Ayfer Tunç kitaplarından Mağara Arkadaşları kitap alıntıları sizlerle…
Mağara Arkadaşları Kitap Alıntıları
Münakaşa etmek bir var oluştu. Tıpkı bankaya gidip sıra beklemek, muhtardan ikametgah senedi almak, karşıdan karşıya geçerken gençlerden yardım istemek gibi.
Eskiden bu kendinde de olurdu. Mâni olunamaz bir anlatmak ihtiyacı duyardı. Hayattayken kedisi Kalender’e anlatırdı uzun uzun.
.
İstiyordu ki, anlatmak istediği bu canlı anlasa da, anlamasa da dinlesin. Bilgiçlik taslamasın, ukalalık etmesin. Maalesef insanlarda bu sabır yoktu. Eşikte duran ve bir türlü içeri girmeyen ölümü; kaderine boyun eğmiş bir yüzün bütün hüznüyle bekleyen yaşlı bir adamın; muhtemelen boş, saçma ve bıkkınlık veren konuşmalarını dinleyecek sabırda birini bulmak mümkün değildi. Daha üçüncü cümlede dinleyenin dikkatinin dağıldığını, aklının bambaşka yere gittigini, esnemeye başladığını ve dinler gibi görünmeyi bile beceremediğini fark edince, bundan vazgeçmişti.
Yaşlı kadın, göz göze gelmeye korkar gibi bakışlarını odadaki yıllanmış eşyalarda dolaştırdı ve kendi kendine, Gençlik. dedi. Sabah çiyi sanki. Uyku mahmurluğundan kurtulup tam tadını çıkaracakken, geçiveriyor. Hakikaten öyleydi. Hiç yirmi yaşımda oldum mu ben? diye düşündü. “Ne zaman gördüm o çiyi? İçi acıyla doldu.
Unut bunları Sabahat dedim kendime. Katın var dedim, fayans kaplı mutfağın var, elektrikli şofbenin, Hereke halıların, cezven, şekerin, kahven, üç çocuğun var dedim. Kocan var, kocanın dostu var, kırmızı, sert, kabuklu ellerin de var ama olsun dedim. Yıllar var ki bir sabah, güneş doğarken şehirlerarası bir otobüsten inip mola yerinde, soğuk suyla yüzünü yıkamadın, bir çay içmedin, ürperip sırtına hırka almadın, yıllar var ki güzel bir söz duymadın gece yarısı, saçlarını sevmedin yıllardır, ama olsun dedim. Televizyonun var, önünde yaşanacak yılların var, çocuklarının mürüvvetleri var dedim. Kahve taştı, Suna Abla rahmetli, şaşırdı, kahveyi taşırdın Sabahat dedi. Taşırdım Suna Abla dedim. Sonra diziyi seyredip kahve içerken bunları unuttum.
Bir piyaz daha getirin bize, konuşacak çok şey var aramızda. Çok şiir, çok insan. Olmayan insanlar üstelik, belki de içinizde azar azar yaşayan, azar azar öldüğünüz..
Sisli ve soğuk bir İstanbul sabahını, şehrin bütün nemini kolonlarında duyarak, bütün gece uyumamış aşk kırgını bir kadın gibi yine de mağrur, hâlâ tepeden bakmaya çalışarak karşılarken, bu kesin sona karar verdi. Beklemenin bir manası yoktu.
İkinci Dünya Savaşı her zaman iyi bir malzeme, iyi bir sopa olmuştur. O savaşın şiddetine ve kan gölüne tanık olmuş hiç kimse, İkinci Dünya Savaşı’nı tekrar yaşamayı istemez. Oysa tarih, utanmaz bir sırnaşıktır, bugünün içine sızmak için fırsat kollar ve hatta geleceği bile hesap eder. Fitnecidir, ikna edicidir. Unutturur ve aynı şeyleri tekrar tekrar yaşatır. İkinci Dünya Savaşı artık 1939-1945 arasında yaşanmış bir gerçek olmaktan çıkmış, King Kong ya da Jaws gibi, kötü bir kahraman olmuştur. Artık herkes bu büyük ve kanlı savaşı, bir savaş olmaktan çok, bir film konusu gibi görmekte, Hitler ve Mussolini medya dünyasının birer yıldızı gibi parlamakta, onların başrolünü oynadıkları dizi filmlerin izlenme oranı -rating- yüksek olmaktadır. Hitler ve Mussolini ölmüş oldukları için telif ücreti talebinde bulunamamaktadırlar. Bu da yapımcıları çok sevindirmektedir. Bu savaş filmlerinin insanlığa en büyük etkisi, akıl almayacak vahşeti gözler önüne sererek, insanlığın oturdukları yerde oturup hallerine şükretmelerini, başlarında Hitler gibi bir deli olmadığını görerek, rahatlamalarını sağlamaktır. Dünyayı yöneten kimliksiz bir Hitler’in uzun ve kanlı ellerinin, başlarının üstünde gezindiğini fark etmelerine engel olan şey, Hitler’in filmler aracılığıyla kendilerine ulaştırılan görüntüsüdür. Ortada badem bıyıklı, saçlarını yandan ayırıp uzun kafasına yapıştıran bir Hitler olmadığı sürece, dünyanın gidişatından endişe etmek için erkendir.
Aydınların, sanatçıların, bilim adamlarının olmadığı bir dünya, yok olmaya, uygarlıklar çökmeye mahkûmdur.
Aşıklık.. En büyük yalnızlık.
Kaçamıyordu insan hayattan. Hiçbir biçimde kaçamıyordu. Mekanlar, eşyalar, insanlar sokaklar değişiyor ve insan kendinden, hayattan kaçamıyordu. Ya da ben yapamıyordum..
Bana kalırsa, insan için yaş diye bir şey yoktur. Yaş, hayatımızı meydana getiren münasebetlerden, hislerden hatıralardan ibaret mücerret bir laftır. Yaş meselesini ortaya atan biraz cemiyet, biraz da vücuttur. Bir düşünün, cemiyet insanın yaşına başına karışmasa, herkes hayatını böyle mi yaşar? Yahut aynalar, eş dost, basküller bize değiştiğimizi hatırlatmasa, ne diye giden gençliğimizin arkasından ağlayalım?
İçim kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi, kurudu, bükülü kaldı. Şimdi içimde dayanılmaz bir katılık var. Öldürdüler beni, içimi öldürdüler. O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime, içimden geçen şiirlere, gülmesinler diye kendimi gizledim. Ama onların dilleri uzundu. Yetiştiler ve beni yaşatan her şeyi, sökerek aldılar içimden bir bir. Beni öldürdüler. Şarkılar mı içimizde böylesine uğuldayan, sandal şarkıları, yosun şarkıları, su şarkıları. Şarkılar mı içimizde böylesine uğuldayan, sevda şarkıları, mehtap şarkıları, gül şarkıları
İnsan gerçekle yalan arası o incecik çizgide gezinirken, bir tıkırtı ya da bir ince ağlayışla, gerçeklerden tamamen kopup uzaklara gidebilir. O uzaklar ki, hep aynı yerde, aynı biçimde duran insanı, rüyalara taşıyan yolun adıdır. O yolda hep vehimler, yakıştırmalar, yanılsamalar en güzel halleriyle yaşanır. Gerçeklikte büründükleri rahatsız edici, kırıcı, yıpratıcı anlamlardan uzak olarak. O uzaklara gitmeden yaşamış insan, bence yaşamış sayılmamalıdır.
Kaçamıyordu insan hayattan. Hiçbir biçimde kaçamıyordu. Mekânlar, eşyalar, şehirler, sokaklar değişiyor ve insan kendinden, hayattan kaçamıyordu.
Oysa tarih, utanmaz bir sırnaşıktır, bugünün içine sızmak için fırsat kollar ve hatta geleceği bile hesap eder. Fitnecidir, ikna edicidir. Unutturur ve aynı şeyleri tekrar tekrar yaşatır.
Ve hayat belki de şu anda birilerine yeni, hiç tecrübe edilmemiş ve nasıl bir neticeye varacağı kestirilemeyen, yeni cilveler hazırlıyor. Bunu düşünmek bile hayat denen maceranın, hakikaten macera olduğuna inanmama kafi geliyor.
Sonra Peri vardı. Ah abla, bulamadım izini ! derdi. Beni bıraktı gitti. Hem gülerdim, hem acırdım haline. Gözleri deniz gibi hırçın Bilsem ki şu karlı dağların tepesindedir, böylece düşerdim dağın yoluna ! derdi, ince pazen elbisesini tutarak. Aşk dediğin nedir ki Peri? derdim. Geçer, gider Yüzüme bakardı Geçmiyor abla, derdi Benim başımdaki ateş geçmiyor.
Ne garip; insanın eşyaları da, hatıraları gibi yıllar boyunca birikiyor. Sonra bir yığın ayrıntı, ne bileyim, koltuklar, perdeler, karyola, kitaplık, çalar saat, çaydanlık, dantel örtüler, abajur, aynalı mektup kutusu tek tek kayboluyor. Ama hatırlar hep kalıyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Sonbahar dedi, dinlenmek için en iyi mevsimdir. Sakin, insansız..
Ama bildiğim şuydu, insanlarla içli dışlı olmak istemiyordum. Çünkü, insanlarla içli dışlı olunca, insanın içi dışı kalmazdı, onların olurdu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Oysa tarih, utanmaz bir sırnaşıktır, bugünün içine sızmak için fırsat kollar ve hatta geleceği bile hesap eder. Fitnecidir, ikna edicidir. Unutturur ve aynı şeyleri tekrar tekrar yaşatır.
İnsan bir kez yaşlanmaya görsün, seneler o kadar ucuzluyor ki.. On beşken, yirmi çok uzakta. Yirmiye geldiğinde de, on beş geçeli seneler olmuş. Otuz dendi miydi, kırk sanki daha yakın. Elliden sonrasını bırak.
İçim kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi, kurudu, bükülü kaldı..Şimdi içimde dayanılmaz bir katılık var. Öldürdüler beni abla, derdi. İçimi öldürdüler.
Şimdi kilitli bir kütüphanede durmadan tozlanan, hiç okunmamış bir kitap gibiyim.
Aşk öyle garip bir histir ki, aklı başında, makul bir insanın asla yapmayacağı şeyleri ancak bir âşık yapar.
İnsanlarla konuşmuyordu. Duvarlarla konuşamayacak kadar da kendindeydi.
Ve hayat belki de şu anda birilerine yeni, hiç tecrübe edilmemiş ve nasıl bir neticeye varacağı kestirilemeyen, yeni cilveler hazırlıyor. Bunu düşünmek bile hayat denen maceranın, hakikaten macera olduğuna inanmama kafi geliyor.
Hayat çok uzun bir yoldur, ne zaman biteceği bilinmeyen.
Ölümsüzlüğü bedava verseler almaya niyeti yoktu. Şu insanoğlu ne kadar akılsız, ne kadar aptal ve ruhsuz olmalıydı ki, asırlar boyu ölümsüzlüğün peşinden koşmuş, yüzlerce insan servetini, hayatını, aklını, her şeyini bu uğurda harcamıştı.
Ama bildiğim şuydu, insanlarla içli dışlı olmak istemiyordum. Çünkü, insanlarla içli dışlı olunca, insanın içi dışı kalmazdı, onların olurdu.
Analar tahtı yaparmış ama bahtı yapamazmış kızım, ben ne tahtını yaptım, ne bahtını, dedi.
Bütün gün evdeyim, bütün gün, bütün gece, bütün hafta, bütün sene.
İnsan bir kez yaşlanmaya görsün, seneler o kadar ucuzluyor ki On beşken, yirmi çok uzakta. Yirmiye gelindiğinde, on beş geçeli seneler olmuş. Otuz dendi miydi, kırk sanki daha yakın. Elliden sonrasını bırak. Yüz bile yakın artık
Sevgi bir yanılsamaydı.
Kırgın ve kederliydim.
Kaçamıyordu insan hayattan.
Sesler, her şeyi ele verirdi.
Aydınların, sanatçıların, bilim adamlarının olmadığı bir dünya, yok olmaya, uygarlıklar çökmeye mahkûmdur.
“Aydınların, sanatçıların, bilimadamlarının olmadığı bir dünya, yok olmaya, uygarlıklar çökmeye mahkûmdur”.
Hayatı hep aynı biçimde ve mutlu yaşayanlar; mutfaklarını ve odalarını hep derli toplu tutarlardı. Her şeyi yerli yerine koymaya özen gösterirlerdi, kolay olan hayatlarını, daha da kolaylaştırmak için.
Oysa bir hayatı hayat diye, sorgusuz sualsiz yaşayanlar için akşam saatlerinde böyle bir felaket ve sıkıntı karışımı duygu olmazdı.
Kaçamıyordu insan hayattan. Hiçbir biçimde kaçamıyordu. Mekanlar, eşyalar, şehirler, sokaklar değişiyor ve insan kendinden, hayattan kaçamıyordu.
Oysa tarih, utanmaz bir sırnaşıktır, bugünün içine sızmak için fırsat kollar ve hatta geleceği bile hesap eder. Fitnecidir, ikna edicidir. Unutturur ve aynı şeyleri tekrar yaşatır.
Kendimi unutmak isterken, alabildiğine dolu yaşanmış ve kırıklıklarla örülmüş bir hayatın içinde; hep ben olarak yaşamaktan yorulmuş bir halde; daha önce yaşamadığım bir sokakta, kötü bir apartman dairesinde, kendimi unutmak umurumda değildi. Bir mücadele içindeydim.
O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime, içimden geçen şiirlere, gülmesinler diye kendimi gizledim.
İçim kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi, kurudu, bükülü kaldı. Şimdi içimde dayanılmaz bir katılık var.
İnsanlarla içli dışlı olmak istemiyordum. Çünkü, insanlarla içli dışlı olunca, insanın içi dışı kalmazdı, onların olurdu.
Çok mu konuşuyorum? Başınızı ağrıtmıyorum inşallah. İsterseniz susayım da, uyuyun biraz.
İçi ölmüş bir insan, bir insanı nasıl öldürebilir?
Yalancı bir sevinci dışa vurmak için uğraşıyorduk hepimiz
Şimdi kilitli bir kütüphanede durmadan tozlanan, hiç okunmamış bir kitap gibiyim. Uzun ve sıkıcıyım. İçinde ne olduğunu kimse bilmiyor.
Sen ölünce ben öldüm biliyorsun.
Çok mu uzaktasın?
Çok mu uzun sürer, senin o beyaz ellerine ulaşmam?
Kaç yıl oldu sensiz soğuk ve boş odalar, soğuk yüzlü insanlar, gittikçe büyüyen bir yalnızlık
Pencere önünde unutulmuş, bir hevenk biber gibiyim, sen yoksun.
“Gençlik..” dedi. “Sabah çiyi sanki.
Uyku mahmurluğundan kurtulup tam tadını çıkaracakken, geçiveriyor..”
“Sebep sensin gönülde ihtilale..”
Neden böyleydi bu hayat?
Niye ayrı ayrı odalarda, aynı şeyi yapıyorduk biz?
Kaçamıyordu insan hayattan.
Hiçbir biçimde kaçamıyordu.
İçimde bir şeyler kırıldı, tuzla buz oldu
insanlarla içli dışlı olmak istemiyordum. Çünkü, insanlarla içli dışlı olunca, insanın içi dışı kalmazdı, onların olurdu.
Ve ben küçük bir çocuğun annesine küstüğü gibi küsmüştüm ona.
Ölümsüzlüğü bedava verseler almaya niyeti yoktu. Şu insanoğlu ne kadar akılsız, ne kadar aptal ve ruhsuz olmalıydı ki, asırlar boyu ölümsüzlüğün peşinden koşmuş, yüzlerce insan servetini, hayatını, aklını, her şeyini bu uğurda harcamıştı.
Dünyada hiçbir insan, birbirine dokunmaktan, aynı havayı solumaktan bizim kadar mutlu olmadı, öyle olmalı, öyle değil mi?
Sen ölünce ben öldüm biliyorsun. Geceler çok uzun. Geceler uzun da gündüzler kısa mı? Benim için artık hep gece.
neticede dünyadan göçerken yanımıza aldığımız bir kefen ve ruhî zenginliğimizdir. Hepsi budur.
Yahut aynalar, eş dost, basküller bize değiştiğimizi hatırlatmasa, ne diye giden gençliğimizin arkasından ağlayalım?
Hayat çok uzun bir yoldur, ne zaman biteceği bilinmeyen.
Bu insanların akıllarına ölüm gelmez mi?
Ölümsüzlüğü bedava verseler almaya niyeti yoktu. Şu insanoğlu ne kadar akılsız, ne kadar aptal ve ruhsuz olmalıydı ki, asırlar boyu ölümsüzlüğün peşinden koşmuş, yüzlerce insan servetini, hayatını, aklını,her şeyini bu uğurda harcamıştı.
İçi ölmüş bir insan, bir insanı nasıl öldürebilir?
O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime, içimden geçen
şiirlere, gülmesinler diye kendimi gizledim. Ama onların dilleri uzundu.Yetiştiler ve beni yaşatan her şeyi, sökerek aldılar içimden bir bir.
Elliye kadar seneleri saydım,sonra ucunu bıraktım. İnsan bir kez yaşlanmaya görsün, seneler o kadar ucuzluyor ki.. On beşken, yirmi çok uzakta. Yirmiye geldiğinde de, on beş geçeli seneler olmuş. Otuz dendi miydi, kırk sanki daha yakın. Elliden sonrasını bırak. Yüz bile yakın artık, değil mi ki dizlerim kıvrılırken acıyor,
sırtım bir türlü ısınmıyor? Tutun ki altmış oldum, belki de olmuşumdur.
Pencere önünde unutulmuş, bir hevenk biber gibiyim, sen yoksun. Kuruyum, acıyım, unutulmuşum. Toz tuttum, yıllardır el sürülmemiş kitaplar gibi. Sen ölünce ben öldüm biliyorsun. Belki de bilmiyorsun. Bu sana kaçıncı yazışım? Bu kaçıncı yazım kışım sensiz, bu kaçıncı soğuk yatak, karanlık oda, böcekli mutfak. Bu kaçıncı yokuş iniş çıkış rüzgarda, yorgun ve umutsuz. Kahveler tatsız, pastaneler sevgisiz, ev daima, ama daima soğuk, sesiz, ıssız. Koltuğun boş, kitapların sararmış, elbiselerin dolapta nemli. Bu kaçıncı yalnız fasıl. Bu kaçıncı acı rakı, lüzumsuz deniz, sıkıntılı lodos, ki sen lodosu severdin.
Ama bu suyu ben kirletmedim, ben tükürmedim hayatımın içine, ben sıska, korkulu doğdum, yani böyle.
Bunu illa da yapın diyerek haddimi aşacak değilim ama, içinizdeki nehirlere barikat kurmayın, bırakın aksın, lazım geliyorsa taşsın.