İçeriğe geç

Lizbon’a Gece Treni Kitap Alıntıları – Pascal Mercier

Pascal Mercier kitaplarından Lizbon’a Gece Treni kitap alıntıları sizlerle…

Lizbon’a Gece Treni Kitap Alıntıları

Gregorius: Henüz Irún’a gelmedik. Dil kursunun plaklarından alınma bir cümleydi bu, yalnızca yer adı değişikti. Gregorius’un savruk telaffuzu ve kelimeleri peş peşe sıralamadaki yavaşlığı yüzünden tereddüt etti Portekizliler. Ama pencereden dışarı bakıp istasyondaki tabelayı gördüler. “Muito obrigada,” dedi kadın. “Denada,” diye yanıtladı onu Gregorius. Portekizliler yerlerine oturdular, tren hareket etti.
Gregorius bu sahneyi hiç unutmayacaktı. Gerçek dünyada kullandığı ilk Portekizce kelimelerdi bunlar ve etkili olmuşlardı. Kelimelerin bir etkisinin olması, bir insanı harekete geçirmesi, durdurması, güldürüp ağlatması: Daha çocukken bile bir muamma gibi gelirdi bu ona
Denizi bir kez daha görebilseydim keşke, demişti annesi ölümünden altı ay önce, sonunun geldiğini sezdiğinde, ama buna gücümüz yetmez ki.
Hangi banka bana kredi verir ki, dediğini duymuştu babasının Gregorius, hem de böyle bir şey için.
“Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.”
kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. En kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı?’
İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak – gerisine ne oluyor?
Giriş holünde gözü yerdeki küçük su birikintisine takıldı, kendisinin tuvaletten gelmesini mantosundan sular damlayarak bekleyen kadının durduğu yerde oluşmuştu. O birikinti bir başka, yabancı dünyadan gelmiş bir ziyaretçinin bıraktığı izdi ve Gregorius onu arkeolojik buluntulara bakarken hissettiği huşu içinde inceliyordu.
onu kıskanan meslektaşlarının nefretle Papirüs adını taktıkları bu yavan adam, bu bilgin; kırmızı deri mantolu, rüyalardaki gibi yumuşacık, tınısı güney ülkelerini çağrıştıran, bitmek bilmeyen bir fısıltıya benzeyen, duyulması bile insanı suç ortağı yapmaya yeten bir sese sahip olan, çaresiz ve belli ki öfkeyle aşk arasında savrulan bir kadının alnına yazdığı telefon numarasıyla girecekti sınıfa.
Raimund Gregorius’un hayatında her şeyi değiştirecek olan gün, öteki pek çok gün gibi başladı.
Hayatımızın gerçek yönetmeni rastlantıdır – gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan bir yönetmen.
Kelimelerin bir etkisinin olması, bir insanı harekete geçirmesi, durdurması, güldürüp ağlatması: Daha çocukken bile bir muamma gibi gelirdi bu ona ve bundan etkilenmekten hiç geri kalmamıştı.
Çoğu kez olduğu gibi düşünceleriyle baş başaydı, ruhunu dışarıya karşı kilitlemişti.
Sen de kitaplara sığınıyorsun artık .
Sen de kitaplara sığınıyorsun artık.
İnsanın yaptığı her şey, bilinmeyen derinlikte saklı bir iç hayatın tamamlanmamış, adeta gülünesi çaresizlikteki ifadesidir sadece, bu iç hayat yüzeye çıkmaya çabalar ama onun uzağına bile ulaşamaz.
İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak – gerisine ne oluyor?
Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu.
Sen de kitaplara sığınıyorsun artık.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Dinlemek zorunda kalınan gevezeliklere karşı iyi bir roldü sağırlık
Korkularımızın asıl nedenlerini bilen var mı?
Sorun, dedi Silveira, tren Valladolid istasyonunda dururken, hayatımızı kuşbakışı göremememiz.
Bazen bir şeyden korkar insan, çünkü başka bir şeyden korkmaktadır.
Bir şeyle vedalaşabilmek için, diye düşündü tren hareket ederken, öyle bir karşı durmalıyız ki o şeye, içimizde bir mesafe oluşsun. Onu kuşatan dile getirilmemiş, müphem tabiiliği, bizim için ne anlama geldiğini gösterecek bir berraklığa çevirmeliyiz. Bunun da anlamı, o şeyin somutlaşıp açıkça görülebilir dış hatları olan bir şeye dönüşmesidir.
Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.
Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı.
Eksikliğini duyduğu güvenlik, insanın elinde olan bir şey değildi,onun eksikliği bir kabahat gibi o kişinin yüzüne vurulamazdı.
Uykusuz ınsanları sessiz bir dayanışma birbirine bağlar.
Gazete okurken, radyo dinlerken ya da kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. En kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı? Elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar, gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı getiriyor. Ama benim sormak istediğim bu değil. Sorum şu: Kelimeler düşüncelerin ifadesi mi hâlâ? Yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı sadece?
Deniz kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgâra tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterdim o rüzgârın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem.
Yaklaşılmazlığınız, baba. Annem sizin suskunluğunuzu bize tercüme etmek zorunda olan bir çevirmendi. Kendiniz ve duygularınız hakkında neden kendiniz konuşmayı öğrenmediniz
Bence Estafânia,sonunda mahkemeden çıkması için gereken fırsattı, dışarıya, hayatını özgür, sıcak alanına; ve bu bir tek kez arzularına, tutkularına uyarak yaşaması için; başkalarının canı cehennemeydi.
İnsan başkalarını kendi hayatının yapıtaşları yapmamalı, kendi mutluluğunu kurma yolunda destek olarak kullanmamalı.
Hayatın eksik olarak, bir gövde olarak kalacağı korkusu; insanın artık olmayı hedeflediği kişi olamayacağının bilincine varması. Ölüm korkusunu sonunda bu şekilde tanımlamıştık.
Sadakatsizlik: Sen bunu bana hiç söylemedin. Beklentini asla ifade etmedin, etseydin tavrımı belli ederdim, üzerinde düşünürdüm ve duygularımla yaklaşırdım ona. Ama yine de biliyordum, çünkü şöyle bir şey var: Savunmasız bir çocuğa damla damla günbegün bilgi akıtılır, ama çocuk bu sessizce büyüyen bilgiyi asla fark etmez. Görünmez bilgi çocuğun içinde sinsi bir zehir gibi yayılır. Bedenin ve ruhun dokusuna sızar ve onun hayatının rengini ve ayrımlarını belirler. Gücünü gizli olmasından alan, gizlice etkileyen bu bilgiden, kendime karşı beslediğim boyun eğmez, amansız beklentilerden oluşan bir kumaş dokundu içimde, korku yüklü ihtirasın acımasız örümceklerinin dokuduğu görünmeyen keşfedilemeyen bir kumaş. Daha sonra kaç kez, ne kadar çaresizce ve ne kadar gülünç bir şekilde kendi içimde çırpındım kendimi kurtarmak için, ama sonunda daha da çok kösteklendim. Senin benim içimdeki varlığına karşı durmam imkansızdı: Senin yarattığın sanat eseri o kadar mükemmeldi, o kadar kusursuzdu ki, olağanüstüydü, soluk kesici bir sanat eseriydi.
Onun tutkusunun onursuz bir yanı yoktu, ihtirasının da; ihtirasın kendinde onursuzluk yoktur.
İnsan ne zaman kendisidir? Her zaman olduğu gibiyken mi? Kendini hep gördüğü biçimdeyken mi? Yoksa düşüncelerin ve duyguların yakıcı lavları bütün yalanları, maskeleri ve kendini kandırışları içine aldığı zaman olduğu gibi mi? Bir insanın artık kendi gibi olmadığından yakınanlar çoğu kez başkalarıdır. Belki de aslında şöyle demek gerekirdi: Artık olmasını arzuladığımız gibi değil o. Sonunda bütün bunlar, alışılmış olanın tehlikeli biçimde sarsılmasına karşı, karşımızdakinin sözüm ona iyiliği için duyulan saygı ve ilgi maskesi altında sunulan bir slogan sayılmaz mıydı?
Hayatın eksik olarak, bir gövde olarak kalacağı korkusu; insanın artık olmayı hedeflediği kişi olamayacağının bilincine varması. Ölüm korkusunu sonunda bu şekilde yorumlamıştık. Ama hayatın bütünlüğünün ve tutarlılığının eksik olmasından nasıl korkabilir insan, diye sormuştum, bir kez geri dönülemeyecek bir olgu haline geldikten sonra bunları artık yaşayamayacaksa?
Jorge ile Prado, insanlar arasındaki lealdade’yi, sadakati tesis edenin ne olabileceğini demek bu binada kağıda not etmişlerdi. Bir tek ‘aşk’ın yer almadığı bir liste. Arzulanmak, hoşlanmak, güvence. Er ya da geç dağılacak duygulardı bunlar. Sürekli olan tek şey sadakatti. Bir arzu, bir karar, ruhun taraf tutması. Tesadüfi karşılaşmaları ve duyguları bir ihtiyaca dönüştüren şey. Bir nebze sonsuzluk, sadece bir nebze, ama olsun, demişti Prado.
‘Biliyorsun,’ dedi, ‘içimin okunmasından hoşlanmam. Yine gel, lütfen.’
ESTOU A VIVER EM MIM PRÓPRIO COMO NUM COMBOIO A ANDAR. YOL ALMAKTA OLAN BİR TRENDE OTURUR GİBİYİM KENDİ İÇİMDE.
Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyorum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgara verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım. Keşke trenin yolculuğuna hiç ara verilmese. Herhangi bir yerde sonsuza kadar durmasını kesinlikle istemezdim.
Trenden inemeyeceğimi Coimbra’da, konferans salonundaki sert bir bankta otururken kavradım. Rayları ve yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem. Sinyalleri doğru okuyup okumadığını, yanlış yerleştirilmiş makasları fark edip etmeyeceğini de bilemem. Kompartımanımı değiştiremem. Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum: Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim kondüktör kompartımanın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum. Tren hafif bir dönemeçte. Son vagonlar hala tüneldeler ama ilk vagonlar da öyle. Belki de daire çiziyordur tren, kimse, hatta makinist bile fark etmeden hep daire çiziyordur? Trenin uzunluğu hakkında hiçbir bilgim yok. Bir şey görebilmek, anlayabilmek için boyunlarını uzatanları görüyorum. Onlara selam veriyorum ama rüzgar kelimelerimi savuruyor.
Kompartımandaki aydınlatma değişiyor, ama bu konuda kararı veren ben değilim. Güneş ve bulutlar, alacakaranlık ve yine alacakaranlık. Yağmur, kar, fırtına. Tavandaki ışık donuk, biraz parlıyor, pırıltılı bir ışık oluyor, titremeye başlıyor, sönüyor, yeniden yanıyor, bir ölü kandili, kristal bir avize, parlak renkli bir floresan, hepsi birden. Radyatörlere güvenilmiyor. Sıcak havada ısıtıp soğuk havada üşütebilirler. Anahtarı çevirdiğimde tıkırtılar duyuluyor ama değişen bir şey olmadı. Tuhaftır ki paltom da beni hep aynı derecede ısıtmıyor. Dışarıda her şey alışıldık, makul seyrine kavuşuyor gibi. Belki kompartımanlarda da öyledir. Benimkindeyse durum beklediğimden farklı, çok farklı. Tasarımcısı sarhoş muydu? Deli miydi? Şeytani bir şarlatan mıydı?
Vagonlarda tarifeler var. Nerede duracağımıza bakmak istiyorum. Sayfalar boş. Durduğumuz istasyonlarda yer tabelaları yok. Dışarıdaki insanlar meraklı bakışlar atıyorlar trene. Sık sık yaşanan kötü hava koşulları camları donuklaştırmış. İç tarafın resmini çarpıtıyorlar diye düşünüyorum. Birden, nesneleri düzeltmek ihtiyacı duyuyorum. Pencere sıkışıyor. Bağırmaktan sesim kısılıyor. Başkaları öfkeyle duvara vuruyorlar. İstasyondan sonra bir tünel var. Soluğumu kesiyor. Tünelden çıkarken gerçekten durduk mu diye soruyorum kendime.
Yolculuk sırasında ne yapılabilir? Kompartıman düzene sokulabilir. Takırdamasınlar diye nesneleri sabitleyebilirim. Ama sonra hareket ederken oluşan rüzgarın şişip camı göçerteceğini düşlüyorum. Uğraşıp düzelttiğim her şey havalanıp gidiyor. Bu sonu gelmeyen yolculukta çok düş görüyorum, kaçırdığım trenlerin, tarifedeki yanlış bilgilerin, girince çözülüp boşluğa dağılan istasyonların, kırmızı kepleriyle birden boşlukta beliren istasyon görevlilerinin ve şeflerin düşünü. Bıkkınlıktan uyuyorum bazen. Uykuya dalmak tehlikelidir, dinlenmiş olarak uyandığım ve değişikliklere sevindiğim pek nadirdir. Kural olarak, uyanınca karşımda bulduğum şey beni rahatsız eder, hem içimde hem dışımda.
Bazen irkiliyorum ve şöyle düşünüyorum: Tren her an raydan çıkabilir. Evet, çoğunlukla irkiltir beni bu düşünce. Ama nadiren, akkor gibi ışıldayan anlarda kutsal bir şimşek gibi sarsar beni.
Uyanırım ve ötekilerin manzarası geçer önümden. Bazen yıldırım gibi geçer, onların değişkenliklerine ve taşkın saçmalıklarına pek ayak uyduramam; sonra durmadan aynı şeyi söyleyip yaptıkları için yine eziyet edercesine yavaş geçerler. Onlarla benim aramda bir cam olduğu için memnunum. Böylece, onlar beni serbestçe ateş altına almaksızın onların arzularını ve planlarını görürüm. Tren tam istim gidince ve onlar kaybolunca seviniyorum. Başkalarının arzuları: Bize yöneliklerse ne yaparız?
Alnımı kompartımanın camına dayıyorum ve bütün dikkatimi topluyorum. Bir kez, bir tek kez dışarıda neler olduğunu kavramak istiyorum. Gerçekten kavrayabilmek. Hemen yine elimden kayıp gitmesin diye. Olmuyor. Her şey çok hızlı gelişiyor, tren açık arazide durduğunda bile. Bir sonraki izlenim bir öncekini siliyor. Hızla koşan bellek ısınıyor, olayların uçucu resimlerini sonradan anlaşılır bir şeyin hayali olarak bir araya getirmekle meşgulüm. Dikkatli olmanın ışığı nesnelerin peşinden ne kadar hızlı koşsa da ben hep geç kalıyorum. Her zaman her şey bitmiş oluyor. Her zaman avcumu yalıyorum. Asla o anda orada olamıyorum. Geceleyin kompartımanın iç tarafı cama yansıdığında da olamıyorum.
Tünelleri seviyorum. Umudun sembolleridir onlar: Bir an gelir yeniden aydınlık olur. Eğer o sırada gece değilse.
Bazen ziyaretçi gelir kompartımanıma. Kilitlenip sürgülenmiş kapıya rağmen bunun nasıl olabildiğini bilmiyorum, ama oluyor. Çoğunlukla münasebetsiz bir zamanda geliyor ziyaretçilerim. Şimdiki zaman insanları bunlar, ama geçmişten gelen de çok oluyor. Canları istediği gibi gelip gidiyorlar, düşüncesizce davranıyorlar ve beni rahatsız ediyorlar. Onlarla konuşmam gerekiyor. Her şey geçici, mesafeli ve unutulmaya yazgılı; tren sohbetleri işte. Birkaç ziyaretçi iz bırakmadan kayboluyor. Bazıları yapışkan ve kötü kokan izler bırakıyorlar, havalandırmanın yararı olmuyor. O zaman kompartımandaki eşyanın tamamını sökmek ve yerlerine yenilerini koymak geliyor içimden.
Yolculuk uzun. Öyle günler oluyor ki hiç bitmesin istiyorum. Nadir, değerli günler. Trenin sonsuza kadar hareketsiz kalacağı son bir tünel olduğunu bilmekten mutlu olduğum günler de oluyor.
Kendimiz hakkında, başkaları ya da sadece nesneler hakkında konuştuğumuzda kendimizi sözlerimizle ifade etmek istiyoruz denebilir. Ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi açıklamak isteriz. Başkalarının, ruhumuza bir göz atmasına izin veririz. We give them a piece of our mind.

Çünkü biz kendi sözlerimizle kendimizi sadece açığa çıkarmakla kalmayız, kendimizi ele veririz. Açığa vurmak istediğimizden çok daha fazlasını ifşa ederiz; ve bazen de tam tersi olur. Ve başkaları bizim sözlerimizi kendimizin belki de hiç bilmediği bir şeyin belirtisi olarak yorumlayabilirler. Kendimiz olmak hastalığının belirtisi olarak. Başkalarını böyle incelemek eğlenceli olabilir, bizi daha hoşgörülü yapabilir, ama aynı zamanda elimize cephane de verebilir. Ve konuşmaya başladığımız anda başkalarının da bize aynı şeyi yaptıklarını düşünürsek lafımız boğazımızda kalabilir, duyduğumuz dehşet dilimizim sonsuza kadar tutulmasına neden olabilir.

Aslında ne istediği üzerine düşünmek. Kendi alışkanlıklarına ve beklentilerine, ama öncelikle başkalarının beklentilerine ve tehditlerine göğüs germek için sınırlı, tükenen zamanın güç kaynağı olduğunun bilincinde olmak. Yani zamanın geleceği kaplayan değil açan bir şey olduğunun. Böyle yorumlandığında, güçlüler için, zorbalar için bir tehlikedir yukarıdaki uyarı; onlar ezilenlerin arzularına kulak verecek kimse olmamasını isterler, kendileri bile dinlemesin isterler.
”Ne diye düşüneyim onu, son sondur, ne zaman gelecekse gelir, neden söylüyorsunuz bunu bana, en ufak bir şeyi değiştirmez ki. ”
Yanıt nedir?
”Zamanını boşa harcama, işe yarar bir şey yap. ”
İşe yarar ne anlama geliyor? Uzun zamandır beslenen arzuları gerçekleştirmeye girişmek. Daha sonra nasılsa zaman bulurum yanılgısına tutunmamak. Gerekli olan değişimle bağlantılı rahatlığa, kendini aldatmaya ve korkuya karşı yürütülen savaşta bir araçtır, uyarı. Hayal edilen yolculuğa çıkmak, bu dili öğrenmek, şu kitapları okumak, bu takıyı satın almak, o ünlü otelde bir gece geçirmek. Kendini ıskalamamak.
Daha büyük şeyler de dahildir buna: Hoşlanılmayan işten çıkmak, nefret edilen bir ortamdan ayrılmak. İnsanın daha hakiki olması, kendi özüne yakınlaşması için ne gerekliyse yapmak.
Sabahtan akşama kadar sahilde yatmak ya da kahvede oturmak: Uyarıya verilecek yanıt bu da olabilir, bugüne kadar sadece çalışmış olan birinin yanıtı.
”Günün birinde öleceğini düşün, belki de yarın. ”
”Hep düşünüyorum bunu, bu yüzden işi kırıp güneşte oturuyorum. ”
Tehditakar görünen uyarı bizi karla kaplı manastır bahçesine hapsetmiyor. Dışarıya giden yolu açıyor ve bizi şimdiye uyandırıyor.
Ölümü hatırlarken başkalarıyla ilişkileri düzeltmek. Bir düşmanlığa son vermek, yapılmış haksızlıklar için özür dilemek, dar kafalılık yüzünden belirtilmeyen takdir duygularını dile getirmek. Fazla önemsenen şeyleri artık önemsememek: Başkalarının iğnelemelerini, kendini beğenmişliklerini, yani bizim hakkımızdaki keyfi kararlarını. Uyarıyı kendini farklı hissetmek için bir talimat olarak almak.
Tehlike: İlişkiler artık hakiki ve canlı değil, çünkü onlarda o anın gerektirdiği ve belli bir mesafesizliği şart koşan ciddiyet eksik. Hem de: Yaşadığımız pek çok şey için önemli olan, onun ölümsüzlük düşüncesine değil, geleceğin daha uzun zaman süreceği düşüncesine bağlı olmasıdır. Ölümün bizi beklediğinin bilincine varılacak olursa bu yaşantıyı daha filizlenirken kurutmuş oluruz.
Başımızdan geçen binlerce deneyimden olsa olsa bir tanesini dile getiririz. Söylenmeden kalan bütün o deneyimlerin altında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler saklıdır.
Sınırsız açıkgözlülük mümkün değildir. Bizim gücümüzü aşar. Susmak zorunda kalarak yalnız olmak diye bir şey de yoktur.
Ruh gerçeklerin bulunduğu bir yer midir, yoksa sözüm ona gerçekler başkaları ve kendimiz hakkında anlattığımız hikayelerin aldatıcı gölgelerinden mi ibarettir. Bir insanın ruhu, bizim klişeleşmiş, yavan açıklamalarımızın bize yutturmaya çalıştığından çok daha karmaşıktır derdi. Her şey çok daha karmaşık. Her saniye daha da karmaşık. ‘Birbirlerini sevdikleri ve hayatı paylaşmak istedikleri için evlendiler’; ‘Paraya ihtiyacı olduğu için hırsızlık yaptı’; ‘Kırmak istemediği için yalan söyledi’: Ne gülünç hikayeler bunlar! Biz tabaka tabakayız, içimiz uçurum dolu, ruhumuz yerinde duramayan cıva gibi, huyumuzun rengi ve biçimi durmadan salladığımız bir çiçek dürbünündeki gibi değişir.
Solidão por proscrição, dışlanarak yalnız kalma; Başkalarının saygısına ve ilgisine bağlı olmamız ve bunun bizi onlara bağımlı kılması.
Sabrın tehlikeli erdemi. ”Paciência: Hayatının son yıllarında bu kelimeye gerçek bir alerji duymaya başladı, yanına sabırlı biri yaklaştığında suratı kararıyordu. Hedefine ulaşamamanın kahrolası bir yolu, diyordu öfkeyle. İçimizde fışkırabilecek pınarlardan korkmak.
Son yılında, hepimizin çok korktuğu yalnızlığın aslında nerede var olduğunu anlayamadığından sık sık yakınırdı. Yalnızlık dediğimiz şey nedir aslında, sadece başkalarının eksikliği olmamalı, insan bir başına olabilir ama yalnız olmaz; ve insanların yanındayken de yalnız olabilir, o zaman nedir yalnızlık? Karmaşa içinde yalnız olabilmemiz onun kafasını hep meşgul ediyordu. Tamam, diyordu başkalarının da yanımızda olması, yanı başımızdaki boşluğu doldurmaları önemli değil. Bizi överlerken bile, ya da dostça bir konuşma sırasında akıllıca, kendilerini bizim yerimize koyarak öğüt verirlerken bile yalnız olabiliriz. Demek ki yalnızlık salt başkalarının mevcudiyetiyle ilgili bir şey değil; ve yaptıkları şeyle de. Öyleyse neyle ilgili? Neyle Tanrı aşkına?
Fatima hakkında da, ona karşı olan duyguları hakkında da benimle konuşmazdı, Mahremiyet son kutsal şeyimiz, derdi hep. Sadece bir tek kez şunu söylemekten geri duramadı: Onun yanında yatıyor, soluklarının sesini duyuyorum, sıcaklığını hissediyorum; ve dehşetli yalnızım, dedi. Nedir bu? NEDİR?
Solidão por proscrição, Dışlanarak yalnız kalma, diye not etmişti Prado. Başkaları bizden ilgilerini, saygılarını ve takdirlerini esirgerlerse neden onlara şunu söyleyemiyoruz: ”Bütün bunlara ihtiyacım yok, ben kendime yetiyorum? ” Bunun elimizden gelmemesi korkunç bir özgür olamama biçimi değil mi? Bu bizi başkalarının kölesi yapmıyor mu? Buna karşı hangi duyguları bent olarak, koruma duvarı olarak koyabiliriz? İçimizdeki sağlamlık ne türde olmalı?
Açıkyürekli bir vedalaşmayı korkakça bir vedalaşmadan ayıran nedir? Senden açıkyüreklilikle ayrılmak demek, bizim, seninle benim, aramızda ne olduğuna dair seninle bir fikir birliğine varmak için çaba göstermemiz olurdu. Çünkü kelimenin tam ve eksiksiz anlamıyla bir veda bu anlama gelir: İki insan birbirinden kopmadan önce, birbirlerini nasıl görmüş, nasıl tanımış oldukları hususunda anlaşırlar. Aralarında neyin hedefine ulaşıldığı, neyin yarım kaldığı hususunda. Bunun için korkusuz olmak gerekir. Uyumsuzlukların verdiği acıya katlanabilmelidir insan. Olanaksız olanı da kabul edebilmelidir.
Ama birinin ruhunu anlayabilmek için kendimizi açarsak? Günün birinde sona eren yolculuk mudur bu? Ruh, gerçeklerin bulunduğu bir yer midir? Yoksa sözüm ona gerçekler sadece hikayelerimizin aldatıcı gölgeleri midirler?
Söylemesi zor. Çok zor. Gündüz düşü nedir bilirsiniz. Biraz ona benziyor. Ama öte yandan çok da farklı. Daha ciddi. Ve daha çılgın. İnsanın ömrü azalınca artık kural mural tanınmaz. O zaman da zıvanadan çıkmışa dönersin, tam tımarhanelik olursun. Oysa aslında tam tersidir: Ömürlerinin azaldığını kabul etmek istemeyenlerin yeridir tımarhane. Hiçbir şey olmamış gibi davrananların. Anlıyor musunuz?
Ana-babaların çocuklarında yanık izi gibi asla silinmeyecek izler bıraktıkları planlanmamış ve bilinmedik, ama yine de kaçınılmaz ve karşı konulmaz şiddeti düşünmek bile ürpertiyor beni. Ana babaların arzularının ve korkularının şekilleri, yakıcı bir kalemle, güçsüz ve başlarına ne geldiğini hiç bilmeyen küçüklerin ruhlarına kazınır. Ruhlara dağlanmış o metni bulmak ve ne yazıldığını sökmek için bir ömür harcarız, onu anladığımıza da asla emin olamayız.
Dünya, hayallerimizin önemli ve üzücü, gülünç ve önemsiz dramasını sahneye koymamızı bekleyen bir sahne. Bu fikir ne kadar dokunaklı ve şirin! Ve ne kadar kaçınılmaz!
Hayal kırıklığının kötü olduğu söylenir. Düşüncesizce varılmış bir önyargı. Hayal kırıklığı yoluyla değilse hangi yolla keşfedebiliriz neler beklemiş, neler ummuş olduğumuzu? Bu keşifte değilse nerede yatar insanın kendini tanıması? Hayal kırıklığı olmasa insan kendisi hakkında aydınlığa kavuşur mu?
Hayal kırıklıklarına, onlar olmasaydı hayatımız daha iyi olurdu diyerek, içimizi çekerek katlanmamalıyız. Onları biriktirmeli, bulmalı, toplamalıyız. Gençliğimde taptığım film oyuncularının hepsi şimdi yaşlılığın, çöküşün izlerini taşıyorlar diye neden hayal kırıklığı yaşıyorum? Başarının değerinin ne kadar az olduğuna dair hayal kırıklığı bana ne öğretir? Kimi insan, anne-babasıyla ilgili hayal kırıklığını kendine itiraf etmek için bir ömür geçirir. Onlardan beklentimiz nedir aslında? Hayatlarını acıların boyunduruğu altında geçirmek zorunda kalanlar, çoğunlukla başkalarının, hatta yanlarında kalan ve ilaçlarını içirenlerin davranışları karşısında hayal kırıklığı yaşarlar. Onların söyledikleri ve yaptıkları yetersizdir, hissettikleri de. ”Ne bekliyorsunuz? ” diye sorarım. Söyleyemezler, hakkında derinliğine bir şeyler bilmeseler de hayal kırıklığıyla sonuçlanabilecek bir beklentiyi yıllarca içlerinde taşıdıkları için şaşkındırlar.
Kim olduğunu gerçekten öğrenmek isteyen biri, hayal kırıklıklarını durup dinlenmeden, tutkuyla biriktirmelidir ve hayal kırıklığı doğuran deneyimleri biriktirmek bir hastalık gibi olmalıdır, hayatının her şeyi belirleyen; çünkü öyle olursa, hayal kırıklığının yakıcı, zararlı bir zehir olmadığını, bizi oluşturan gerçek çizgiler konusunda gözlerimizi açan serin, yatıştırıcı bir merhem olduğunu apaçık görebilir.
Sadece başkalarını ya da durumu ilgilendiren hayal kırıklıklarıyla ilgilenmemelidir kişi. İnsan, hayal kırıklıklarının, kendini kendisine götüren bir elkitabı olduğunu keşfederse, yaşadığı hayal kırıklıklarını öğrenmeyi arzular: Cesaret eksikliği ve yetersiz samimiyet gibi, ya da insanın kendi duygularına, eylemlerine ve sözlerine çektiği korkunç derecede dar sınırlar gibi. Öyleyse kendimizden ne bekledik, ne umduk? Sınırlarımız olmadığını mı ya da olduğumuzdan bambaşka kişiler olduğumuzu mu?
Beklentilerini azaltırsa daha hakiki olacağını, büzülüp sert, güvenilir bir çekirdek haline geleceğine ve böylece hayal kırıklığının vereceği acıya karşı şerbetli olacağını umut edenler olabilir. Ama kollarını kendisine uzatan, arsızlık eden her beklentiyi kendine yasaklayan bir hayat yaşamak nasıl bir şey olurdu, yalnızca, otobüs gelse türünden değersiz beklentilerle dolu bir hayat?
Prado ile O’Kelly, sadakati doğurabilecek bütün nedenleri o başlığın altında sıralamışlardı.
Ötekinin suçu; gelişimde ortak adımlar; paylaşılan acı; paylaşılan sevinç; ölümlüler arasındaki dayanışma; görüş birliği; dışarıya karşı ortak mücadele; ortak güçler ve zayıflıklar; yakınlık ihtiyacının paylaşılması; zevk birliği; nefret birliği; paylaşılan sırlar; paylaşılan fanteziler, hayaller; paylaşılan hayranlık; paylaşılan mizah; paylaşılan kahramanlar; ortak alınan kararlar; ortak başarılar, başarısızlıklar, zaferler, yenilgiler, paylaşılan hayal kırıklıkları; ortak hatalar
Bu listede sevgiyi göremediğini söyledi Gregorius.
” Sevgiye inanmazdı. Hatta kaçınırdı o kelimeden. Kitsch bulurdu. Şu iç şey dışında bir şey yok derdi: Arzu, hoşnutluk ve güvenlik duygusu. Bunların hepsi geçiciydi. En geçici olanı arzuydu, sonra hoşnutluk geliyordu ve ne yazık ki güvenlik de, yani birinin yanında kendini korunmuş hissetmek de, günün birinde dağılıp giderdi. Hayatın olmayacak talepleri, baş etmemiz gereken her şey, ne yazık ki pek çoktular, çok güçlüydüler, bu yüzden duygularımız yara almadan uğraşamazdık onlarla. Bu yüzden sadakat önemliydi. Onun bir duygu olmadığını söylerdi, bir arzuydu o, bir karardı, ruhun taraf tutmasıydı. Karşılaşmaların tesadüfiliğini ve duyguların rastgeleliğini bir zorunluluğa dönüştürürdü. Bir tutam sonsuzluk, derdi, sadece bir tutam, ama olsun. Yanıldı. İkimiz de yanıldık. ”
Daha sonra, Lizbon’a dönüşümüzden sonra, insanın kendine karşı sadakati olup olmadığı sorusu kafasını sık sık kurcaladı. İnsanın kendinden de kaçmaması sorumluluğu. Ne zihninde ne de gerçekte. İnsanın artık kendinden hoşlanmasa bile kendi tarafını tutmaya hazır olması. Kendini değiştirip başka türlü yazmayı ve sonra bu yazdıklarının gerçeğe dönüşmesini sağlayabilmeyi çok isterdi.
A imaginação, o nosso último santuário
Hayal gücü, o bizim son mabedimiz.
İnsanlar sessizliğe katlanamıyorlar, katlansalardı, kendilerine katlanmış olurlardı.
Hayat, yaşadığımız şey değildir; hayat, yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir.
Geceyi uykusuz geçiren yüzümü sabah güneşine tuttum ve düşündüm: Hayatları ne kadar kolay ya da zor, ne kadar kuru ya da bereketli olsa da, o hayatı daha fazla tatmak istiyorlar. Sonları geldikten sonra o hayatın eksikliğini hissedemeyecek olsalar da ve bunu bilseler de, bitmesini istemiyorlar.
Yoksa biz, bir hayatı bütün olarak anlatabilmek için yeterince şey yaşamış olma ihtiyacında mıyız?
Sonunda, bir otoportre sorunu mu, onaylayabileceğimiz bir hayat olması için yapmış ve yaşamış olmamız gereken şeylerin ne olduğuna dair uzun zaman önce edindiğimiz belirleyici bir kavram mı? Ölüm korkusunun, gerçekleşmemiş şeyden korkmak olması -görünüyor ki- tamamen benim elimde, çünkü kendi hayatımın nasıl yaşanacağının tablosunu çizen benim. Şu düşünceden daha yakın olanı var mı: Öyleyse bu tabloyu değiştiririm ben ve hayatım daha şimdiden ona uygun olur, ölüm korkusu da hemen yok olur. Yine de yapışıp kalırsa üstümde, şundandır: O tabloyu her ne kadar kendim, bir başkası değil de kendim çizmişsem de, gelişigüzel ve keyfi yapılmış değildir, rastgele değiştirilemez, içimde demirlidir ve duygularımın ve düşüncelerimin beni oluşturan kuvvet oyunundan doğup gelişir. Böylece ölüm korkusunu, olmayı istediğimiz kişi olamamak korkusu olarak tanımlayabiliriz.
Jorge’yi gecenin ortasında gafil avlayan ve bazı hastalarımda ölümcül tanıyı açıkladığım kelimelerle tutuşturduğum o gün gibi aşikar ölümlülük bilinci, başka hiçbir şeyin etmediği kadar rahatsız eder bizi, çünkü biz, çoğunlukla hiç bilmeden, böyle bir bütünlüğü amaçlayarak yaşarız, çünkü hayatta kalabildiğimiz her an, hayatiyetini, o bilinmeyen bütünlüğün yapbozunda bir parça olmaktan alır. Bu bütünlüğüne asla ulaşamayacağımız kanaatine varınca, artık ona ulaşmak için yaşayamayacağımız zamanı nasıl yaşamamız gerektiğini ansızın bilemez oluruz. Bu, ölüme mahkum hastalarımın bazılarının başından geçen tuhaf, sarsıcı bir deneyimin nedenidir: Ne kadar azalmış olursa olsun zamanlarını nasıl kullanacaklarını bilemezler.
İnsan henüz olmamış bir şeyden korkar, kendisini bekleyen bir şeyden; hep sessiz kalacak piyanoyu ise zaten biliyorsun, şimdiki zamanda konuşuyoruz ondan. Bu rahatsızlık sürebilir, ama büyümez ve büyümeden önce mantıklı bir korku doğurmaz. Yeni edindiğin bu kanaat seni ezebilir, sıkabilir, ama panik duyman için bir neden olamaz.
Hayatının bir bütün olabilmesi için ona dahil olması gereken bütün deneyimleri tatmamış olmanın pişmanlığından söz etmiyordu. Kendi hayatının şimdiki eksikliğinin bilincinde olmak başlı başına bir felaketse, hayatında bir şeylerin eksikliğini hisseden herkes hep mutsuz olurdu. Tam tersine, cansız değil de ölmüş bir hayatın söz konusu olmasının koşulu, bilinçli bir şekilde açık ve dürüst olmaktır. Demek ki mutsuzluğu doğuran başka bir şey olmalıydı: O eksiklerin giderici, bütün olmayı sağlayıcı deneyimleri yaşamanın gelecekte de mümkün olamayacağını bilmek.
Rüşveti beden, ruhtan daha zor kabul eder. Ruh kendi kendimizi aldatmalarımızın sergilendiği şirin bir sahnedir, güzel, yumuşak kelimelerle dokunmuştur, bu kelimeler kendimizle yanılgıdan uzak bir samimiyet kurduğumuza inandırırlar bizi, kendimiz tarafından şaşırtılmaktan korunacak kadar kendimizi yakından tanıdığımıza inandırırlar.
Tam o dakikada, neler olacağını anladım. En ince ayrıntısına kadar anladım, sanki geleceği görmüş gibiydim – sanki gelecek, duyduğum dehşet içinde, çoktan oluşmuş bir gerçek olarak mevcuttu; ve zamanı gelince önümde açılacaktı. Bir sonraki saatin Amedeu’nun hayatında önemli bir dönüm noktası olacağı, o güne kadar girdiği en ağır sınav sayılacağı bile apaçık belirmişti gözlerimin önünde.
Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. Böyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı ki? Artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, acele etmemizin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi, hiç fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğin karşısında hiçbir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı, çünkü onu telafi etmek için zaman hep kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk, akan zamanın bilincinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?
Bir duygu ikinci kez hissedilirse, aynı olamaz. Yeniden hissedildiğinin farkına varılmasıyla birlikte renk değiştirir. Sıklıkla gelirlerse ve çok uzun sürerlerse duygularımızdan bıkar, usanırız. O duygunun asla, hiçbir zaman sona ermeyeceğine emin olan ölümsüz ruhta müthiş bir bıkkınlık doğar, zapt edilemeyen bir umarsızlık büyür. Duygular gelişmek ister, biz de onlarla birlikte gelişmek isteriz. Eskiden oldukları biçimi reddettikleri için ve yeniden kendilerinden ve yeniden kendilerinden uzaklaşacakları bir geleceğe doğru aktıkları için şimdi oldukları gibidirler. Bu nehir sonsuzluğa aksaydı: İçimizde binlerce duygu doğardı, baştan sona görebileceğimiz bir zamana alışkın olduğumuz için hayal bile edemeyiz bunları. Ebedi hayattan söz edildiğini duyduğumuzda, bize neyin vaat edildiğini hiç bilmeyiz. Ebediyet içinde, avuntudan yoksun kendimiz olmak nasıl olurdu, kendimiz olmak gerekliliğinden günün birinde kurtulmak? Bunu bilmeyiz, bilmeyecek olmamız bir lütuftur. Çünkü bildiğimiz bir şey vardır: Bu ölümsüzlük cenneti cehennem olurdu.
Ana güzelliğini ve korkutuculuğunu veren ölümdür. Zaman, yalnızca ölüm sayesinde yaşayan bir zaman olur.
Ama yaşamak istemediğim bir başka dünya daha var: Bedenin ve bağımsız düşüncenin kötülendiği, başımıza gelebilecek en iyi şeylerin günah diye damgalandığı bir dünya. Diktatörleri, gaddarları ve katilleri sevmemizin istendiği bir dünya, ister onların kanlı çizmeleriyle attıkları adımlar kulakları sağır edercesine sokaklarda yankılansın, ister kedi gibi sessizce, korkak gölgeler halinde sokaklardan gizlice süzülsünler ve parlayan çeliği kurbanlarının kalplerine arkadan saplasınlar. Kilisede vaaz verenlerin, insanlardan bu yaratıkları bağışlamalarını, hatta sevmelerini istemeleri, dünyadaki en garip şeylerden biridir. Bunu gerçekten yapabilecek biri çıksa bile: Benzeri olmayan bir gerçekdışılık ve kendini acımasızca inkar sayılırdı ki bu, bedeli tam bir sakatlık olurdu. Şu emir, düşmanını sev diyen şu delice, anormal emir, insanların gücünü çökertmek, bütün cesaretlerini ve özgüvenlerini kırmak ve onları diktatörün elinde hamur haline getirmek içindir, getirilsinler ki diktatörlere, gerekirse silahla, karşı koyma gücünü bulamasınlar.
Kendini beğenmişlik, takdir edilmemiş bir budalalık türüdür; kendini beğenmiş olabilmek için, yaptıklarımızın tümünün kozmik önemsizliğini unutmalıyız, ki bu da olağanüstü bir budalalık türüdür.
Ama orada hiç kimse konuşmaya gereğinden fazla önem veremez, insanlar konuşurlar ve konuşmanın tadını çıkarırlar, tıpkı dillerinden sözlerin yorgunluğu gitsin diye dondurma yalamanın tadını çıkardıkları gibi. Oysa burada herkes hep durum öteki türlüymüş gibi davranır. Sanki söyledikleri inanılmaz derecede önemliymiş gibi. Ama o önemli sözlerin de uyumaları gerekir, sonra geriye pis kokulu bir sessizlik kalır, çünkü her yerde kendini beğenmişliğin kadavraları yatmakta, sessizce kendi kendilerine kötü kokular yaymaktadırlar.
Ve ansızın irkilerek, hatta bedenimde hissederek bu irkilmeyi, şunu anladım: Her zaman böyledir bu. Bir başkasına bir şey söylemek: O sözlerin bir etkisi olacağını nasıl bekleyebiliriz? İçimizden her zaman akan düşünceler, resimler ve duygular ırmağı, bu azgın ırmak öyle şiddetli ki, bir başkasının bize söylediği bütün sözlerin, eğer o sözler tesadüfen, tamamıyla tesadüfen kendi sözlerimize uymuyorlarsa, sulara kapılıp gitmemesi, unutulmaya terk edilmemesi bir mucize olurdu. Benim için durum farklı mı diye düşündüm. Ben bir başkasına gerçekten kulak verdim mi hiç? Onu söyledikleriyle birlikte içime aldım mı, içimdeki ırmağın yönünü değiştirmesine izin verdim mi?
Hayatımızın gerçek yönetmeni raslantıdır -gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan bir yönetmen.
Anevrizma. Her an son anın olabilir. En ufak bir uyarı gelmeden, tamamen habersizce, arkasında hiçbir şey, karanlık bile bulunmayan, görünmez bir duvarın öte tarafına geçeceğim. Son adımım, bu duvarı geçerken atacağım adım olabilir. Bu ani sonu kendim algılamayacağıma ve böyle olacağını bildiğime göre bundan korkmak mantıksız değil mi?
Nós homens, que sabemos uns dos outros? Biz insanlar: Birbirimiz hakkında ne biliyoruz?
Başkaları da aynı şeyi mi hisseder: Kendi dış görüntülerini tanıyamadıkları olur mu? Görüntülerinin onlara yamultulmuş, kaba saba bir sahne dekoru gibi geldiği olur mu? Başkalarının onları algılayışıyla kendi kendilerini algılamaları arasındaki uçurumu dehşetler fark ettikleri olur mu? İçeriden yaşanan yakınlıkla dışarıdan yaşananın, aynı şeye olan yakınlık diye nitelenemeyecek kadar birbirinden farklı olduğunu?
Bu bilinçliliğin başkalarıyla aramıza soktuğu mesafe, dışımızın başkalarına kendi gözlerimize göründüğü gibi görünmediğini anladığımızda bir kez daha büyür. Evler, ağaçlar, yıldızlar gibi göremeyiz insanları. Onları, belli bir biçimde karşılaşma ve böylece kendi içimizin bir parçası yapma beklentisiyle görürüz. Hayal gücümüz onları kendi arzularımıza ve umutlarımıza uyacak biçimde kesip biçer, ama aynı zamanda kendi korkularımız ve önyargılarımız da o insanlarda doğrulanabilmelidir. Bir başkasının dış görünümündeki hatlara bile kendimizden emin olarak ve tarafsızca ulaşamayız. O yolda bakışlarımız bizi özel ve biricik kılan bütün arzulara ve hayallere kayar, gözümüzü alır bunlar. Bir iç dünyanın dış dünyası bile hala iç dünyamızın bir parçasıdır, hele de bir yabancının iç dünyası hakkındaki düşüncelerimiz kesin ve dayanaklı olmaktan öylesine uzaktır ki, karşımızdakinden çok kendimizi ortaya koyarlar.
İnsan onurunun bir kısmı, alın yazısının, ağır olanının bile, gözünün içine bakma gücünden oluşur.
Önümüzde açık ve biçimlendirilmemiş olarak uzanan, özgürlüğü açısından tüy gibi hafif, belirsizliği açısındansa kurşun gibi ağır onca zamanı nasıl kullanabilirdik, nasıl kullanmalıydık?
”Korkularımızın asıl nedenlerini bilen var mı? ”

”Sorun, hayatımızı kuşbakışı göremememiz. Ne ileriye ne de geriye doğru. Eğer her şey yolunda gidiyorsa şanslıyız demektir. ”

Bazen bir şeyden korkar insan, çünkü başka bir şeyden korkmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir