İçeriğe geç

Marx’ın İnsan Anlayışı Kitap Alıntıları – Erich Fromm

Erich Fromm kitaplarından Marx’ın İnsan Anlayışı kitap alıntıları sizlerle…

Marx’ın İnsan Anlayışı Kitap Alıntıları

&“&”

Demek ki, ekonomi politik (iktisat siyaseti) ekolünün üretebildiği biricik ihtiyaç, para ihtiyacıdır. Olayı insan boyutuna indirgediğimizde karşımıza, malların (metaların) ve ihtiyaçların doğurduğu sorunlara hemen bir çare bulabilen, sürekli biçimde hesaplar yapan, insan dışı davranan, kurnaz, doğadan kopuk ve hayali arzularının esiri, adeta onların kölesi olan bir insan tipi çıkmaktadır.
Aslında insanları asıl engelleyen ve kendi gerçek ihtiyaçları ile onları oluşturan kökleri görmelerine set çeken şey, onların bilinçli düşünceleridir". Gerçek insani ihtiyaçların ve isteklerin farkına varabilmemiz için, yanlış bilinçlendirilmeden, doğru bilinçlenmeye adım atmak zorundayız. Bu da, gerçeği aklileştirip, saptırmak ve yönlendirmek yerine, gerçeğin tam gözüne bakmak ve onu dosdoğru anlamaya çalışmakla olabilir.
Oysa gerçekten içinde yaşadığımız bu dünyanın yanıltıcı bir dinsel görüntüden sıynlabilmesi için, insanların, üretme sürecindeki eylemleriyle, kendileri ve doğa arasındaki ilişkiyi tam olarak kavrayabilmeleri gerekir. Toplumsal yaşamın ya da diğer bir deyişle maddî üretim sürecinin değişebilmesi, ancak özgür bir biçimde bir araya gelmiş (toplumsallaşmış) olan insanlann, bu süreci bilinçli ve planlı bir biçimde kontrol etmeleriyle gerçekleşebilir. Ama böyle bir gelişme için, toplumun belirli bir maddî düzeye gelmiş olması gerekmektedir.
Böylelikle üretim biçimi, birey lerin kendilerini dışa vurdukları bir yaşam biçimi haline gelir. Burada bireyler, yaşamlarını dışa vurdukları (ya da ürettikleri) gibidirler. Yani bireylerin ne oldukları", onların "ne ürettikleri” ile ilgilidir. Bundan dolayı da bireylerin neyi ve nasıl ürettikleri çok önem kazanır. Demek oluyor ki, bireylerin ne oldukları, onların üretim faaliyetlerinin maddi şartlarına bağlı olmaktadır.
Gerçekten de Sovyet komünistleri ile reformist sosyalistler, kendilerini kapitalizmin düşmanları olarak görürlerken, komünizmi ya da sosyalizmi, kapitalist bir ruh içinde düşünmekteydiler. Onlar için sosyalizm, insani açıdan kapitalizmden farklı bir toplum düzeni değil de, işçi sınıfının daha yüksek bir sosyal düzeye getirildiği başka bir kapitalizm biçimidir.
Marx’in en önemli hedefi, insanları, ekonomik ihtiyaçlarının doğurduğu baskı ve bağımlılıktan kurtarmaktır. Bu türlü baskı ve bağımlılıklardan kurtulmayı başarabilmiş bir insan, içindeki gerçek benliği dışa vurabilecek ve kendisini gerçekleştirebilecektir.
Fromm, Marx’m düşüncesinin temelini ve onun sosyalizm anlayışının özünü: İnsanlann hepsinin aynı biçimde ücretlendi- rilmesi değil, kendine ve dünyaya yabancılaşmış olan insanlığın, bu yabancılaşmadan kurtulması ve kendi gerçek özüne dönerek, kendisini gerçekleştirmesi" olarak açıklar.
Ama Marx, yaklaştığı bu dinsel anlayısların da insanı kendine yabancılaştırdığını ve insanın gerçek ihtiyaçlarına cevap veremediğini gördüğü için, dinlere de karşı çıkar. Aslında Marx’ın Tanrı’ya karşı yürüttüğü mücadele, gerçekte Tanrı’ya karşı değil, insanların kendi kafalarında ürettikleri ve Tanrı niyeti ne tapındıkları putlara karşı yürütülmüş bir mücadeledir. Buna bir örnek olarak henüz genç yaşlarda, Marx’ın öğrenimini bitirme tezine verdiği başlığı gösterebiliriz: Kitlelerin Tanrısı’nı reddedenler değil, asıl, kitlelerin düşüncelerini Tanrılar’a atfedenler Tanritanımaz’dır." (bkz. MEW Erg.)
Goethe, da ha sonra şöyle der (1893, c. 75; s. 59): Insanlar ancak dünyayı kavradıkları zaman kendilerini de kavramış olacaklardır. Çünkü insanlar dünyayı, yalnızca kendi içlerinde al gılayabilir ve bu dünyada ancak bu şekilde varolabilirler. Bu nedenle, dikkatlice incelediğimiz her bir nesne, içimizde yepyeni ufukların doğmasına yol açar." Goethe, insan üretkenliği ile ilgili en değerli görüşlerini, edebi bir kılıf içinde Faust’ta gözlerimizin önüne serer ve Faust’a şu kelimeleri söyletir: "Ne mal varlığı, ne iktidar, ne de duyumsal doyum, hayatın sırlarını çözme arzusunu tatmin etmeye yarar. Çünkü bunlar, insanı dünyadan ayırır, insanın dünyadan ayrı düşünmesine, dolayısıyla da mutsuz olmasına neden olur. Ancak üretken biçimde faal olan insanlar, hayatlarına bir anlam kazandırabilir ve mutlu olabilirler. Ama bu isteğe bile bir ihtiras olarak sarılmamak gerekir. Bu tür insanlar, "sahip olmak" hırsını terk eder ve olmak" duygusuyla dolup taşarlar. Onlar. içsel olarak tamamıyla boşaldıkları için dolmuşturlar, az şeye sahip oldukları için de artık çokturlar."
(yani, gerçek) insan, pasif ve alıcı biçim de değil de, ancak aktif olup dünya ile bu- tünsel bir ilişkiye geçerek kendini bulur, bilir ve bir insan (yani, kendisi) olur.

Hegel bu görüşünü biraz da edebî bir biçimde şu şekilde dile getirmiştir: Belirli bir içeriği ya da belirli bir olguyu gerçekleştirme arzusundaki bir özne, kendisini, olasılıkların karanlığından, gerçekliğin aydınlığına taşı- malıdır" Hegel için bütün bireysel güçlerin, becerilerin ve potansiyellerin geliştirilmesi, yalnızca sürekli bir faaliyet (etkinlik) içinde sağlanabilir. Asla kendinden vazgeçme ya da tembel bir kabul edicilik ile değil. Bu bağlam da Spinoza, Goethe, Hegel ve tabii ki, Marx

için bir insan, yalnızca üretken olduğu sürece canlı ve yalnızca kendi dışındaki dünyayı kavradığı, kendisinin tipik(doğal ve insani)güçleriyle bu dünyayı dışa vurduğu ve bu yolla dünyaya ayak uydurduğu sürece hayat doludur.

Marx’ın kapitalizme yönelttiği en önemli eleştiri, zenginliğin insanlar arasında adil olmayan bir biçimde dağıtılmış olması değil, çalışmayı zoraki, yabancılaşmış ve anlamsız bir çabalama haline getirerek, insanları “topal birer canavara” dönüştürmesidir.
dünyayı kavramak isteyen bir insan, ondan kopmak değil, onun bir parçası olmak durumundadır.
Zamanımızda her şey paranın bir kulu ve oyuncağı haline gelmiştir.
Sen ne kadar az olursan hayatını ne kadar az dışa vurursan o kadar çok şeye sahip olursun vazgeçtiğin hayatın o kadar çok olur..
Insanlar önce yarattığı putları yüceltir, sonra da onların emri altına girerek onlara mutlak boyun eğerler.
Gözleri var ama görmezler, kulakları var ama duymazlar…
Galiba günümüzde zor kullanmanın bir suç olup olmadığı, biraz da zorun kimin eliyle kullanıldığına bağlıdır.
Şöyle der Marx: “Yaygın Alman felsefesinde gökten yere doğru inmek, benim felsefemde ise yerden göğe yükselmek vardır.”
İnsan varlığını, insan bilincinin belirlediği iddiası doğru değildir. Doğru olan, insan bilincinin toplumsal yapı tarafından belirlenmiş olduğudur."
Marx’ın kapitalizmi eleştirmesindeki ana neden, kapitalizmin
para ve mal hırsını, insanları yönlendiren en büyük etken haline
getirmiş olmasıdır.

Ondan sonra Marx’ın, kalkıp bunun tersini savunması pek de düşünülemez.

İşte bundan dolayı Marx, yepyeni bir düzenin, yani sosyalizmin hayalini kurmuştur.

Onun inancına göre bu yeni düzende, para ve mal hırsının egemen rolü ortadan mutlaka kalkacaktır.

Marx ile çağdaşı olan 18. ve 19. Yüzyıl düşünürleri arasındaki en çarpıcı fark, Marx’ın kapitalizmi, insan doğasının kaçınılmaz bir sonucu olarak görmemesidir.
Marx’a göre kapitalist bir ekonomi, ana güdüleme
(motivasyon) aracı olarak parayı yaratmış ve nesnelere olan arzuyu körüklemiştir
Fransızlar’ın Cezayir’de; Trujillo’nun Santo Domingo’da; Franco’nun Ispanya’da uyguladığı terör ve insanlık dışı davranışlar, Stalin’inkilere benzer oldukları halde Batı dünyasında herhangi ahlâkî bir çalkalanmaya neden
olmamış, önemli bir eleştiriye bile yol açmamıştır.
Kendisinin doğanın hakimi haline geldiğini sanan yabancılaşmış insan, gerçekte nesnelerin ve durumların bir kölesi haline gelmiş, kendi gücünün cansız bir dışa vurumu olan bu dünyanın önemsiz bir kırıntısı niteliğini kazanmıştır.
Ancak üretken biçimde faal olan insanlar, hayatlarına bir anlam kazandırabilir ve mutlu olabilirler. Bu tür insanlar ‘sahip olmak’ hırsını terk eder ve ‘olmak’ duygusuyla dolup taşarlar
Ancak üretken biçimde faal olan insanlar, hayatlarına bir anlam kazandırabilir ve mutlu olabilirler. Bu tür insanlar ‘sahip olmak’ hırsını terk eder ve ‘olmak’ duygusuyla dolup taşarlar
İnsanlar ancak dünyayı kavradıkları zaman kendilerini de kavramış olacaklardır.
İnsanlar dünyayı, yalnızca kendi içlerinde algılayabilir ve bu dünyada ancak bu şekilde varolabilirler. Bu nedenle, dikkatlice incelediğimiz her bir nesne, içimizde yepyeni ufukların doğmasına yol açar.
İnsanın varlığını, insan bilincinin belirlediği iddiası doğru değildir. Doğru olan, insan bilincinin toplumsal yapı tarafından belirlenmiş olduğudur.
Çünkü evren boyutu ile bir olmak ve tüm insanlarla ortak frekansta titreşmek, olsa olsa haz, sevinç ve mutluluk gözyaşları getirir. Ama bunun için, önce herkesin birbiriyle ve evrenle bir bütün olduğunun farkına varması gerekiyor.
İnsanlar tarih denilen sürecin hem oyuncuları hemde yazarlarıdır
Para;
İnsanları kurnaz, doğallıktan uzak, içten pazarlıkçı ve başkalarını ezip geçmeyi hedefleyen, hatta yalancı olmaya itilen köleler haline getirmektedir..
Doğa kirleniyor, hava kirleniyor, denizler kirleniyor, doğal kay­naklar tükeniyor, savaşların ardı arkası kesilmiyor, açlıktan ölenler bitmiyor… Yaşayamaz hale geliyoruz.
Sahip olmacı ve ayrılıkçı anlayış, bizi kendi içimize kapatı­yor ve çevreden izole ediyor. Saklanıyoruz, gizleniyoruz, kendi dışımızdaki her şey, bize rakip ve düşman gibi.

Ama dünyanın şu anda böyle işliyor olması, tek gerçeklik bi­çiminin bu olduğu anlamına gelmez.

Öyle ya, benim her şeyi ken­dimde toplamam, başkalarının paylarını almam, gaspetmem ve ele geçirmem, (hele bu yasal bir toplumsal çerçevede gerçekle­şiyorsa) haktır". Oysa bu, tıpkı kanserli bir hücrenin davranışı­na benzer. O da yalnızca kendini düşünür, diğer hücrelerle "rekabet" eder, onların gıdalarına ve enerjilerine el koyar. Böylece büyür, gelişir ve irileşir. Ama yukarıdan bakan bir göz, bunun sağlıklı bir gelişme olmadığını, tam tersine bir felâketin haber­cisi olduğunu hemen görür. Çünkü, "bütün" açısından bakınca, beden kanserli hücrenin o bencil ve sahip olmacı tutumu yüzün­den zarar görmektedir. Ve o hücre, aslında kendi bindiği dalı kesmekte olduğunun farkında da değildir. Aynı sömürücü davranışı devam ederse, beden ölecek, böylece kendisi de yok ola­caktır.
Gözleri bar ama görmezler, kulakları var ama duymazlar…
Marx, “gerçekleşmesi mümkün olmayan” fikirlere karşı idi.
Aslında insanları asıl engelleyen ve kendi gerçek ihtiyaçları ile onları oluşturan kökleri görmelerine set çeken şey, onların “bilinçli düşünceleridir.” Gerçek insani ihtiyaçların ve isteklerin farkına varabilmemiz için yanlış bilinçlendirilmeden, doğru bilinçlenmeye adım atmak zorundayız. Bu da gerçeği aklileştirip saptırmak ve yönlendirmek yerine, gerçeğim tam gözüne bakmak ve onu dosdoğru anlamaya çalışmakla olabilir.
…bilinç, hiçbir zaman bilinçli bir varoluştan öteye gidemez. O halde insanın varoluşu, insanın gerçek yaşam sürecidir diyebiliriz.
Toplum, insanların gelişimlerini destekleyebildiği gibi aynı zamanda köstekleyebilmektedir de. İnsanın kendini tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi ve özgür kılabilmesi için bu toplumsal kösteklerden kurtulması ya da en azından kendini biçimleyen bu dinamiğin nasıl işlediğini anlaması gerekir.
– (…) Ancak, eğer ben bir hiçsem, nasıl erdemli olabilirim ki?
Ve eğer bilgili biri değilsem, nasıl olur da temiz bir vicdandan söz edebilir ve ona önem verebilirim?.."
Insan bireyselliğini mutlak bir insan olarak ispat ettiği zaman tam anlamıyla özgür olur. Bu da ancak içinde yaşadığı dünya ile görerek, duyarak, koklayarak, tadarak, hissederek ve düşünerek, bakarak duyumsayarak, isteyerek ve severek bir ilişkiye girdiğinde gerçekleşir
Sen ne kadar az olursan hayatını ne kadar az dışa vurursan o kadar çok şeye sahip olursun vazgeçtiğin hayatın o kadar çok olur
Özel mülkiyet denilen şey bizi o kadar köleleştirdi ki artık nesnenin bizim olabilmesi için mutlaka ona sahip olmamız gerektiğini düşünmeye başladık. Yani bir şeye benimdir diyebilmek için ya onun bizim kapitalimiz olması ya da bu nesneyi doğrudan sahiplenmemiz gerekmektedir.
Insanları kendi dışında bir nesnel dünyanın gerçek varlığına asıl inandıran şey ,sevgidir.
Marx’a göre insanın duyumları kaba ve hayvansı olmaları halinde sınırlı bir önem taşır. Örneğin açlıktan kıvranan birisi için yemeğin insani bir biçimi yoktur, yalnızca soyut bir yemek kavramı vardır. Onun amacı yalnızca ve nasıl olursa olsun mideyi doyurmaktır. Sorunlar içinde kıvranan bir insan için de dünyanın en güzel piyesi bile bir anlam ifade etmeyecektir.
Kadını toplumsal şehvetin bir kurbanı ya da bir kölesi olarak gördüğümüz takdirde, insanın uğrunda canını verdiği yüce şeyleri sonsuz biçimde aşağılamış oluruz. Çünkü erkek ile kadın arasındaki ilişkinin gizemi, bunun bir kadınla bir erkek arasındaki en kararlı ve en belirgin ilişkinin dışa vurması olmasında gizlidir.
Zor kullanmak yeni bir topluma Gebe olan eskimiş Bir toplumun ebesi gibidir
Dil, insan bilinci kadar eskidir çğnkğ dil pratik olarak var olan gerçek bir bilinçliliktir. dil de tıpkı bilinç gibi diğer insanlarla iletişim kurma zorunluluğundan doğar. Bilinç, iletişim ve davranışın bir sonucudur.
Insanlar , davranışlarının altında yatan ve onları bir davranışa iten asıl nedenleri görememekte ya da bunun bilincine erişilememektedir. Freud bunun nedenini Libido kökenli arzularda ararken, Marx bunu insanın bilincini belirli yönlere yönelten bir çok olgu ve tecrübeyi kavramasını, farkına varmasını önleyen toplumsal örgütlenme bütünü ile açıklar
insan varlığını, insan bilincinin belirlediği iddiası doğru değildir. Doğru olan insan bilincinin toplumsal yapı tarafından belirlenmiş olduğu dur
İnsanları, insanların kendi görüşlerine göre değerlendiremediğimiz gibi bir değişim dönemini de kendi ideolojisine göre değerlendiremeyiz.
Insanlar tarih denilen sürecin hem oyuncuların hem yazarlarıdır.
Marx’ın en önemli hedefi insanları ekonomik ihtiyaçların doğurduğu baskı ile bağımlılıktan kurtarmaktır
Marx &‘a göre : insanları yöneten ve onları belli davranışlara iten dürtüleri sağlayan nedenler, para, kar ve refah arzusudur. En yüksek kara ulaşmak, insanların en önemli yaşam motifidir ve birayin ruhsal ihtiyaçları hiçbir deper taşımaz der ama yanlıştır. Aslında marx insanın bağımsızlığı ekonomik kalıplardan ve belirlenmişliklerden kurtulması ve bir insan olmanın, onuru ile bütünselliği yeniden kazanmalıdır.
insanlar ancak dünyayı kavradıklari zaman,kendilerini de kavramış olacaklardır.
Özel mülkiyet, sahip olmayı ve onun sınırsızca kullanımını, hayatı sürdürmenin bir gereği olarak ele alsa ve öyle sunsa da, aslında özel mülkiyet bizim kulumuz değil tam tersine biz onun bir kulu ve kölesi haline gelmekteyiz. Böylece hayat, emeğin kapitalleşmesi haline dönüşmektedir. Bu arada bütün fiziksel ve ruhsal duyumların yerini, bunların kaba bir yabancılaştırılması olan ‘sahip olma duygusu’ almaktadır. Ne yazık ki, çağımız insanları içlerindeki zenginliği ortaya çıkarabilmek istediklerinde kendilerini mutlak bir fakirliğe indirgemek zorunda kalmaktadır.
Sosyalist bir toplumda en önemli öğe, bireyin; devlete, makineye veya bürokrasiye esir düşmemesidir.
“Bir şeyi gerçekten seviyorsam onun varlığını vazgeçilmez olarak görürüm. Gerçekten sevdiğim bu şeyin eksikliği ya da yokluğu bende o zaman bir eksiklik duygusu yaratır, bu nedenle de kişisel doğamın tamamlanmamış olduğunu düşünürüm.”
İnsanlık, korkulu bir bekleyişin içine girmiştir.
Ne kadar az isen, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan, o kadar çoksun demektir.
İlk başlarda makineler insanların güçsüz yönlerinin yerini almak ve onlara yaşamı kolaylaştırmak için geliştirildikleri halde şimdilerde insanlar makinelerin açıklarını kapatır hale gelmişlerdir.
Zamanımızda her şey paranın bir kulu ve oyuncağı haline gelmiştir.
Evren bir bütündür.Herkes ve her sey birbirine bağlıdir ve mecburdur.Birinin basarısı ya da yanlışı,tüm evrenin(yani,sistemin)başarisi ya da yanlişi demektir.
Sahip olmacı ve ayrilikçi anlayiş,bizi kendi içimize kapatıyor ve çevreden izole ediyor.
Kendimizi ve birbirimizi bir rakip ya da düşman gibi değil,bir kardeş gibi görmemiz gerekiyor.
Sosyalizm, hayatın yalnızca dolu dizgin yaşanması değil; hayatı, insan varlığının hedefi haline getirecek koşulların hazırlanmasıdır.
Marx’ın Tanrı’ya karşı yürüttüğü mücadele, gerçekte, Tanrı’ya karşı değil, insanların kendi kafalarında ürettikleri ve Tanrı niyetine tapındıkları putlara karşı yürütülmüş bir mücadeledir.
Kapitalistler, en saçma fikirleri bile karşısındakilere bir ihtiyaçmışçasına sunmakta, onların içindeki bazı hastalıklı arzuları" ortaya çıkarmakta ve bu insanların güçsüzlüklerinden faydalanarak, onlara bu ihtiyacı satmakta, sonra da bu hizmetinin ücretini, utanıp sıkılmadan talep etmektedirler.
Asıl ateistler, kitlelerin Tanrı’sını reddedenler değil, kitlelerin düşüncelerini Tanrı’lara atfedenlerdir.
İnsanlar yabancılaştıkça, sahip olma ve tüketme davranışları, dış dünya ile olan iletişimlerinin tek yolu haline dönüşmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir