Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarından Mahur Beste Kitap Alıntıları sizlerle.
Mahur Beste Kitap Alıntıları
…Cahilsin; okur öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu bunun çaresi yoktur.
Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler.
…bu tek adam, bu otuz (82) milyona göz açtırmıyor. Bütün hayat hakkını gasp etmiş…
…Kimse itiraz edemez. Hepimiz onun nasıl bu memleketi yıktığını biliyoruz.
…Kimse itiraz edemez. Hepimiz onun nasıl bu memleketi yıktığını biliyoruz.
…makam hırsınız yüzünden memleketteki birliği bozuyorsunuz.
Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür..
Halbuki kitaplar, sevginin birleştirici bir şey olduğunu yazıyorlardı.
Sarayın etrafındaki beş on kişi hariç, ordu, memur, halk, herkes, onu düşünüyor. Onun fenalıklarını saya saya cezbeye geliyoruz.
Sefalet ömrün en acı tecrübesi olduğuna göre, onun fırınında pişmiş olanların bu kadarcık gurura hakları vardı..
Kitap unutulmaya razıdır, fakat kadın razı olmaz..
Bir tek şey anladım: Kitapla bu hayatın ayrılığı.
…okunmuş kitap bir servetti.
Açık havada ölmek, cam arkasında boğulmaktan daha iyidir.
Niçin gülmüştü? Bunu genç kadın da bilmiyordu. Belki de ağlayamadığı için gülmüştü.
Benim yüzüm, senin yüzün, babalarımızın yüzü. Yani hayatları tam olmayanların yüzü…
Kitaplar, iyi ciltlenince, birden bire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.
Kafesteki vahşi hayvanın av kokusu alarak dolaştığı ormanı hatırlaması gibi, o da kendisine ve sanatına tırnaklarının, pençelerinin bütün kuvvetini denemek imkanını verecek zamanı düşünüyordu..
Kendi kendinizi tanımağa başladıktan sonra beğenmemeniz kadar tabii ne olabilir?
Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı Allah’a yaklaştırır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın.
İnsan ömrü zavallı, çok zavallı bir şeydi.
İsmail Molla bu hadiseyi hiç unutmadı. Fakat bir kerecik bile Ata Molla’ya ondan bahsetmedi; aralarında gizli bir yara gibi daima kanadı durdu.
Herkes kendi tecrübesini kendi başına yapar ve beraberinde götürür.
Bu tek adam otuz milyona göz açtırmıyor. Bütün hayat hakkını gasp etmiş. Hepimiz onun bu memleketi nasıl yıktığını biliyoruz.
-Hele bir o gitsin de..(Aldülhamit)
-İşte tam onların ağzıyla konuştun. Hele bir o gitsin.. Hele bir sabah olsun.. Biz sanıyoruz ki bütün fenalıklar sadece ondandır. Halbuki değil; fenalık daha derin, daha köklü. Abdülhamit gibi bir ifriti doğuracak kadar büyük. İyice yerleşmiş. Abdülhamit nedir? Senin, benim gibi bir insan. Yalnız bizden biraz başka türlü. Aldülmecit’in oğlu olmayıp benim oğlum olsaydı hiç de fena adam olmazdı. Biraz vehimli, korkak. orta halli bir marangoz. titiz, dikkatli, küçük şeylerin üzerinde durmaktan hoşlanan
bir adam. Saraydan çıkar şu adamı, öyle orta halli bir eve koy;
muhakkak her akşam kalemden gelir gelmez soyunup dökünüp
mutfağa girecek, yahut da elinde keser, tahtaboş tamir edecekti.
terliklerini takkesini giymiş bir Abdülhamit bey… Rütbesine göre
beyefendi, yahut da saadetlü Abdülhamit paşa hazretleri..
-İşte tam onların ağzıyla konuştun. Hele bir o gitsin.. Hele bir sabah olsun.. Biz sanıyoruz ki bütün fenalıklar sadece ondandır. Halbuki değil; fenalık daha derin, daha köklü. Abdülhamit gibi bir ifriti doğuracak kadar büyük. İyice yerleşmiş. Abdülhamit nedir? Senin, benim gibi bir insan. Yalnız bizden biraz başka türlü. Aldülmecit’in oğlu olmayıp benim oğlum olsaydı hiç de fena adam olmazdı. Biraz vehimli, korkak. orta halli bir marangoz. titiz, dikkatli, küçük şeylerin üzerinde durmaktan hoşlanan
bir adam. Saraydan çıkar şu adamı, öyle orta halli bir eve koy;
muhakkak her akşam kalemden gelir gelmez soyunup dökünüp
mutfağa girecek, yahut da elinde keser, tahtaboş tamir edecekti.
terliklerini takkesini giymiş bir Abdülhamit bey… Rütbesine göre
beyefendi, yahut da saadetlü Abdülhamit paşa hazretleri..
Ah eski İstanbul! İçten içe kaynaşan hayatıyla, durmadan çarpışan ihtiraslarıyla, kin ve sevgileriyle, birdenbire coşan nefretleriyle, kaynayan sular gibi içten dönen ve derinleşen dolaplarıyla, daima kızdırılmış bir kaplan gibi atılmağa, parçalamağa hazır ocaklarıyla, tekkeleriyle, esnafıyla, o kadar parça parça, dağınık göründüğü halde istediği gün, sokakta, çarşıda, meydanda birdenbire birleşen, acayip ve korkunç bir mahluk gibi halka halka büyüyen, genişleyen, okyanuslar gibi homurdanan, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, devirip altüst eden, kadını erkeğini tamamlayan halkıyla her türlü canlılığın üstünde canlı şehir.
Sen cilt yapıyorsun, şiraze nedir bilirsin. Bizde insan şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığı zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımızda ayrı düşünüyoruz. Yığınlarca tezat içinde yaşıyoruz…
Yoksa kendisini bu kadar sevindiren ve eğlendiren şeylerden yarın sabaha veya daha uzak bir zamana hiçbir şey kalmayacağını; parmaklarının kurduğu hülyanın, bütün hülyalarımız gibi, zamanla küçük, manasız ve kırık şeyler olacağını bu küçük tecrübesiz ruh birdenbire anlamamış mıdır?
Onun için dünya ikiye ayrılıyordu. Halbuki kitaplar sevginin birleştirici bir şey olduğunu yazıyorlardı. Evet kitaplar ne derse desin, dünya ikiye ayrılıyordu: bir yanda annesi, kardeşi ve ona benzeyenler, bir yanda da bilerek veya bilmeyerek onların ıstırabına sebep olanlar vardı.
Behçet Bey, her şeye rağmen yaşıyordu ve yaşayacaktı. Ne olursa olsun, hayat güzel bir şeydi. Eski saatler bakılması, iyileştirilmesi lâzım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.
”Zaman” denen şeye inanır kendisine son kararını verdirecek birtakım tesadüfleri beklerdi. İradesinin üstünde yarın dediğimiz o sihirli imkan, onun verdiği hayat iştahı, onun içimizde yarattığı mucizeli iklim vardı.
Istırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kederdi, ikisinden de kaçınılamazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.
Herkes kendi tecrübesini kendi başına yapar ve beraberinde götürür. Allah’a çok şükür ki bu böyledir, yoksa insanlar birbirlerinin tecrübesinden faydalanacak olsalardı, yeryüzünde insan hayatı çoktan biterdi.
Eski saatler bakılması, iyileştirilmesi lazım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.
Siz kâinatın etrafınızda dönmesini istiyorsunuz. düşünmüyorsunuz ki hayat sizi mahrekinin dışına atmış. Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür.
Ona (Molla Bey’e) göre esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi, kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi.
Üstelik satrançtan da anlamıyordu. Bu da Ata Molla için mühim bir eksikti. O, iki büyük kızını damatlarını satrançta imtihan ederek evlendirmişti.
Ne şarka, ne garba, ne falana, feşmekana bağlıyım; bize bağlıyım. Hayata, yani ölmeyen bir şeye bağlıyım.
Fakat bu kadar güzel bir şeyin içinde onunla beraber tükenmek mukadderse bundan ne diye kaçmalıydı?
Ümmet hayatı dağılıp toplanan bir şeydir. Her dağılışın arkasından bir toplanış gelir.
Bir hayalden kurtulmak, onunla baş başa yaşanmış zamanın izlerini içimizden silmek değildir.
Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler.
Birden kazanmak iptilası onu birden kayıplara götürür, fakat hiç biri cesaretini kırmazdı.
Fakat o, etrafındakilerin kendi hakkındaki düşüncelerine aldırış etmemeyi öğrenmişti.
Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler.
Sevdiği kitaplarını oraya, yorganın içinde bir kenara toplar, sonra onlarla beraber, tıpkı oyuncağı ile beraber yatan ve onu kucaklamak için zaman zaman tatlı uykusundan uyanan bir çocuk gibi, onlarla koyun koyuna yatardı.
Behçet Bey, bütün ömrünce, yerinden kımıldamadan “Kaçmak, gitmek!” diye çırpınanlardandı.
Dua, ruhun Allah’la karşılaşmasıdır.