Kadir Mısıroğlu kitaplarından Lozan – Zafer mi, Hezimet mi? 1 kitap alıntıları sizlerle…
Lozan – Zafer mi, Hezimet mi? 1 Kitap Alıntıları
(Düşmana parça parça taarruz ettirmek suretiyle yok edilmiş bulunan bu alay hakkında M.Kemal Paşa diyor ki:
Elli Yedinci Alay – Meşhur bir alaydır. Çünkü hepsi şehid olmuştu. – Kumandanları )
Bu arada tarihte ender rastlanan bir hata ile İngilizler donanmalarından kendi bataryalarına şiddetli bir ateş açtılar. Birçokları yaralandı ve kalanlar da mütereddid bir sürette”! kaçmaya başladılar. İşte o zaman Türkler, eski mevzilerini yeniden işgal edebildiler.
-Balkanlar’ın aleyhimize birleşmeleri külliyen yalandır. Balkanlardan imanım kadar eminim! diyordu.
Vukuatın nihayet bir kaç ay sonra tekzip ettiği bu nazır hakkında nasıl bir hüküm vermek gerektiğini tayinden, insan adeta aciz kalmaktadır.
3 Temmuz 1910’da kabul ettikleri bir kanunla “nüfus ekseriyeti”ni esas alarak bu ihtilâflı yerleri onlar arasında paylaştırmış ve resmen devir ve teslim yapmışlardı. Hâlbuki Sultan Il. Abdülhamid Han’ın, bütün Balkanlar’da ırk, mezhep ve menfaat ayrılıklarından istifade ederek tâkip ettiği uyanık siyâset, onların anlaşmalarını dâima önlüyordu.
M. Kemal Paşa tarafından yapılmıştır.
Bilindiği üzere İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın Lozan’da on beş kilometre derinliğinde, her iki cihetten de “gayr-ı askeri” olması karalaştırılmıştı. On iki sene sonra, yani 1936’da bu durum, “Montrö Antlaşması” ile değiştirilmiş ve Boğazlar bugünkü statülerine kavuşturulmuştur. İkinci tâdil veya ihlâl ise, 1939’da “Hatay’ın ilhâkı”dır. Bu da M. Kemal Paşa tarafından başlatılmış ve O’nun vefatından az sonra gerçekleşmiş bir ihlâldir.
Yunanistan ise, Ege Adaları’nın, yine Lozan’da kabul edilmiş bulunan “silâhsız” olması keyfiyetini ihlâl etmiştir. Şöyle ki; önce bu adalarda -bizim da tasvibimizle Nato’ya âid askeri üsler kurulmuştur. Daha sonra NATO’dan çıkan Yunanistan, -yine bizim tasvibimizle yeniden NATO’ya girerken -bizim Ege Ordumuz gibi bu adaları hâriç tutarak oradaki askeri üsleri millileştirmiştir.
Bütün bunlar, tâdil veya ihlâl değil de nedir?! Hatta bunlara, bugün Kıbrıs’taki fiili durumu da eklemek lâzımdır. Gâliba Kuzey Kıbrıs’ın kaderi de -Rumların bir türlü uzlaşmak bilmeyen tutumları sebebi ile pek yakında Hatay gibi olacaktır! Üstelik İngilizler’in bu adayı kendi kaderine terk ederek çekilmelerini bile Lozan’ın tâdili süretinde telâkki etmek mümkündür!
Bu gerçekler muvâcehesinde Lozan Muâhedesi’nin bugüne kadar değişmeyip aynı kalabildiğini iddia etmek doğru olabilir mi?! Aslâ!.. O hâlde Lozan meddahlarının bu iddiaları da -ötekiler gibi yalan veya en azından yanlıştır!..
Lozan’da mâruz kalmış olduğumuz mânevi kayıplarımız için de durum aynıdır.
Hatta denilebilir ki, bu gibi tavizler, murahhas heyetimizce gönüllü olarak verilmiştir. Akıl hocaları Hahambaşı Hayim Nahum olunca, başka ne beklenebilirdi ki!
Şâyân-ı hayrettir ki, bu dâvâ edip istediği şu iki yer de – ileride izah edileceği üzere- O’nun belli başlı birkaç hatası sebebiyle kaybedilmiştir. Yine hayret edilecek bir husüstur ki; İsmet Paşa, Batı Trakya’yı Yunanlılardan kurtarıp Bulgarlar’a vermek için çalışmıştır. Sâhillerimize sekiz yüz metre mesâfedeki İstanköy Ada’sını talep etmezken Romanya’da Tuna Nehri içinde mevcud olan “Adakale” adındaki kuş gözü kadar bir ada için gereksiz ve mantıksız bir gayret sarfetmiştir.
Şöyle ki; Lozan müzâkerelerine âid zabıtnâmeleri baştan başa okuyanlar, hayretle görürler ki; Milli Misâk’a dâhil oldukları hâlde Batum, Batı Trakya, Ege Adaları, Antakya ve Halep aslâ talep edilmemiştir. Talep edilmeden, bu vatan topraklarının kurtarılıp kurtarılamayacağına hükmetmek için kâhin olmak gerektir!.. Demek oluyor ki; Bir hân-ı yağma (yağma sofrası) hâlinde paylaşılan imparatorluk topraklarından, mümkün olan kısmının kurtarılabildiği iddiası da Lozan zabıtları ve binnetice tarihi gerçekler muvâcehesinde propaganda maksadına bağlı bir yalandır.
Bu sebepledir ki, târihte hiçbir zaman istiklâlini kaybetmemiş olan bir milletin onu Lozan’da yeniden kazanmış olduğunu iddia etmek, hem târihi gerçekler ve hem de mantik önünde tutarlı değildir. Ülkemiz bir istilâya mâruz kalmış bu istilayı canhıraş bir mücadeleyle defetmiş bulunduğumuza nazaran, istiklâlimize karşı sadece bir tecavüz mevzubahistir.
Meselâ İtalya’nın Müttefikler safında harbe iştirâkinin şartlarını tespit eden gizli “Londra Antlaşması” (26 Nisan 1915);
Suriye, Kilikya ve Musul’a müteallik bulunan ve sonradan Çarlık Rusyası’nın da iltihak ettiği Fransız-İngiliz gizli anlaşması (Sykes-Picot, 16 Mayıs 1916);
Büyük Britanya, Fransa, Rusya ve İtalya arasında akdolunan ve İtalya’ya İzmir bölgesini vaadeden “St. Jean de Maurienne Anlaşması” (Nisan 1917) gibi.
Bkz. Mustafa Kemal paşa- Nutuk, Ankara 1927 sh. 427 vd. Bkz. BELGELERLE TÜRK TARİHİ DERGİSİ s.34,Temmuz 1970,İstanbul
Dr. Rıza Nur
Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan çemberine alınmış, iktisadi kaynaklarından mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayri tabii hudutların çizildiği küçük bir Türkiye’dir
Bakınız, kısa bir vakfeden sonra, elinde bir tomar kâğıt olduğu hâlde ayağa kalkan Klamenso ne diyordu:
«—Efendiler! Siz de harbe sebepsiz girdiniz. Çanakkale’yi yıllarca kapattınız. Muhârebenin dört sene uzamasına, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdiniz!.. Bundan dolayı, bugün size teklif etmekte olduğumuz muâhede şartları çok ağırdır. İçindeki maddeleri aslâ müzâkere ve kat’iyyen münâkaşa etmeyeceğiz. Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz!
Küll hâlinde ve aynen -birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra kabul eylemenizi istiyoruz.
-» Klamenso’nun bu sözlerinden sonra muâhede metnini, daha doğrusu idam hükmümüzü hâvi dosyayı bize uzattılar.
Tevfik Paşa ayağa kalktı, verilen bir deste kâğıdı eline aldı. Fakat zavallının zaten titrek olan vücudu zangır zangır titremeye başlamıştı.
Hakikaten İnönü ve partisinin çok partili hayata geçtğimiz günden beri girdiği her seçimi kaybetmiş olması, bu gerçeği doğrulayan bir vâkıadır. Buna göre, CHP’ye verilmeyen her rey, Kemalist inkılâplara bir veto demektir. Bu neticeyı, büyük halk kitlesinin, her türlü ifsad edici telkine rağmen bir takım sözde okumuşlar derecesindeyanıltılamamış olmasına borçluyuz. Gerçekten Türk umümi efkârı, fevkalâde hâllerde çok kere hislerine tercüman olacak dirâyetli bir “baş” bulamadığından, gerekli aksülâmeli gösterememişse de hiç olmazsa “isâbetli teşhis” ve “pasif mukavemet” ile zararı bertaraf etmeye ve böylece maddi ve mânevi varlığını korumaya çalışmıştır.
(Amerika’nın yerli halkına karşı Yaptıklarını) hem bir din adamı (papaz) hem de bir görgü şâhidi olan birinin Türkçe’ye de çevrilmiş olan eserini tavsiye etmek isteriz. Bu, Bartolomo de Las Casas isimli yazarın “Yerlikrin Gözyaşları” (Ankara, 2009) isimli eserdir. Bu kitapta:
“Bir gün adanın Hıristiyan vâlisi, altmış süvari ve üçyüz piyadeyle (aslında sadece bu kadar süvari bile hem bu adayı, hem de bütün kıtayı harabeye çevirmeye yeterdi) sarayın yakınına geldi. Üçyüz kadar yerli soyluyu yanına çağırdı ve kendilerine herhangi bir zarar vermeyeceğine söz vererek samandan yapılmış çok büyük bir yerli evine soktu. Sonra da evin kapısını kapatıp ateşe verdi. Evin içindeki soyluları diri diri yaktı. Alevlerden kurtulanları kılıç ve bıçak darbeleriyle öldürttü. Bu arada soylu olmayan sayısız yerliyi de kılıçtan geçirtti. Kraliçe Anacaona ‘ya ise ayrıcalık tanıyarak kendisini asmasına izin verdi.
Bu valinin askerleri bir ara yerde oturan çocuklara saldırıp bacaklarısı kesmeye başladılar. Birkaç İspanyol, ya hakikaten acıdıkları için ya da açgözlülüklerinden köle olarak kullanmak amacıyla bu çocuklardan bazılarını yakalayıp atının terkisine attı. Ancak başka Hıristiyanlar arkadan yaklaşıp bu çocukları mızrak darbeleriyle öldürdüler. Bu Hıristiyan vâli, bu insafsız katliâmdan sağ kurtulup 8 mil kadar uzaktaki adaya kaçan soybu yerlileri hayat boyu köleliğe mahküm etti. ” (Bkz: a.g.e., sh: 44 vd.)
Bu ve benzeri yüzlerce mezâlim hikâyesini okuduktan sonra geçmişleri böyle sâbıkalarla dolu olan Batılıların, biz Müslümanları ne cür’etle barbarlıkla itham ettiklerine şaşmamak kaabil midir?!
KAYNAKÇA:
(1)Bkz. M. Kemal PaşaNutuk, Ankara, 1927, sh: 403-404te de Sevr’den “Proje” tavsifi ile bahsedilmektedir. Hattâ İnönü bile Ulus Gazetesi’nde yayınlanan “Hâtırat”ında aynen bu tâbiri kullanmıştır. (BKZ. İnönü’nün Hatıraları, Ulus Gazetesi, 24 Temmuz 1968 tarihli nüsha.)
Bir avuç mâceraperest İttihatçının kısmen ihmal ve basiretsizliği ve kısmen de ihâneti ile güngörmüş yüce bir milletin -tâbiri câizse omurgasında feci bir kırılma olmuştur. Birinci Cihan Harbi’nin mânâsı budur. Lozan Muâhedenâmesi, Cihan Harbi’ni takib eden Milli Mücâdele’nin kazanılmış olması na rağmen bu kırıkları yanlış kaynatan bir tedâvi olmuştur. Bu sebeple siyâsi, içtimâi ve iktisâdi bünyenin ağrı ve sızılar! dinmemektedir.
Kadir MISIROĞLU
27 Ramazan 1390/ 26 Teşrinisani 1970
Serencebey/İstanbul
AÇIKLAMASI:
Burada böyle kısaca temas edilmiş olan bu mes’elenin tafsilâtı şudur: Kâzım Karabekir, 30 Ekim 1918 tarihinde “Mondros Mütarekesi”nin imzâlanışını anlattıktan sonra şöyle demektedir: “İstanbul’da ilk görüştüğüm İsmet’ti. 29 Teşrin-i sâni”de (Kasım’da) Zeyrek’te misafir olduğum birâderimin bahçesinde Çamlıcalara kadar uzanan geniş manzara içinde İtilâfın (İtilâf Devletleri’nin) bir yığın tekneleri ile sanki istihzâ eden muazzam Süleymaniye Câmii, karşımızda Türklüğün bir heykel vekarı gibi mağrur duruyordu. Pek eski ve pek samimi arkadaşım İsmet çok bedbindi:
“Gördün mü Kâzım? Herşey mahvoldu. Vaktile gördüğün gibi sürüklediler ve bitirdiler. Derdin ki; batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz. Fakat benim hiçbir ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kâzım! Köylü olalım. Askerlikten istifâ edelim. Senin kaç liran var. Birleşelim Kâzım Ağa, İsmet Ağa olalım. Çiftlikle hayatımızı sürükleyelim.
“İsmet ne söylüyorsun?!” dedim. “Zannediyor musun ki; bizi yaşatacaklar, Ermeni, Rumlar şarktan, garptan Türk’ü boğacaklardır. Bırak ki, benim bir tarla alacak param yok, fakat olsa da ayaklar altında zelilâne ölmektense, milletimizin bu kadar sene yediğimiz ekmeğini namuskârâne ölmekle ödemek daha çok yaraşmaz mı?!”
“-Kâzım ne diyorsun? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara İtilâf hâkim, bütün cenup hududları açık bir hâlde Asıl felâket, bizim içimizden Kâzım! Tasfiye yapacaklar, tasfiye! Anlıyor musun? Bugün harpte kazandığın paşalığı alacaklar; bir, belki de iki rütbe kaybedeceksin. Artık bize her şey düşman Ben çok düşündüm. Neyimiz varsa birleştiririz, ne mümkünse alırız. Kâzım Ağa, İsmet Ağa Ben başka türlüsünü göremiyorum, Kâzım. Sen de bir iyi düşün!”
“İsmet, ben kararımı vermiş bulunuyorum. Bütün bu şeyleri vaktile Çanakkale’den içeri sokmamıştık. Nazarımda bostan korkuluğu gibi duruyorlar. Biz ölümü göze alınca hepsini yine dışarı atarız. Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense, yaşadığını görerek ölmek daha türkçe olur. Ben dün boğazdan gelirken ahdımı verdim. Tek bile kalsam veya tek dağ başı dahi kalsa uğraşmak!.. Silâhımı, üniformamı kimseye vermeyeceğim. Azim ve tedbir, her ümide yol açar. Vaziyeti sen de anlarsın!..”
“Kâzım, millete karşı mümkün olanı yapalım, fakat yapılamayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın!”
“-İsmet acele etme! Daha görüşürüz. Yalnız hepimizin İstanbul’a toplanması feci. Beni getirmemeliydiniz. Yapılacak ilk iş, ordularımızın başına gitmektir. Ne yap yap, beni bir kolorduya tâyın ettir. Anadolu’da olsun mümkünse kendi kolorduma Hepimiz buradan uzaklaşalım. Yoksa günün birinde toptan bir ihânete kurban gidersek her ümit mahvolur!..”
İşte Harbiye Nezâreti müsteşarlığı vazifesini son günlerde görmekte bulunan İsmet”le ilk temâsımız!..
Fakat pek çok teesüf ederimki , bu anda ne bu vazifeyi ifaya muktedir değilim. Bu imkanı bulamıyorum.
Efendiler ! Yanlız bu kadarda değil muhadaname dünkü imparatorluğun tasfiyesini ihtiva ediyor.
Filistin’den Musul hariç olmak üzere , Irak tan Suriye’den bütün Arabistan kıtasından el el çekmemizi tazammum ediyor
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkansızdır. Onlar, dinsel inançları gereği hem çok sabırlı hem de dirençli (mukavemetli) insanlardır. Gayet mağrur ve inançlıdırlar da. Bu özellikleri; dinlerine bağlılıkları ve kadere boyun eğmelerinin yanısıra, komutan ve büyüklerini sevip saymalarından ve onların buyruklarını sorgusuz sualsiz yerine getirmelerinden kaynaklanmaktadır.
“Zekidirler ve kendilerini olumlu yolda yönetecek reislere sahip oldukları sürece de çalışkandırlar. Gayet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat (yiğitlik) duyguları da, geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının güzelliğinden ileri gelmektedir.
“Türklerin önce itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını kopartmak, dinsel inançlarını yok etmek gerekir. Bunun en kısa yolu milli geleneklerine, maneviyatlarına uymayan harici fikirlere, hareketlere ve davranışlara alıştırmaktır.
“Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden sayısal olarak çok daha kudretli, kalabalık ve görünüşte egemen güçler önünde zafere götüren gerçek kudretleri sarsılacak ve onları maddi araçların üstünlüğüyle yıkmak mümkün olabilecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletini tarih sahnesinden silmek için savaş meydanlarında başarı yeterli değildir. Hatta salt bu yolda yürümek Türklerin haysiyet ve gururunu tahrik edeceğinden, durumu anlamalarına neden olacaktır.
“Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır
-Birinci Cihan Harbinin manası budur.
Lozan murahhası : Dr. Rıza Nur
A’raf 155
etmiş olan efrad ve akvâmın
hiçbirini unutma! Türkoğlu!
Unutma!. Ve afv etme!.“
Süleyman Nazif
Venizelos, Türk murahhas heyetinin taleplerini öğrendiği zaman benliğini saran korkuyu yendi. Bütün delegasyonların Türkler’den daha çok ağır şartlar beklediği muhakkaktı.
Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey
Tahsin Banguoğlu
Zira siz dışardan, biz içerden yıkmaya çalışıyoruz, yine yıkılmıyor.’
Zira siz dışardan, biz içerden yıkmaya çalışıyoruz, yine yıkılmıyor.’
Zira siz dışardan, biz içerden yıkmaya çalışıyoruz, yine yıkılmıyor. ”