İçeriğe geç

Lüzumsuz Kadın Kitap Alıntıları – Rabih Alameddine

Rabih Alameddine kitaplarından Lüzumsuz Kadın kitap alıntıları sizlerle…

Lüzumsuz Kadın Kitap Alıntıları

‘ Neden uykunun iyileştirici gücüne en çok ihtiyaç duyduğumuz yaşlar uyumakta en zorlandığımız yaşlardır? ‘
“ Ben her zaman bir hayal kırıklığı olacağım, geçmişte, şimdi ve sonsuza kadar. ”
Bir süre sonra kendinizi korkuya karşı alıştırmakla, onu kabullenip dayanılır görmeye başlamakla kalmıyor, aynı zamanda sindiriyorsunuz da. Ben korkuyu sindirdim. Artık o bana aitti ve ben de ona. Birbirine sadık dostlar, korkum ve ben, kız kardeşler.
Ben her zaman bir hayal kırıklığı olacağım,
geçmişte, şimdi ve sonsuza kadar.
“ Bu mahalle bir tavşan yuvası; en azından tavşan yuvasını nasıl hayal ediyorsam öyle. ”
Tarih tekerrür etmez ancak kafiyelidir.
Belirsizlik rahatsız ediyor.
Yüzyıllarca İsa ilah şeklinde bir insan mı yoksa insan şeklinde bir ilah mı diye savaşlar verilmiştir.
İnanç ölüm saçar.
Sadece, başkalarının hayatına müdahale etmeden yaşamaya çalışıyorum ki başkaları da benim hayatıma müdahale etmesin.
Eğer yalnızlıktan korkuyorsanız evlenmeyin.
Tarih tekerrür etmez ancak kafiyelidir.
Varlığımın bahçesinin çevresine, değme sur duvarından daha ürkütücü, neredeyse göğü tutan parmaklıklar diktim, bu sayede başkalarını rahatça hem görüp hem dışlayabiliyor, birer yabancı olarak kalmalarını sağlıyorum.
Bu ifadeyi bir düşün
Lüzumlu insan nedir?
Eh, çoğu zaman, genel olarak insanlardan hoşlanmıyorum.
evden asla yanına bir şiir kitabı almadan çıkma
İnsan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz. Hiçbir nostalji, asla gerçekleşmemiş olan şeylere duyulan nostalji kadar acı vermez.
Sürekli kitap toplarım ve onları okunacaklar yığınına koyarım.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bu kadar çok okursan seninle kim evlenmek ister
Ah! Azizim, yalnız, tanrısız ve efendisiz kimse için günlerin yükü korkunçtur.
Olaylar çoğunlukla beklediğiniz gibi geliştiğinde kaderinizi kontrol edebildiğinizi daha mı çok hissedersiniz?
Gülmek en büyük birleştirici güçtür derler.
Beni darmadağın eden ve bunalımlara sürükleyen, olabileceğim o öteki kişiye duyduğum bu özlem işte.
Eh, hayat herkesi öldürüyor.
Belki de kitap okumak ve kitap yazmak insanın onurunu korumak için geriye kalan son savunmasıdır.
Akıl sağlığımı korumayı, üç aşağı beş yukarı akşam okumalarıma borçluyum.
Bugünlerde eğer karşıma bir bahçe çıkarsa ben de sevinçten çiçek açarım.
‘ Ben zararsızlığın vücut bulmuş haliyim. İnsanların beni sevmesini, benden hoşlanmalarını ya da bana karşı en ufak bir şey hissetmelerini beklemiyorum. Hiçbir zaman düşman edinecek kadar önemli biri olmak istemedim. Doğuştan utangaç biri olduğumu filan söylemeye çalışmıyorum ya da skandallar yaratacak kadar muhteşem kokulara sahip bir kaplan zambağına dönüşmek tutkusuyla yanıp tutuşan bir şebboy olduğumu iddia etmiyorum. Sadece, başkalarının hayatına müdahale etmeden yaşamaya çalışıyorum ki başkaları da benim hayatıma müdahale etmesin. ‘
‘ Tüyler ürpertici geleceğinizle aniden yüzyüze kaldığınızda duyduğunuz ıstırabı tarif edecek bir kelime olmalı, herhangi bir dilde. Bildiğim diller arasında aklıma hiç böyle bir kelime gelmiyor. ‘
‘ Kendimle saygın bir ilişki içinde varlığımı sürdürmeye niyetliysem ne kadar istesem de asla yapamayacağım bazı şeyler var hala. ‘
İşitilen melodiler tatlıdır, ama hiç işitilmemiş olanlar daha tatlıdır. diye yazmış Keats. İnsan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’ lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz.
‘ Ben, kozasından zorla çıkarılıp dünyanın haşin aydınlığı cev korkutucu fırtınaları içine atılan bir güveydim. ‘
‘ Neden müze bekçisi gibi olamıyorum ben de? Hep sabit kalan bir mutluluk içinde ve normal görünüyor – içinde yaşadığı dünyaya ait ve çok normal. ‘
‘Her geceyi karanlık odamda, gözkapaklarım yarı açık, sırtım kabarmayan yastıklara yaslanmış, anılarımla toplantı yaparak geçireceğim hiç aklıma gelmemişti yaşlılık planları yaptığım yıllarda.’
‘ Bu aralar başkalarının varlığı beynimi yakıyor. Ne düşünebiliyorum ne doğal davranabiliyorum ne de sadece olduğum gibi olabiliyorum. Bu aralar insanlardan kaçınıyorum, karşılık olarak, onlar da benden kaçınıyor. ‘
‘ Cama vuran yağmur yorgun anılarımı ve beni sadece bir nebze yatıştırabiliyor. Kulaklarım yağmurun patırtısıyla nemleniyor, zihnim serinliyor. ‘
Geçmişi hatırlasak da hatırlamasak da tekrar yaşamaya mahkumuz. Tekrarlar kaçınılmazdır. Nietzsche’ye sor (sonsuz geri dönüş) veya Hegel’e (tarih tekerrür eder) ya da James McCourt’a (tarih hıçkırık gibi yinelenir).

Ben daha çok Mark Twain’in sözünü seviyorum: Tarih tekerrür etmez ancak kafiyelidir.

Uyurken hepimiz çocuk oluruz.
İnsan hayatının bir sahneler dizisinden fazlası olması gerekmez mi?
Bu dünyada iki çeşit insan vardır: Beğenilmek isteyen insanlar ve beğenilmek için aslında çok büyük bir istek duydukları için hiç duymuyormuş gibi yapanlar.
Non fui, fui, non sum, non curo.
Yoktum, varım, olmayacağım, umurumda değil.
Roma mezarlarında rastlanan en yaygın cümle budur.
İnsan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz. Hiçbir nostalji, asla gerçekleşmemiş olan şeylere duyulan nostalji kadar acı vermez.
‘ İnsan geçmişle ilgili yazarken çizdiği her harfle yalan söyler, hatta kahrolası virgülle bile. ‘
‘ Ben hayattan kaçarken sanata yöneldim. Edebiyata sıvıştım. ‘
‘ İnsan, anlatılamayanı, sözcüklerin ötesinde olanı yetersiz kalan kelimelerle nasıl tasvir edebilir? ‘
Uzun zaman önce tüm benliğimi, kelimelere duyduğum kör bir tutkuya adadım. Edebiyat benim kum havuzum.
Neden uykunun iyileştirici gücüne en çok ihtiyaç duyduğumuz yaşlar uyumakta en zorlandığımız yaşlardır?
‘ Neden uykunun iyileştirici gücüne en çok ihtiyaç duyduğumuz yaşlar uyumakta en zorlandığımız yaşlardır? ‘
‘ Her geceyi karanlık odamda, gözkapaklarım yarı açık, sırtım kabarmayan yastıklara yaslanmış, anılarımla toplantı yaparak geçireceğim hiç aklıma gelmemişti yaşlılık planları yaptığım yıllarda. ‘
çoğumuz bizi biz yapan şeyin, verdiğimiz kararlar olduğuna inanırız. Olaylarla, etrafımızdaki insanların yaptığı seçimlerle şekillendiğini düşünürüz. Almadığımız kararların, gerçekleşebilecekken gerçekleşmemiş olan olayların ya da bu bağlamda seçeneklerin eksikliğinin de bizi şekillendirdiğini göz önünde bulundurmayız. ‘
“insan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz. hiçbir nostalji, asla gerçekleşmemiş olan şeylere duyulan nostalji kadar acı vermez.”
İşte,hayatım gözlerimin önünde yıkılıyor ve ben seyrediyorum.
Salın üzerime cehennemi.
Uyurken hepimiz çocuk oluruz.
Her kim kalem kılıçtan keskindir diyorsa bir tabancayla hiç burun buruna gelmemiş demektir.
Yalnızlık umudunu kırıyor ,yanımda birilerinin olması üzerime ağırlık yapıyor.
Beni hiç takmayan bu kargaşa evreninde bir toz zerresinden ibaret olmaya devam ediyorum.Bir tozdan,tanecikten fazlası değilim-tozdan toza.Fırtına birliklerinin postalları altında ezilen bir çimen sapıyım.
Hiçbir nostalji,asla gerçekleşmemiş olan şeylere duyulan nostalji kadar acı veremez.
Pilavınızın yanında kasvetli bir Wittgenstein da alır mıydınız?Ya da tatsız bir Schopenhauer?Hegel’den bir fincan metafor,belki?
Ah,insan denen et ve kanın acınacak kibri,
Görmüyor musun,zerre kadar önemin yok?
Nefes almak zor geliyor,tıpkı yaşamak gibi.
Adım Ozymandias, Krallar Kralıyım,
Ey yüce varlık,başardıklarımı gör de yan haline!
Gözleri dünyaya ilgiyle bakmayı uzun zaman önce bıraktı.
Umutlarla yatar,yalanlarla uyanırız.
Ölüm,insan yaşamının ölçüp biçilebileceği tek gözlem noktasıdır.
Belki de kitap okumak ve kitap yazmak insanın onurunu korumak için geriye kalan son savunmasıdır.
İnsan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’ lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz.
Hayatın artık yalnızca kabullenilmiş bir yenilgiler dizisine dönüştüğü o yaşa geldim — yaş ve yenilgi; sonuna kadar birbirine sadık kan kardeşler. Her sabah yaptığım gibi yataktan kalkmaya çabalıyorum. Dışarıda hâlâ gece, yatak odasındaki ahşap kepenklerin kısa çıtalarının arasından en ufak bir ışık girmiyor. Bir saat, hatta muhtemelen daha fazladır uyanığım. Ayaklarımı yatağın ucuna götürüyorum ve daha az çabayla doğrulmama yardımcı olacak halının üzerine indiriyorum. Ah. Uyuşmuş kolumu uzatıp, işlevini zar zor Sürdüren elli yıllık kalıntıyı, başucu lambamı açıyorum; kendi başıma aldığım ilk eşyalardan biri.
İşlevini zar zor sürdürüyor, benim gibi: Şişmiş kol bacaklar, eklem iltihabı, uyku bozukluğu, hem kabızlık hem de idrarım tutamama; yaşlanmakta olan uzak diyarların inişleri ve çıkışları. Sabahları, damarlarımdaki kan kaplumbağa hızında akıyor. Vücudum beni yüzüstü bırakıyor, zihnim de öyle. Vücudum işlev gösterdiğinde, bunu sanki benim isteklerimden bağımsızca yapıyor ve zihnim de o isteklerin ne olduklarım mütemadiyen unutuyor. Anahtarlarımı veya okuma gözlüklerimi nerede bıraktığım meselesinden bahsetmiyorum bile. Her gün yeni bir macera diyebilirim.
Tereddütle doğruluyorum, ayaklarımı yatağın yanındaki halıya koyuyorum; Hannah’dan gelmiş olan pek çok hediyenin ilki. Tuhaf bir seccade. Tepesinde, onu doğuya doğru serebileyim diye kıbleyi gösteren küçük bir kıble pusulası var. Pusula hâlâ doğuya dönük ama seccade değil. Kışın sabahlan ayaklarımı buz gibi yere basmamı önlüyor.
Dikkatlice ayağa kalkıyorum ve sırtımı esnetmek için öne uzanıp geriniyorum. Bel ağrısı özellikle yaşla ilgili olmayabilir —yıllardır hafif bel ağrılarıyla yaşıyorum. Değişen şey bağların karmaşıklığı: Gençlik yıllarımda sırt kaslarımı basit bir izbarço düğümü olarak hissederdim. Oysa bu sabah daha çok camadan ve dülger hissi veriyor. Evet, denizcilerin kullandığı düğümlerin bazılarım biliyorum ama hiç gemiye binmedim. Denizde geçen hikâyelere duyduğum sevginin tohumlarını Joseph Conrad’ın romanları atmıştı. Annie Proulx’un The Shipping News’ü , beni The Asilley Book of Knots’ı okumaya yönlendirmişti.
Ben okuyan biriyim. Evet, ben buyum; hayatı zehir eden sırt ağrılarından mustarip bir okur.
Kemiklerim sızladığında ya da sırtım isyan ettiğinde, çektiğim acının yıllarca vücudumu ihmal etmemin, hatta onu kibirle hor görmemin cezası olduğunu düşünüyorum. Gençken fiziksel varlığımı hep kınamıştım, şimdi de o beni kınıyor. Yaşlandıkça vücudum, dikkatimi hak eden öncelikler dizisindeki haklı yerini almak istiyor. Taleplerinde çıtayı, pastada hak ettiği dilimi yükseltiyor.
O zamanlar zihin vücuttan üstündü ama artık değil.
Aaliya, her şeyden yukarıda. Aaliya ayrılmış olan.
Aaliya, Aaliya, über alles.
Üzücü, üzücü, üzücü.
Yavaşça kapıya doğru yürüyorum. Muhtemelen yalpalayan bir masal cini gibi görünüyorumdur. Yatak odam, aynaları defettiğim, evdeki güvenli alanlardan biri. Helen Garner, kitaplarından birinde der ki, altmış yaşını geçmiş her kadın aynalara bakmadan yanından geçebilmeyi içgüdüsel olarak öğrenir. Bana kalırsa ayna bulundurma riskine girmeye bile gerek yok.
Elbette, yansımamdan kaçınarak Rilke’nin o güzide uyarısını da görmezden gelme hatasına düşmüş oluyorum:
Olsa da göldeki görüntü
bulanık çoğu zaman.
Aklında tut resmi.
Ne kadar güzel!
Birkaç dakika içinde, kaslarım ve eklemlerim biraz ısınınca daha zarif ya da daha az biçimsizce yürüyebileceğim.

Lüzumsuz Kadın, Rabih Alameddine

Şu koca dünyada hiç kimse benim kadar lüzumsuz değildi.
Edebiyat bana hayat veriyor, hayat beni öldürüyor.
Bu anılar – işte böyle anılarım, zamanın körelttiği acıları yeni baştan bilerler.
İnsan geçmişle ilgili yazarken çizdiği her harfle yalan söyler, hatta kahrolası virgülle bile.
Aslında düşününce, kendi kafasının dışındaki hiçbir şeyi pek fark etmezdi; o kadar doyumluydu, kendi içinde öyle bir bütündü, kendine o kadar yetiyordu.
Bireyselliğe böbürlenen insandan daha düzen adamı yoktur.
Geçmişimin giderek uzaklaşan derinliği bugünümü boğuyor.
İnsan hiçbir şeyin kaybını, ‘olabilirdi’lerin kaybı kadar derinden duyumsamaz. Hiçbir nostalji, asla gerçekleşmemiş olan şeylere duyulan nostalji kadar acı vermez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir