İçeriğe geç

Masa Dergisi – Sayı 47 Kitap Alıntıları – Masa Dergisi

Masa Dergisi kitaplarından Masa Dergisi – Sayı 47 kitap alıntıları sizlerle…

Masa Dergisi – Sayı 47 Kitap Alıntıları

Ölmemişti ama pek yaşıyor da sayılmazdı.
Bir arkadaş istiyorum. Benimle hiç konuşmadan beni tamamen anlayacak, benimle karşı karşıya saatlerce hiç durmadan oturabilecek bir arkadaş.
Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince, insan hayatın ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.
Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni,
Seni özlediğim içindir.
Yaşıyorsam, içimde umut varsa,
Yine seni özlediğim içindir.
~Ümit Yaşar Oğuzcan~
Ve çok kez sıyrılmak istiyor insan, etinden kemiğinden.
Tahammülü yok bir yüzün başka bir yüze.
Kaybolmak isteyen kalsın yerinde, bulmak isteyen düşsün yola.
Kendinden kaçamayacaksan hızlı koşmanın anlamı yok.
İnsanlar yanlış yola saptıklarında gerisin geriye kaçarlar. Oysa aynı yolu geriye yürümek, gülün dikenlerini tek tek kopartmak gibidir.
Aldığı sorumluluk kendini daha güçlü hissettirir sanıyordu, gördü ki zincirliyormuş bileğinden. İnandığı sevda özgürleştirir sanıyordu, gördü ki çalıyormuş gerçeğinden.
Büyük yeminler etmek kolay fakat vakti geldiğinde yerine getirmek zordu.
İçime attıklarım o kadar çok ki. Dedikleri doğru olabilir, biraz çok konuşuyorum gerçekten. Kimse sizi anlamayıp doğru düzgün anlatmayınca, kendinizi anlatmak ihtiyacı dizginlenemez oluyormuş meğer.
Nedir bize iyi gelen şehirler, kasabalar mı yoksa oraları bize anlamlı kılan sevdiklerimiz mi?
Oysa başkasına küçük bir sebepmiş gibi görünebilecek konular yüzünden de mutsuz hissedebiliriz. ”Saçmalama, üzülecek bir şey yok. ” diyenlerin anlayamadığı, bazen başkasının üzülecek bir şey yok zannettiği yerde, bizim için üzülecek çok şey olabilir.
Çünkü belki de mutsuzluğu bu denli yayan ve büyüten sebeplerden biridir; mutluluğun herkes için aynı şey zannedilmesi.
İnsan, bu düzen içerisinde, mutsuzluğu da mutluluk zannederek seçebilir.
Fark etmesi zor gelebilir ama aslında anlamdan yoksun mutluluklarla dolu etrafımız.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hayat, sen yılları son sürat geçerken; ben ters yöne gidiyorum.
Gitmek istiyorsun sen de değil mi?
Eskimeyen, eksiltmeyen günlere
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kim ne kadar melek olabilir ya da ne kadar uzun süre melek kalabilir ki bu kirli dünyada?
genellikle en büyük rakibin kendi zaafların, yaralı çocukluğun, karanlık geçmişindir.
Hangimizin kime ve neden aşık olduğuna, nasıl giyindiğine, nasıl göründüğüne, makyaj yapıp yapmadığına, saçını açıp açmadığına, zengin ve havalı olup olmadığına, tatillerde ailesiyle nerelere gittiğine, güçlü bir erkek ya da çekici bir kadın olmaya aday olup olmadığına vesair vesair takılmadan sevseydik birbirimizi.
Nereden öğreniyor çocuklar, gençler bu kötücül lafları? Kimin önyargılarıyla, korkularıyla, bilgisizlikleriyle saldırıyorlar birbirlerine. Ortak bir ergenlik sancısından geçerken nasıl ayrılıyorlar birbirlerinden? Neden sınırlar çiziyorlar; ”Sen şöylesin! Sen böylesin! ” diye. Neden kelimeleri tuğlalar gibi diziyorlar aralarına?
Küçük şeylerin değerini de onların en büyük zenginlik olduğunu da biliyorum. Öyle ki bunların değerini bilmek, gün geliyor zor zamanlarda sizin en büyük kurtarıcınız oluyor!
Dışarıdaki şeylerin bizi yönettiğini ve seçim yaptığımızı sanırken, aslında manipule olmuş halde arzularımızdan oluşan bir esarette yaşamayı değil. Yani sahip olmayı, sahip olarak yaşama enerjisini ve halini değil: Sadece olmayı -kendimiz olmayı ve kendimizi seçmeyi deneyimliyorduk.
Aslında bu dünyayı kirleten gerçek virüslerin biz olduğunu kavradık! Trafik gürültüsünden duyamadığımız kuş seslerini tekrar duyduk. Gitmeye üşendiğimiz parkların ve bahçelerin değerini anladık
Tacizcinin ünlüsü ünsüzü, okumuşu cahili, solcusu sağcısı olmaz. Taciz ya vardır ya da yoktur.
Bir insan diğer bir insana, bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş.
Deniz hâlâ orada, rüzgar hâlâ yelkenimize dolmak için sabırsız, ne zaman bilmiyorum ama inanın o gemilere bir gün binilecek.
Bu dünyadan her şey beklenir!
Okunmayı bekleyen birbirinden güzel kitaplarım ve sadece bunlarla mutlu olmayı bilen bir yapım var
Tahammülü yok bir yüzün başka bir yüze.
Doğaya zarar vermekten hiç çekinmeyen insanlar yüzünden her şey!
Saçmalama, üzülecek bir şey yok , diyenlerin anlayamadığı, bazen başkasının üzülecek bir şey yok zannettiği yerde, bizim için üzülecek çok şey olabilir.
Dedikleri doğru olabilir,biraz çok konuşuyorum gerçekten. Kimse sizi anlamayıp doğru düzgün anlatmayınca,kendinizi anlatmak ihtiyacı dizginlenemez oluyormuş meğer. Suspus olduğum günler gerilerde kaldı çok şükür…
Bana istenecek bir şey söyle,
uğruna can verilecek bir şey söyle,
hemen dört elle sarılayım.
Kapitalizmin vahşileşmesi ile zamanında Özal’ın da,”Ben zenginleri severim”demesi gibi Türkiye’nin tarihinden de gelen,bilinçaltına yerleşen söylemlerle “mutluluk paketleri”daha çok içselleştirildi diye düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi de tükettikçe mutlu olmak,tüketmeyen insanın derinleşen mutsuzluk hissi,zengin olmanın tek hedef olması”sevilmek”için koşul sayılması. İyi bir telefon almak,iyi bir eve sahip olmak,iyi bir arabaya binmek…”Sahip olmak”üzerinden çizilen maddi amaçlar ve mutluluklar,gerçekten sorgulanmaya değer. Tüketmedikçe mutsuzlaşan,kendi anlamını kaybeden insanların ise,durup düşünmesi gerekiyor:”Mutluluk benim belirlediğim bir şey mi yoksa başkalarının benim yerime belirlediği bir şey mi?”diye.
An gelir insana bir fırtına vurur,ipinden çözülemediği için alabora olurdu oracıkta.
Ve çok kez sıyrılmak istiyor insan, etinden kemiğinden.
Görkemli bir gün yaşanmıyor özlemle anlatabileceğim.
Yirmi birinci yüzyılda umut kabından ölüyor insan.
Tahammülü yok bir yüzün başka bir yüze.
Kendinden kaçamayacaksan hızlı koşmanın anlamı yok.
Fazla huzur adamı delirtir elbet. Böylesi boşluk, düşkün eder.
Yol aynıysa, son aynıdır; istediğin kadar tersten başla.
İnsanlar yanlış yola saptıklarında gerisin geriye kaçarlar. Oysa aynı yolu geriye yürümek, gülün dikenlerini tek tek kopartmak gibidir.
Geçmişi şimdi ile aynı cebe koymak herkesin harcı değildir. ama kendine bir kez vurmayı öğrenince insan, durmaz tüm inançları ringe sermeden.
Aldığı sorumluluk kendini daha güçlü hissettirir sanıyordu, gördü ki zincirliyormuş bileğinden. İnandığı sevda özgürleştirir sanıyordu, gördü ki çalıyormuş gerçeğinden.
İnsan, görmezden gelmelerin ustasıdır, ta ki ışıklar kapanana dek.
Ama bazen an gelir insana bir fırtına vurur, ipinden çözülemediği için alabora olurdu oracıkta. Bazen de terk ederdi gemiyi bir şafak vakti aniden.
İçime attıklarım o kadar çok ki. Dedikleri doğru olabilir, biraz çok konuşuyorum gerçekten. Kimse sizi anlamayıp doğru düzgün anlatmayınca, kendinizi anlatmak ihtiyacı dizginlenemez oluyormuş meğer.
Nedir bize iyi gelen şehirler, kasabalar mı yoksa oraları bize anlamlı kılan sevdiklerimiz mi?
Oysa bizler hep huzuru deniz kıyılarında, ormanlarda arıyoruz. Deniz kıyısında bir akşam üstü oturmak, herkese iyi gelir varsayıyoruz.
tek istediğim; mutsuzluğun kader sayılmadığı, talihsizliğin yazgı kabul edilmediği uzak yerlere gitmekti.
Mutluluğu ve mutsuzluğu toplumsal inanışlardan özgürleştirebilirsek, kendi mutluluğumuzu ve mutsuzluğumuzu net bir şekilde görebiliriz.
Oysa başkasına küçük bir sebepmiş gibi görünebilecek konular yüzünden de mutsuz hissedebiliriz. ”Saçmalama, üzülecek bir şey yok. ” diyenlerin anlayamadığı, bazen başkasının üzülecek bir şey yok zannettiği yerde, bizim için üzülecek çok şey olabilir.
Çünkü belki de mutsuzluğu bu denli yayan ve büyüten sebeplerden biridir; mutluluğun herkes için aynı şey zannedilmesi.
İnsan, bu düzen içerisinde, mutsuzluğu da mutluluk zannederek seçebilir.
Hayat, neden kırmızı ışıkta hiç durmuyorsun? Neden arka koltuktan fırlatıp seyret diyorsun, enkaz altında bıraktığın geçmişimi?..
Gitmek istiyorsun sen de değil mi?
Eskimeyen, eksiltmeyen günlere
Boynunu ayaz, gözkapaklarını bekleyişlerin dalgınlığı sarmışken gitmek istiyorsun Herkes ve her şey senden gitmeden önce
Kim ne kadar melek olabilir ya da ne kadar uzun süre melek kalabilir ki bu kirli dünyada?
genellikle en büyük rakibin kendi zaafların, yaralı çocukluğun, karanlık geçmişindir.
İçimden geçip giden özgürlükleri izliyorum.
Sesleri birbirimizden ayrılmak, birbirimizi aşağılamak, birbirimizden nefret etmek, birbirimize zarar vermek ve birbirimize zulmetmek için kullanmasaydık da şarkı söyleseydik.
Hangimizin kime ve neden aşık olduğuna, nasıl giyindiğine, nasıl göründüğüne, makyaj yapıp yapmadığına, saçını açıp açmadığına, zengin ve havalı olup olmadığına, tatillerde ailesiyle nerelere gittiğine, güçlü bir erkek ya da çekici bir kadın olmaya aday olup olmadığına vesair vesair takılmadan sevseydik birbirimizi.
Kendimizi her bir seçimimizle, her bir an bizler yaratıyoruz tekrar tekrar.
Sadece gerçeğe ve gerçek olana odaklanıyorduk şimdi. Kendi gerçeğimiz de buna dahildi elbette.
Ne için yaşıyorduk, nasıl yaşıyorduk? Biz kimdik, hayattaki amacımız neydi? Ne istiyorduk bu hayatta, ne yapıyorduk? Ne olmak istiyorduk aslında, ama gerçekte ne olmuştuk? Gerçekten o kadar önemli miydi tüm o sahtelikler, hırslar, kavgalar?
Doğaya zarar vermekten hiç çekinmeyen insanlar yüzünden her şey!
Sokakta gülünce, dik yürüyünce, yüksek sesle konuşunca, geç vakitte eve dönünce ”aranıyor! ” diye kızların hayatları karartılıyor.
Tacizcinin ünlüsü ünsüzü, okumuşu cahili, solcusu sağcısı olmaz. Taciz ya vardır ya da yoktur.
Türkiye’nin tarihsel gerçeklerini unutmamak lazım. Hep unutuyoruz, kendi tarihimizi merak da etmiyoruz. Yalan yanlış tarih bilgilerini de doğru zannediyoruz. Araştırmıyoruz, incelemiyoruz, soruşturmuyoruz. Sonra diyoruz ki, ”Ay bugünlere niye geldik? ” Niye geldik, bu yüzden geldik. Bugünlere durup dururken gelinmedi.
Tabii ki unuttuğum bir sürü detay var, önem vermediğim bazı şeyleri de hiç hatırlamam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir