İçeriğe geç

Manzaradan Parçalar Kitap Alıntıları – Orhan Pamuk

Orhan Pamuk kitaplarından Manzaradan Parçalar kitap alıntıları sizlerle…

Manzaradan Parçalar Kitap Alıntıları

&“&”

&”Her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar..&”
Yeni bir hayat, her zaman daha güzel bir manzaradır.
Büyük şair,içinden gelen sesi tanıyan,ona güvenen,kendine ve söyleyeceği sözün gücüne güvenen kişidir.İçimizden geleni dinlemeyi öğrendiğimiz anda ,ister şair olalım,ister romancı;şiirin,romanın olması gerektiği gibi,yazılması gerektiği gibi yazıldığını da hissederiz…
Ara Güler’in fotoğrafları insan ile manzaranın,geçmişin gücü ile günün rastlantısallığının aynı siyah-beyaz doku ve aynı karmaşık bütünün bir parçası olduğunu gösteren mükemmel şiirsel belgelerdir…
İyi okumak,insanın gözlerini ve mantığını bir metnin üzerinden ağır ağır ve dikkatle geçirmesi değil, metnin içine ruhunu da bütünüyle katabilmesidir…
Şimdi içimde,her adımımda hayatımın karışık ve zor bir kısmını geride bıraktığım duygusu var…Venedik haritasındaki yerimi aramıyorum artık.Ayaklarım beni gözlerimin istediği yerlere kendiliğinden götürüyor…
Başkalarının mutluluğu, herkes gibi beni de biraz mutsuz eder (…)
Topluluğun cemaatin hayal gücümü öldürdüğünü erken farkettim. Hayal gücümü çalıştırmak için yalnızlığın verdiği acıya ihtiyacım var.
Ay berbat bir hırsızdır
Solgun ateşini güneşten çalan
Hiçbir şey okumak yoktu aklımda: çünkü mutsuzluktan aklımı hiç bir şeye doğru dürüst veremiyordum.
Kendi kendimizi aşağılamanın zevkli rahatlatıcı olduğunu keşfettiğimiz zamanları hepimiz yaşamışızdır.
Hayali de olsa başka bir dünyaya bir süreliğine sığınıp sıradan dünyanın mutsuzluğundan kaçmak iyidir.
Cebinizde, çantanızda bir kitap taşımak, özellikle mutsuzluk zamanlarında cebinizde, çantanızda sizi mutlu edecek bir öteki dünya taşımak demektir.
Herkes yabancıdır İstanbul’da, bu yüzden de herkes yalnız.
İstanbul, bana kalabalık içinde bir yalnızlık olduğunu hatırlatır hep. Bitip tükenmeyen bir uğultunun içinde, yorgun insan sesleri ve nefesleri hissederim.
Ben ise iç huzurumu ancak daha çok bilgi edinmekle bulacağımı zannettim.
Son yüzyılda kitapları yasaklamak, yakmak, yazarları öldürmek, hapse atmak, onları vatan haini ilan edip sürgüne yollamak, basında hep bir ağızdan yazarları aşağılamak Türk kültürünü zenginleştirmedi, tam tersine fakirleştirdi.
Başkalarının mutluluğu, herkes gibi benide biraz mutsuz eder.
Benim futbol kahramanım, sakat olduğu halde, topallayarak son anda oyuna giren ve seksen dokuzuncu dakikada gol atarak takımı, milleti, herkesi kurtaran oyuncudur..
Hayatımın en lezzetli sandviçlerini futbol ve basketbol maçalarının oynandığı statların, spor salonlarının kapısında köfte ekmek ve sucuk ekmek pişiren seyyar satıcılardan alıp yendiğimi itiraf etmeliyim.
Herkes benim kadar düşünceli ve duyarlı olsaydı, hayat bambaşka olurdu.
Bilmiyorum. Bekliyorum. Bazan en iyisi unutmak, diyorum.
Ne kadar da umutsuzdur bazan hayat, ne kadar acımasız.
Her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar.
Hayatta onun kadar mutlu, rahat, tasasız ve güzel olamadığım için huzursuz olduğumu da hissederdim bazan.
-“Ben kitaplarımı, böyle bir kitap yazılsa da okusam duygusuyla yazıyorum.”
-“Edebiyatı kendi güzelliği için sevmeli, kendimi sanata hiçbir karşılık beklemeden bütünüyle vermeli ve üne, başarıya ve ucuz ilgiye sırtımı dönmeliydim.”
-“Yeni ve iyi edebiyatın , hayat hakkında hiç söylenmemiş parlak bir söz gibi , vazgeçilmez bir haber niteliği vardır ve bugün kitap okumaya beni en çok bağlayan şey de bu.”
-“Yıllar geçtikçe, edebiyatın işinin dünyayı hikaye etmekten çok, ‘dünyayı kelimelerle görmek’ olduğuna daha çok inanıyorum.”
-“Kitaplarla haşır neşir oldukça hayatın bir kısmını daha kaçırıyor, bunu anladıkça da kaçan hayattan intikam alır gibi kitap alıyordum.

***

-“Ama iyi okumak, insanın gözlerini ve mantığını bir metnin üzerinden ağır ağır ve dikkatle geçirmesi değil, metnin içine ruhunu da katabilmesidir. Bu yüzden hayatta sınırlı sayıda kitaba aşık oluruz.”

***

Cebinizde, çantanızda bir kitap taşımak, özellikle mutsuzluk zamanlarında cebinizde, çantanızda sizi mutlu edecek bir öteki dünya taşımak demektir."

Aşkın dile gelebileceği açık bir iletişim alanı olmayınca hepimiz aşkı bastırıyoruz ve hayal kuruyoruz, daha gözlemci oluyoruz.
Hangi unutulmuş hikayenin hangi anını canlandırıyoruz ? Biz kimiz ?
Başkalarının mutluluğu, herkes gibi beni de biraz mutsuz eder (…)
Hiçbir Osmanlı camii,Selimiye kadar bir şehre damgasını vurmamıştır.Öyle ki,tarihi binalarla tıkış tıkış dolu ve pitoresk Edirne şehri,bu caminin ve kubbesinin yanında olduğundan daha küçük görünür.
Kitap adları kafamızda tıpkı insan adları gibidir: Bir kitabı milyonlarca benzeri içinden ayırmaya yararlar. Kitap kapakları ise insan yüzlerine benzer: Ya yaşadığımız bir mutluluğu bize bütün gücüyle hatırlatır ya da hiç bilmediğimiz mutlu bir alemi vaat ederler. Bu yüzden kitap kapaklarına insan yüzlerine bakar gibi tutkuyla bakarız.
Kitap adları kafamızda tıpkı insan adları gibidir: Bir kitabı milyonlarca benzeri içinden ayırmaya yararlar. Kitap kapakları ise insan yüzlerine benzer: Ya yaşadığımız bir mutluluğu bize bütün gücüyle hatırlatır ya da hiç bilmediğimiz mutlu bir alemi vaat ederler. Bu yüzden kitap kapaklarına insan yüzlerine bakar gibi tutkuyla bakarız.
Özellikle başta , kitaplarımın ilk çevrildiği yıllarda , aşk hakkında yazdığımda , insanlar Türklerin aşkı hakkında yazdığımı söylerlerdi.
Topluluğun , cemaatin hayal gücümü öldürdüğünü erken fark ettim. Hayal gücümü çalıştırmak için yalnızlığın verdiği acıya ihtiyacım oluyor var. O zaman mutlu oluyorum. Ama bir Türk olarak bir süre , topluluğun , evet cemaatin teselli edici şefkatine ihtiyacım oluyor , bu toplulukla bağımı koparmış olsam bile.
Tehlikeyi göze alanlar yeni bir şey meydana çıkarabilirler.
Okuyucuyu belli bir şeye hazırlayıp sonra onu şaşırtmayı seviyorum. Belki bu yüzden uzun cümleleri seviyorum.
Kitaplarınızın gelecekte bir etkisi olacağı inancı bu hayattan zevk almanızı sağlayan tek teselli.
Ama unutmayalım , Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadı.
Benim kuşağımın modern bir ulusal edebiyat icat etmesi gerektiğini anladım.
Bütün yasaklara , kurallara sonuna kadar boyun eğenler yeterince zeki , yaratıcı ya da karakter sahibi değilmiş gibi gelirdi bize.
Bir yandan , Türklerin Batılılar gibi soykırım yapmayacak , şefkatli bir millet olduğunu söylerken , bir yandan da bana ölüm tehditleri yollayan milliyetçi siyasi grupları nasıl anlamalıydım ?
Devlet hapsimi istediğine göre , en sonunda gerçek bir Türk yazarı olmayı başardığımı gülümseyerek söyleyenleri anlıyorum.
Dostoyevskici bir dürüstlük buhranına kapılmıştım.
Bazılarımız Batı’yı anlayabilir , bazılarımız Doğu’da yaşayanlara daha çok sevgi duyabilir , bazılarımız , benim gibi , her ikisini de aynı anda yapmaya çalışabilir ; ama bu bağlılıklar ve anlama isteği , hiçbir zaman düşünce özgürlüğüne saygıdan daha önce gelmemeli.
Eşi insanlık tarihinde görülmeyecek kadar vahşi ve aynı derecede de yaratıcı yöntemlere başvuran teröristleri besleyen şey , İslam ya da hatta doğrudan yoksulluğun kendisi değil , Üçüncü Dünya ülkelerini bir kanser gibi saran eziklik ve aşağılanmışlık duyguları.
Ama bütün bu ihtişam ve simetri endişesini hissettikten sonra caminin içine girince insan iç mekanın sadeliği ve saflığı karşısında şaşırır. Bu şaşkınlık ziyaretçiye Osmanlı cami mimarisinin sırrını da hissettirir : Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü ve zenginliğini , padişahların iz bırakma isteğini simgeleyen iddialı bir anıtsal dış görünüş ile Tanrı ile ilişkinin doğrudanlığı , Allah ile kul arasındaki yakınlığı hissettiren bir iç mekan sadeliği.
Hiçbir Osmanlı camii , Selimiye kadar bir şehre damgasını vurmamıştır.
Ressam bir orman resmi çizecekse , özenerek ve her birinin diğerinden farklı olduğunu hissederek tek tek bütün yaprakları çizmelidir diye düşünürüm.
Hükümdarlar resme bakıp deniz sansınlar diye resmetmiyorum ben. Denize bakanlar onu bir gün resim sansın diye resmediyorum."
Fatih’in ölümünden sonra tahta oturan oğlu 2. Bayezit , babasının portre zevkini ve hayat tarzını paylaşmıyordu , Bellini’nin yaptığı Fatih portresini İstanbul’da çarşıda sattırdı.
Rönesans’tan sonra Batı , Doğu’ya karşı üstünlüğünü önce savaşlarda değil , sanatta hissetti.
Ama yüzyıllar ve göçler , yenilgiler , felaketlerden sonra hikayeler unutuldu. Hikayeleri hatırlatsın diye yapılan resimler de dağıldı.
Ne yazık ki , ressamın kim olduğunu bilmeden bir resmi sevmeyi anlayamayacak insanların yaşadığı bir çağa aitsiniz.
Çünkü aşkın dile gelebileceği açık bir iletişim alanı olmayınca hepimiz aşkı bastırıyoruz ve hayal kuruyoruz , daha gözlemci oluyoruz.
Bütün toplumun kapalılığıyla , aşk ilişkisinin kapalı olması arasında bir ilişki var.
Müzelere bu arınma duygusu için gelinir. Ama karşımızdaki nesnelerin , şeylerin bize bu arınma duygusunu verecek kadar kutsal , güçlü , anlam dolu ve güzel olması da gerekir.
Eşyalarla duygusal ilişki fikrini duygusal müze düşüncesine dönüştüren ilk kişi , 1930 doğumlu Romen kökenli İsviçreli sanatçı Daniel Spoerri’dir. Gelişigüzel yenmiş bir yemekten kalan tabakları , bardakları , darmadağınık bir sofrayı masaya yapıştırarak bir sanat eseri yaratmasıyla , yemek sofrasının rastlantısal güzelliğini güzel bir resim düzeyine çıkarmasıyla ünlü olur Spoerri.
Tıpkı romanda , ailenin zengin kanadının kullanılmış eşyalarını , eski elbiselerini ailenin yoksul kanadındaki uzak akrabalara vermesi gibi , ben de kendi hayatımdan bilip tanıdığım , bende iz bırakmış eski eşyaları bulup romanımın kahramanlarına veriyordum.
Sabahın serinliğinde , dükkanlar daha yeni yeni açılır , fırınlardan ekmek ve simit kokuları gelir , hızlı hızlı yürüyen öğrenciler okullarına yetişirken , bu sokaklarda yürümekten çok zevk alırdım.
Romanımda anlattığım zenginlerin bir kısmını babamın , amcamların arkadaşlarından , bir kısmını kuzenlerim ve onların arkadaşlarından , bir kısmını da kendi lise arkadaşlarımdan ilhamla yazdım.
1950-70 arasında İstanbul’da pek çok evde ve dükkanda bir kanarya kafesi ya da akvaryum vardı , ama televizyon yayınının başlaması ve yaygınlaşmasıyla bunlar ortadan kalkmış , dahası bu yeni durum bize bu hayvanlarla ilişkimizin gözlerimizi oyalama isteğinden daha derin olmadığını öğretmişti.
1996 ile 1998 arasında , İstanbul’da , yarı siyasi yarı mizahi Öküz dergisine , her hafta yazılar yazdım , yazdıklarımı da içimden geldiği gibi resimledim.
Yaşadığım kayda değer deneyimlerin hepsinin romanlara sığmamasına bazan saflıkla şaşarım. Başkalarıyla paylaşmak istediğim hayat parçacıklarının , tuhaflıkların , içimden güçle ve mutlulukla gelen sözlerin bazıları bütün heyecan ve isteğime rağmen birer parça olarak kalırlar.
Bir zamanlar Rus konsolosluğu olan binayı geziyoruz. Çok eskiden bir Ermeni zenginin eviymiş burası. Sonra Rus işgal orduları girince Ermeni çıkartılmış , burası Rus askeri komutanının karargahı olmuş. Sonra Türklerin eline geçmiş. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Rusya’yla ticaret yapan bir Azeri zengin yerleşmiş. Sonra Sovyetler’e konsolosluk olarak kiralanmış. Sonra da şimdiki sahibinin ailesine geçmiş. Bize evi gezdiren iyi niyetli adam kirada oturmadıklarını , burasının kendilerinin olduğunu anlatıyor…
Bütün hayatı boyunca kendini bir ağacı çizmeye veren ressam , en sonunda o ağacı ilginç ve büyülü bir şekilde resmedebildiğinde , o ağacı kendi resim diliyle canlandırabildiğinde , resmin mutluluğunu içinde hissettiğinde dönüp son bir kere daha ağaca bakarsa içinde bir eziklik , bir ihanet duygusu hissedecektir…
Doğanın gücünü insanın etinde kemiğinde hissettiren , kızak kayan çocukları mutlu eden o beyazlık…
Kitaplarımda her zaman Doğu ile Batı diye bilinene dünyalar arasında bir uyum aradım.
Sorunlu bir ülkenin yazarı olmak , er ya da geç siyasi sorunlarla karşılaşmak demek.
Benden önceki kuşağın Türk yazarları fazla siyasiydiler , ahlaki olarak siyasetin fazla içindeydiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir