefahat, şiddet, sınırsız ölçüde kendi zevkine düşkünlük, ahlaki sınırların bulunmaması- göz alıcı bir şekilde çocuklarımızın önüne konan yiyecekler olmuştur..
En çok ilgi çeken konular, insanın en soylu yanı yerine en aşağılık şehevi arzularıyla marazi korkularına ve endişelerine yönelik konular olduğu için, kötü programcılık iyi programcılığı saf dışı eder. Böylece televizyon çürümüş, ahlak dışı ve yıkıcı değerleri yaygınlaştıran bir araç olmuştur.
Televizyon, toplumsallaşma ve değerlerin aktarılmasında temel araç olarak sırasıyla ailenin, okulun ve kilisenin yerini almıştır.
Türkiye’yi bölünük ülke olarak tanımlamıştım. Bunun sebebi, Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi mi yoksa bir Orta Doğu ülkesi mi; bir İslam ülkesi mi yoksa laik bir ülke mi; Batılı mı yoksa Batılı olmayan bir ülke mi olduğunun belirsiz olmasıdır.
Belki Batı modernliği yarattı ama diğer toplumlar ve kültürler kendi kültürlerinden kendi kalkınma ve modernleşme tarzlarını geliştirebilirler.
Bir toplumda siyaset ve ekonomik kalkınma modelleri büyük oranda o toplumun kültürü tarafından şekillendirilir.
Demokrasi için temel bir kriter, siyasi partilerin arasında hükumetin aciz ve muhalefet gruplarının kısıtlanması olmaksızın, oy elde etmek için eşit ve açık rekabetin bulunmasıdır.
Demokratizasyonun ciddi bir engeli de Asya, Afrika ve Orta Doğu’daki siyasi liderler arasında demokratik değerlere gerçek bağlılığın olmaması ya da zayıf olmasıdır. İktidarda değillerken demokrasiyi savunmak için iyi bir nedenleri vardır. Demokratik bağlılıkları ancak iktidara geldiklerinde test edilir.
Evrensel demokratik devrim, demokratizasyona yardımcı olan bir dış çevre yaratabilir fakat belirgin bir ülkede demokratizasyon için gerekli olan koşulları üretemez.
Nisan 197’de Türkiye AT’ye tam üyelik için başvurdu. Bunu kamçılayan nedenlerden biri, Türk liderlerin Türkiye’deki demokratik eğilimleri ve modernizasyonu, kuvvetlendirme ve koruma ve islami muhafazakarlığı destekleyen güçleri soyutlama arzularıdır.
Tam anlamıyla bir demokratikleşme ve demokrasinin işlemesi etnik, dini ve mahalli gruplar arasındaki ilişkileri şiddetlendirebilir. Zamanla bu kimlikler gittikçe merkezi bir konuma gelir ve politikacılar bu kimliklere seslenirler bu da etnik gruplar arasındaki çatışmaları yoğunlaştırır.
19.yy’ın sonlarında hemen bütün dünyayı ele geçiren Avrupa gücü ve 20.yy ikinci yarısında dünyaya egemen olan ABD, Batı uygarlığını bir çok bakımdan dünyaya yaymıştır. Fakat Avrupa’nın dünya egemenliği artık yoktur ve soğuk savaş dönemindeki Sovyet tehdidine karşı Amerikan korumasına ihtiyaç kalmadığı için Amerikan hegemonyası da zayıflamaktadır.
Batı usulü seçimleri benimsedikleri takdirde, demokrasi, Batı karşıtı politik hareketlerin ve milliyetçi güçlerin gelişmesine ve çok defa iktidara gelmesine zemin hazırlamaktadır.
Batı-dışı toplumların Batı’yla olan ilişkilerinde zaaf hissettikleri zaman, bu toplumların liderleri, Batı’nın küresel hakimiyetine karşı çıkışlarını haklı göstermek için, bağımsızlık, liberalizm, demokrasi ve özgürlükler gibi Batılı değerlere sığınmaktaydılar.
Batı-dışı toplumlarda bu canlanma zorunlu olarak Batı karşıtı bir biçim almaktadır. Batı kültürüne, bazen Hristiyan ve yıkıcı olduğu için karşı çıkılmaktadır. Mahalli kültüre dönüş en belirgin biçimde Müslüman toplumlarda ve Asya toplumlarında görülmektedir.
Dinin küresel canlanması modernizasyonun direkt sonucudur.
Kişisel seviyede, bir kimsenin bilinmedik bir yere göç etmesi, oraya yerleşmesi, iş tutması onu geleneksel yerel bağlarından koparır. Kuralsızlık ve eski değerlerini yitirme duygusu, bir kimlik krizi yaratır ki buna da çok defa din cevap sağlar.
Batı toplumlarının pek çoğu güçlü ve bağımsız bir aristokrasiye, sağlam bir köylü unsuruna ve küçük fakat belirgin bir esnaf ve tüccar sınıfına sahip olmuştur. Feodal aristokrasinin gücü istibdadın iktidarını kısıtlamakta önemli roller oynamıştır. Bu Avrupa çoğulculuğu, sivil toplumca fakir, aristokrasisi zayıf ve merkezi bürokrasisi güçlü imparatorluklara -Rus, Çin, Osmanlı vs.- çok aykırı düşmektedir.
Hızlanan sosyo-ekonomik modernleşme ve göçler, bir karşı eğilim doğurdu. İnsanlar kimliklerini yitirdiklerini, köksüzleştiklerini, yabancılaştıklarını hissediyor; karşılaştıkları sorunları göğüslemek için yerel değerlere sarılıyor.
Nereye dönersek dönelim, dünya kendisiyle barışık değil.
Modern dünyada din, insanları motive eden ve harekete geçiren merkezi bir güçtür, belki de asıl merkezi güçtür.
Çoğu müslüman toplumlar insan haklarını en az koruyanlardır.
Devletler, ihtiyaç duyduklarında, bakışlarını kan bağlarından çevirirler; kardeşliği ve imanı ve akrabalığı öyle yapmak çıkarlarına geldiği zaman görürler.
Gelenekler, sıklıkla koptuklarında, insanlar artık onlara gerçekten inanmadıkları ve yıllanmış adetlerin erkek ve kadınları evde tutma yeteneğini kaybettiği zaman çok ısrarcı olurlar.
Fernard Braudel, medeniyetler trafiği hakkında, Veren, hükmeder. diye fikrini belirtmişti.
İdeoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek sağlayabilme imkanı gitgide azaldıkça, hükumetler ve gruplar, sürekli artan bir şekilde ortak din ve medeniyet kimliğine müracaat etmek suretiyle destek sağlamaya teşebbüs edeceklerdir.
İnsanlar kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça, farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir ‘biz’ ve ‘onlar’ ilişkisinin var olduğunu muhtemelen göreceklerdir.
Dünya çapındaki değişme ve ekonomik modernleşme süreçleri, insanları çok eski mahalli kimliklerinden koparıyor. Bunlar aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak milli devleti zayıflatıyor. Dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din, sık sık ‘fundamentalist’ diye yaftalanan hareketler biçiminde devreye giriyor.
Farklı medeniyetlerin insanları, hak ve sorumluluklar, hürriyet ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin göreceli önemi hakkında farklılaşan görüşleri kadar Tanrı ile insan, bireyle grup, vatandaşla devlet, ebeveyn ile çocuklar ve karı-koca arasındaki ilişkiler konusunda da farklı fikirlere sahiptirler.
Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşır.
Bir medeniyet, insanların kendilerini diğer türlerden ayırt eden yönünden başka onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik seviyesidir.
Ülkeleri, siyasi ve iktisadi sistemleri veya ekonomik gelişme seviyeleriyle alakalı terimlerle değil, bunun yerine kültür ve medeniyetleriyle ilgili terimlerle gruplandırmak çok daha anlamlıdır.
Bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacak. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacak.
İnsanları değiştiren, her devrin insanına başka türlü tesir eden, dolayısıyla insanların şahıslarına değil, onların zamanlarına bağlı bulunan birtakım amillerden bahsetmemiz doğru olur.
-Erol Güngör
-Erol Güngör
Ayak takımı toplum hayatına yeni bir şekil vermek isteyince, barış ve düzen ihtiyacı ortaya çıkar ve baştakiler Türkiye’yi başka bir yönetime, demokratik olmayan bir yönetime dönüştürebilir.