İçeriğe geç

Masal Masal Matitas Kitap Alıntıları – Melek Özlem Sezer

Melek Özlem Sezer kitaplarından Masal Masal Matitas kitap alıntıları sizlerle…

Masal Masal Matitas Kitap Alıntıları

Adımımı attığım anda başka
bir bela daha! İşe bak sen arkadaş,
çakalın biri kafamı çalmış, kaçıyor.
Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı;
kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken
en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim,
girdiğim her işi başarırdım.
Deliyle dolaşan akıllının çilesi biter mi?
Anlayacağın bir hunisi eksik başında,
ama ondan akıllısını da boş yere arama!
Baş yüreğin eşliğinde düşünmezse,
zalim fikirlere kapılabilir.
“Hiç” çok şeyi tanımlar da, onu tanımlamak zordur.
Hiçlik duygusu içinde kayboluyorum.
Toprakları bol olsun ama bu adamlar
öldü mü, yaşıyor mu?
Adam sanki bir toz zerresiymiş de,
pencere açılınca uçup gidiverecekmiş.
Düştüm sanırken dalgın aklıyla
batağa saplanmış..
Ancak iyisini ayıklamak sabır işi.
Kurumuş bir ağaçtaki tek görkemli
meyveyi alır gibi
“Aslanlar kendi tarihçilerini yaratıncaya kadar, tarih avcıların tarihi olacaktır.”
İnsan bir işi başkalarına bedelsiz yaptıracağı fikrinden kurtulup, o işin gereğini yerine getirmeye karar verirse; o iş ertelenmez, yapılır.
Hastalanınca o kadar çok ziyaretçisi gelir ki, şaşırır bizimki. Meğer ne çokmuş seveni!
Yaşlı bir oduncu bir gün öyle bunalır ki, yükünü sırtından aşağı atıp yakarır:
– Yeter artık, bıktım bu sefil hayattan. Artık al canımı!
Der demez Azrail beliriverir önünde.
– Ne istiyorsun?
Bükülüverir yaşlı adamın dudağı:
– Odun denkleri sırtımdan düştü, yeniden sırtlanmama yardım eder misin?
–Dersimiz hayat bilgisi–
At ta guşa bakmış, niriye dimiş o da gıral garımı aldı diyince, at dimiş ki, bu gıralı öldürelim, benim de tayımı aldı biniyo.
Simorg: Mecaz olarak, edebiyatta, yerine getirilmesi güç vaatler ve kolay kolay ele geçmeyen şeyler için kullanılır.
“Aman bre şu göğün altında çeşit çeşit mahlukât yaşar.”
Kaderine razı olmayanlar için bazen başkalarının yaptığı kötülük, onu kendi iyilikleri için harcamaya fırsatmış.
Bir gün, bir baba oğul ve dede böyle bir yolculuğa çıkmış. İhtiyarı ormanda bırakmış dönerken, torun bir telaş geri koşmuş. Baba onu durdurmaya çalışmış. Ormana geri dönüp kızağı almak istiyormuş. Babasının elinden kurtulup “İyi ama kızak olmazsa, yaşlandığında seni ormana neyle götüreceğim?” demiş.
Yaşlılar iyice elden ayaktan düşüp iş yapamaz hale geldiklerinde, ormana götürülüp yırtıcı hayvanların insafına terk edilirmiş.
Buğdayı yetiştirmenin de, öğütmenin de, ama asıl o öğütülmüş buğday ekmek olduğunda onu paylaşmanın da zor olduğu bir zamanmış bu.
Ne demeli, ne demeli? Ne işitmeli de ne cevap vermeli? İyisi mi yolundan eminse, kulaklarını arada kapatmalı kendini bilen kişi.
İster sanat felsefesi de, ister ekonomi dersi,
kumaşını ele geçirdi mi kırk gömlek diker bu masaldan usta terzi
Kurdun oyunları tak etmiş köpeğin canına, mesleki namusunu kurtarmak için kurdun inine ziyarete gitmiş.
– Seni anlamıyorum sanma kurt kardeş. Karnın acıkınca, sana yemek veren bir sahibin olmadığı için çareyi hırsızlıkta buluyorsun. Yine de doğrusu yakışmıyor sana kendinden küçükle uğraşmak. Senin gibi güçlü biri körpe kuzularla değil; aslanla, kaplanla savaşmalı.
Gülmüş kurt, demiş ki:
– Sevgili arkadaşım, biz seninle uzaktan kuzen sayılırız ama çok da farklıyız. Sen kendinden güçlü birinin hizmetine girmiş, kendi gözünü bırakıp dünyayı onun gözüyle görür olmuşsun. Bense bağımsız yaşar, karşıma çıkan fırsatları ayrım yapmadan değerlendirerek hayatta kalırım. Dostum da bellidir, düşmanım da; hatta benim kime dost, kime düşman olduğum da. Örneğin koyunlar onların can düşmanı olduğumu bilir. Senin sahibinse onların dostu gibi görünür, yemek verir, barınacak yer verir, canı istediğinde de kesip yiyiverir. Daha da beteri satar onların canlarını, dünyada can satıp geçinmek kadar kötü şey var mı? Söyle bakalım, hangi düşman daha dürüst ve daha hayırlı?
Düşüne düşüne dönmüş çoban köpeği sürünün yanına. Şöyle bir bakmış koyunlara, hak vermiş kurda.
Kurdun gözü puslu mu?
Kötülüğü bile ince zekâ ve tutarlılık taşır tilkinin. Kendini savunmaya görsün; artık çaldığı tavuğu değil, kendinin kim olduğunu düşünürsün. Ama kurt öyle mi? Lafı, yumruğu çakmak gibidir. Tilkiye özenip insanın içinde sinsi sinsi dolanmaz. Gördüğü anda ne istediğine karar verir. Hemen alır, hemen de gider. Onunla tartışmaya kalkma sakın.
Sanırım hayvanların tek kralı sanıyorsunuz kendinizi. Oysa sizdeki yürek benimkinin yanına bile yaklaşamaz. Bilir bunu benimle bir kez karşılaşanlar. İsterseniz birlikte yürüyelim, şu köyden geçelim. Eğer insanlar, olur a beni görüp de korkmazlarsa, vallahi hiç düşünmem ben atarım kendimi sizin ağzınıza! Olacak şey değil ama yenilmiş kaplan merakına. Tilki önde, kaplan arkada girmişler köye. Uzaktan kaplanı gören köylüler, korkudan tabanları alev almış gibi telaşla kaçışmış. Böylece tilki iddiayı kazanmış. Kaplan, insanların korkup kaçtıklarını görmesine görmüş, ama fark edemediği bir şey varmış: Tilki insanları kaçırırken, onun ürkütücülüğünden yararlanmış.
Kız suya, oğlan kızın peşine düşmüş
Tilki çıkışa yönelmiş ama bir yandan da ejderhaya laf yetiştirmeden edememiş.
– Benim sizin gibi ne çokça altınım var, ne çokça başım. Yedi tane kafanızda kaç tane beyin var bilemem tabii ama ben şu tek kafamdaki tek beyinle diyebilirim ki, sizin kadar budala birini görmedim. Tutmuş kendinizi bir hazineye tutsak etmişsiniz. Dilerim, güneş görmeye görmeye erir kemikleriniz.
Eğlenmek hoştur ama zalimle oyun oynayan, göbeğimi hoplattım sanırken aklını oynatır.
İnsan ancak gerçekle uzlaşırsa, ondan paçayı kurtarır.
Vay haline tilkiyle zekâ yarıştırmaya kalkanın!
Çok olur içinde derdi, eğlenmesini bilmeyenin.
Zaaflarda cirit atmayı meslek edinmiş masallar.
Gökten üç sini yemek düşmüş. Birinde kekik salatası, birinde kabak borani, birinde muhammara.
İyisi mi sen daha fazla konuşma.
Benim bildiğim şairler fakir olur, ama bu uyanığın biriymiş.
Kaplumbağa, istesem senden hızlı koşarım diye böbürlenmiş de antilop kahkahadan kırılmış.
– Duaların senin olsun. O dualar ki ne yenir, ne içilir.
Olacak şey mi ama olmuş işte, bir kıl girmiş padişahın pek değerli mücevherinin içine. Padişah mücevheri kırmadan içindeki kılı çıkarabilene eşsiz ödüller verecekmiş. Bunu duyan böceğin biri gelmiş “Beni kırk gün bu mücevherle aynı yere koyun, kırk gün sonra kılı çıkarırım.” demiş. Kırk gün sonra bir de bakmışlar ki böcek mücevherdeki ışığı almış, kıl yerinde duruyor. Neden böyle yaptığını soranlara da “Ben alacağımı aldım.” demiş. Bu, Âşık Veysel’in pek sevdiği bir masal imiş.
İnsan çok acı bir olay yaşadığında, sevdiği birini yitirdiğinde ya da o ilişki kendiliğinden yitip gittiğinde, bir ismin anlamı değiştiğinde, çok sevilen bir beden ölümün kıyısına çekildiğinde kalbinde kırk tane mum yanarmış. Zamanla bu mumlar teker teker sönermiş. Alevle birlikte acı da azalırmış. Ama bir mum hep yanarmış. İyi ki de yanarmış. Çünkü o yaşadığımızın kanıtıymış
Şimdi gücün yetiyorsa birbirinden ayırır gibi bu sandıktaki kumu, suyu, taşı; ayıkla geçmişinden onca günahını!
Ve en önemli iş, iyilik yapmaktır. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin en önemli sebebi budur.
En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur. Zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez.
Doğru şeyi, doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim?
“Böyle karısı olana, düşman gerekmez.”
Delinin yanında akıllının çilesi bitmez vallah bitmez!
Her aşkın kısmeti kendindedir bana kalırsa.
Üç çeşit kadın vardır. Biri dert, ikincisi mihnet, üçüncüsü süs.
Derdi dermansız adam danışacağı bir akıllı aramaktaydı.
Kim işitecek beni?
Kadın “Beş paralık hiç!” demiş, yallah arkasına bir tekme atıp adamı göndermiş.
– Ne yapıyorsun?
– Hiç.
– Neyin var, niye suratın asık?
– Hiç.
– Sen nesin biliyor musun? Bir hiç!
– O kadar çalıştım çabaladım, hiçbir yere varamadım.
– Hiçlik duygusu içinde kayboluyorum.
– Sen hiç beni dinlemez misin?
Ne çok işe yarar şu hiç. Bir şeye cevap vermeye üşendiğimizde “Hiç” der geçeriz.
Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
İçim daralıyor, hele şöyle güzel bir masal anlatsana.
Yalnızca mutsuzluğuna kaftan biçmekti onunki.
Kalbi, dili, gözleri, niyeti bir olan adama nazlanmak olur mu?
Böyle bir dolmacık girmişken insanın aklına, başka iş yapabilir mi hiç?
Tencereciği koymuş karşısına, başlamış dolmacıkları sarmaya. Ama ne dolma, ne dolma!
Ovmuş ovalamış ki bunu, tencere değil ay parçası mübarek! Bir ışıl ışıl parlıyor ki sorma, sanırsın civan delikanlı görmüş genç kız gibi işveleniyor.
Ananın sinirleri çıkmış haliyle tepesine, damarları ata ata bağırmış kızına:
– A benim şapşal kızım, nerede yitti gitti aklın?
Binlerce yapma çiçeğin arasındaki tek gerçek çiçeği arayan Süleyman olmak mı zor, yoksa binlerce yapma çiçeğin arasındaki tek gerçek çiçek olmak mı?
Bu Leyla nasıl bir güzel ola ki!
Gökten üç elma düşmüş, düşsün üç elma daha
Bir gücü iyiye de kullanabilirsin, kötüye de.
“Önce biz çocuk muyuz, masal da neyin nesi dedik ama sonra hoşumuza gitti. Büyük olmamıza rağmen ” dedi dinleyiciler. “Büyük olmamıza rağmen” benim yıkmak için en çok uğraştığım yargılardan.
İnsan nasıl onu doğuran varlığa karşı yalan yanlış konuşmalara katlanamazsa, ben de o şiddette bir duygu yaşarım masala burun kıvrıldığında.
Masal tıpkı insan gibi; yaş aldıkça, hayatla farklı buluşmalar yaşadıkça kişiliği oturuyor.
“İkinci düşünceler daha iyidir.” demişti Euripides. Eğer bu doğruysa, masal en bereketli düşün eylemi olarak kabul edilmeli.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir