İçeriğe geç

Lacan Kitap Alıntıları – Malcolm Bowie

Malcolm Bowie kitaplarından Lacan kitap alıntıları sizlerle…

Lacan Kitap Alıntıları

İnsan zihninin her ürünü kendi ölümünün kuru kafa işaretini taşır zaten; yitmek, eksilmek, yetmemek, geri kalmak ve vakti geçmek onların doğal ihtisasıdır.

Molcolm Bowie, Lacan

istek, tatmin edilebilir; arzu, tatmin edilemez: o doyumsuzdur, nesneleri sürekli firardadır.
Düşüncemin oyuncağı olduğum yerde yokum.
( ) İnsanın arzusu anlamını ötekinin arzusunda bulur; öteki arzu nesnesinin anahtarını elinde tuttuğu için değil, daha ziyade öteki tarafından tanınmanın ilk arzu nesnesi olması yüzünden
böyledir bu.
Nitekim, kişi, kendi imgesel varlığını bir öteki için yeniden kurmak amacıyla giriştiği bu çaba sırasında, onu [kendi imgesel varlığını] bir öteki gibi kurmaya zorlayan ve [imgesel varlığının] hep bir öteki tarafından ondan alınmasına hükmetmiş olan temel yabancılaşmayı yeniden keşfeder.
Olmadığım yerde düşünüyorum, öyleyse düşünmediğim yerde varım.
Düşüncemin oyuncağı olduğum yerde yokum.
Düşündüğümü düşünmediğim yerde ne olduğumu düşünüyorum.
(517; 166).
( ) Analizin konuşmanın dil tutanaklarında oluşturduğu kompozisyonun çoklu partisyonlannın hepsini çalmak demek olduğunu, üst-belirlemenin buna bağlı olduğunu, zira bu düzenin dışında üstbelirlemenin hiçbir anlamı olmadığını anlarız. (291; 79)
Demek ki, paranoyak bilgi dediğim şey, az çok arkaik biçimleriyle, insanın zihinsel yaradılışının tarihine damgasını vuran ve nesnelleştirici özdeşleşimde her biri bir evreyi temsil eden kritik uğraklara karşılık gelmektedir. (111; 17)
Ancak, Lacan, tıpkı Dali gibi,
insan dünyasının içkin bir yapısı olduğundan söz eder. İnsan bilgisi
bir yanılsamayla başlar -bir yanlış anlama, bir aldanma, bir ayartılma,
bir kanma- ve ardından kaçınılmaz bir özerk sistem kurar.
Ayna uğrağında bir şey dünyadaki ilk kıvılcımını gösterir. Çocuk, yiyeceği, güvenliği ve rahatı için hâlâ yetişkinlere bağımlıdır ve kendi bedensel hareketleri üzerindeki denetimi hâlâ kısıtlıdır; oysa, şimdi, burada, aynanın karşısında ilk kabataslak biçimleriyle bireyin müstakbel özerkliği ve denetimi durmaktadır. Ayna imgesi, yeni doğan ‘ben’in sadeleştirilmiş bir ifadesidir.
İstek, tatmin edilebilir; arzu, tatmin edilemez: o doyumsuzdur, nesneleri sürekli firardadır.
Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır.
Bilinçdışı Öteki’nin söylemidir.
Mektup daima adresine ulaşır.
En bozucu rahatlık entelektüel rahatlıktır.
Cinsel ilişki diye bir şey yoktur
İhtiyaçtan zorunluluğu çıkarınca geri kalan her şey sanattır.
“İnsan tutkularında rezalete doğru yerleşik bir eğilim vardır ve her bireyde ilk kaygısının ve zavallılığının vuku bulduğu olay mahalline geri dönme yönünde nostaljik bir istek bulunur.“
– (…) Fail, dilde ve dil tarafından iflah olmaz biçimde bölünmüştür; ne var ki, ”modern insan” hâlâ bunu anlamış değildir
– (…) Aldatıcı bütünlük ve cehennemi parçalanış arasında sıkışık kalmış olan ego, bahtsız bir hayat sürer!..
– (…) İnsan aynada akseden hayâlinin gerçek dışılığının gerçekliğini kabul ederek onun büyüsünü bozmak zorundadır
Tekil olarak düşünülürse veya düşünüldüğünde her dürtü imkânsızlığın izini taşır: her biri doygunluk noktasını arayan ve bulamayan arzudur. Bu noktayı bulmayı başaramayınca kendini yok etmeye uğraşır ya da kısmen uğraşır: her dürtü gerçekte bir ölüm dürtüsüdür (848). Lacan daha başka birçok bağlamda olduğu gibi burada da Freud’un Todestrieb (‘ölüm dürtüsü’) kavramını*, onun etkinliğinin sadece gösteren zincirine içkin olduğuna hükmederek, basitleştirmektedir.

*İlk kez Freud’un haz ilkesinin ötesinde (1920) eserinde geçer.

“Arzunun üzerine kurulduğu eksikliği yaratan hadım edilme varsayımıdır.” (852) Arzu, ‘kaynak’, ‘amaç’ ve ‘nesne’ bir araya geldiğinde değil, çoktan arzulayan Öteki’nin ‘hayır’ demek için müdahale ettiği anda meydana gelir. Hadım edilme ‘varsayım’ı hem bu Öteki’nin yasasına boyun eğmek, hem de onun arzusunu kıskançlıkla kendine mal etmek demektir; dolayısıyla, daha ortaya çıktığı andan itibaren bir ‘imkânsızlık’tır.
İnsan arzusunun manzarası nasıl da inciticidir.
Tüm insanlar, vaktinden erken doğarlar.
Hakikate doğru bir ilerleme sağlanacaksa eğer,
aynanın ötesine ‘aynanın parıltısız olan, ona üzerinde hiçbir şeyin
yansıma olmadığı bir yüzey sunan’ tarafına geçmelidir
İnsan zihninin her ürünü kendi ölümünün kurukafa
işaretini taşır zaten; yitmek, eksilmek, yetmemek, geri kalmak ve
vakti geçmek onların doğal ihtisasıdır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Arzu tam da dile getirildiği için dile getirilemez.
– (…) Beni çoktan bulmuş olmasaydınız, beni aramazdınız
– (…) Olmadığım yerde düşünüyorum, öyleyse düşünmediğim yerde varım.
Düşüncemin oyuncağı olduğum yerde yokum
– (…) İnsan ihtiraslarında rezalete doğru yerleşik bir eğilim vardır ve her insanda ilk kaygısının ve zavallılığının vuku bulduğu olay mahalline geri dönme yönünde nostaljik bir istek bulunur
“Olmadığım yerde düşünüyorum, öyleyse düşünmediğim yerde varım. Düşüncemin oyuncağı olduğum yerde yokum.“
”Zira, istek tatmin edilebilir; arzu tatmin edilemez: O doyumsuzdur, nesneleri sürekli firardadır. ”
Lacan takipçilerini bekleyen acil görev, bütün karmaşıklığı ve iflah olmazlığıyla klinik vakaları tekrar psikanalitik araştırma alanına geri getirmektir. Acı ve ölüme daha fazla ağırlık verilmesi -sessizce, Gerçek içinde- ve bunların Lacan’ın giderek uzmanlaştığı yatıştırıcı söz-büyüsüyle matematik-büyüsünden kurtarılması gerekmektedir. Bilhassa Lacancıların kendilerini Lacan söylencesine daha az kaptırmaları, kısır miras devralma kavgalarına daha az rağbet etmeleri ve Lacan’ın en kayda değer mirası olan söylen çözücü zekâya daha fazla duyarlı olmaları gerekmektedir. Lacan yirminci yüzyılda (yirmi birinci yüzyıl için herhangi bir öngörüm yok) düşünsel başarıları Freud’unkiyle herhangi bir biçimde karşılaştırılabilir olan tek psikanalisttir. Bu başarının fevkaladeliği Lacan’ın koşulsuz hayranlarının gevezelikleriyle karartılacak olursa çok yazık olur.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Başka Freudcular kendilerini özgün kuramsal metinlerin açıklayıcıları, tashihçileri veya devamcıları tayin ederken, Lacan o metinlerin başlangıçta yarattıklan şoku sürekli hissetmek ister. Ona göre, psikanalizin başına gelebilecek en kötü şey, ihmale ya da karalamaya maruz kalmak değil, onun kusursuz, gelişimini tamamlamış, kendine yeterli veya tartışma götürmez zannedilmesidir. Analitik konuşma ve analitik kuram birbirleri için elzem olan birer ‘dışarı’ temin ederler: tutarlılığı reddetmenin ve ‘bir mesafe yaratmanın’ bir yolu. Ve kuramın içinde Lacan’ın geç döneminin modelleri aynı tür bir role sahiptir: ‘Freudcu olmayı’ bitmez bir göreve, tükenmez bir hayret ve kızgınlık kaynağına çevirirler.
Lacan’a göre özneyle ilgili her tartışma bilinçdışının nezaretinde gerçekleştiği gibi, bilinçdışı söylemin kesintililik ve ritimliliğinden kurtulması da olanaksızdır. ‘Bir açılış, bir vuruş, dönüşümlü bir mas ediş’ (838) bilinçdışının alameti farikasıdır. Onun açıklığı ebedi kapanışın açıklığıdır; onun içyüzü içeride durmayacak malzemelerden oluşur; zaman ise daima eli kulağında olan kapanma zamanıdır.
özne geri getirilemeyecek bir geçmişle ulaşılamayacak bir geleceğin kesiştiği noktada varlık kazanır; onun yapısı, geçip gitmiş olanla henüz meydana gelmemiş olan arasında dilde yapılan sürekli bir çapraz-dikişlemenin yapısıdır.
Lacan, psikanalize onda olmayan bir gelecek zaman kipi vermeye çalışmakla Freudcu geleneğin dışına çıkmıştır. Bunu yaparken de çoğunlukla Heidegger’e ve onun insanların Varlığına atfetmiş olduğu Zukünftigkeit veya ‘geleceksellik’ fikrine baş vurmuştur.
Lacan’a göre, Freud’un da düşündüğü gibi, bütün zihinsel vakalar için geçerli olan tek bir kurallar manzumesi bulunduğunu ve hastalıklı vakalarınsa geniş anlamıyla öznelliğin yapısını incelemeye yarayan mercekler olduğunu düşünmek çok daha anlamlıydı.
Fantezi analitik buluşmadan çıkarılıp atılamaz, fakat onu işlemek ve karmaşıklaştırmak mümkündür; anlamlandırma bir kez başladığında, objet a bireyin gizli ütopyalarının latif nesneleri arasından çıkagelir. Lacan, diyalektiğinin bu değişken ifadelerinde değişmeyen bir polemiği sürdürmektedir. Fantezi alıp veren ve ‘ben’in savunmalarını tahkim eden analize savaş açar yine. Geç Lacan’a göre analiz çaba ve dikkat gerektiren bir konuşma sanatıdır ve bu sanatta insan isteklerinin beyhudeliği baştan varsayılır ve nesnenin değişkenliği yanılsamasız ama içten bir sözleşmenin temeli olur.
Analitik diyalog asla klinik olarak arındırılmış bir Özne-Öteki ilişkileri ortamında gerçekleşmez; her tarafın muhatabını içinde yeniden konumlandırdığı dil, gösteren yasasına karşı koyan bir başka boyutla bitişir ve kesişir. Bu, içinde ‘ego’nun kendi geleceğini tecrübe ettiği fantezidir. Burada çeşitli şeyler yapabiliriz: ideal bir eş veya ilahi bir otorite figürü veya dileklerin gerçek olduğu bir ütopya tahayyül edebilir, Öteki’ne kendi taleplerimizle mucizevi biçimde tıpatıp uyan istekler atfedebilir, Öteki’ni saadetimizin anahtarını elinde tutan ya da aradığımız hazzı şahsında cisimleştiren bir biçimde canlandırabiliriz. Benzer biçimde, fantezi zalimlik ve ölüm etrafında dönerse, kendimizi katıksız bir acının, katı bir cezanın, sonu gelmez bir işkencenin ya da çok iyi hesaplanmış ölümcül bir darbenin alıcı ya da vericisi konumunda düşleyebiliriz. Bir diğer deyişle, öznelliğe egemen olan ‘mutlak karşılıksızlık’ koşulları içinde fantezi bize bir özdeşlik, bakışım ve tersine çevrilebilirlik rüyası kurar.
Özne gösteren tarafından ‘ketlenmiş’ve dolayısıyla içine bir ölüm anlayışı zerkedilmiş olarak ortaya çıkar. Üstelik, bu bir aşılanma olmaktan çok bir zehirlenmedir. Ölüm zevki öznenin deneyimle edindiği veya çaresizce son bir defa alınacak zevk diye yöneldiği bir şey değildir, zira gösterenin tehlikeli ve reddedilemez bir armağanı olarak baştan beri oradadır. Dürtü, varlığın oyulmuş merkezinin etrafında dönüp durdukça dışarıya, tatmin vaat eden nesnelere doğru çekildiği gibi, aynı zamanda içeriye, zaten bildiği bir kaybın en tam biçimine doğru çekilir.
Tekil olarak düşünülürse veya düşünüldüğünde her dürtü imkânsızlığın izini taşır: her biri doygunluk noktasını arayan ve bulamayan arzudur. Bu noktayı bulmayı başaramayınca kendini yok etmeye uğraşır ya da kısmen uğraşır: her dürtü gerçekte bir ölüm dürtüsüdür (848).
“Arzunun üzerine kurulduğu eksikliği yaratan hadım edilme varsayımıdır.” (852) Arzu, ‘kaynak’, ‘amaç’ ve ‘nesne’ bir araya geldiğinde değil, çoktan arzulayan Öteki’nin ‘hayır’ demek için müdahale ettiği anda meydana gelir. Hadım edilme ‘varsayım’ı hem bu Öteki’nin yasasına boyun eğmek, hem de onun arzusunu kıskançlıkla kendine mal etmek demektir; dolayısıyla, daha ortaya çıktığı andan itibaren bir ‘imkânsızlık’tır.
Lacan tekrar tekrar belirtir: cinsel ilişki diye bir şey yoktur; çünkü her ne kadar her eş ötekinin Öteki’si karşısında Özne rolünü oynamaktaysa da, bu rol tertibi asla bakışım ya da karşılıklılık üretmez; dil onlar arasında her zaman kontrol edilemez ve kurtulunmaz fazladan bir ötekilik yükü, Tanrı denebilecek kadar her yerde hazır ve nâzır ve tümgüçlü bir üçüncü şahıs yaratır. Kadın zevkinin özgül avantajı bu her iki tanrıya da galebe çalmasıdır. O daima hem Bir’i tamamlayıcıdır hem de onun onuruna dikilebilecek her sistemin düşmanıdır; aynı zamanda kendilerinden geçerek Ötekilikten ve onun fenalıklarından uzaklaşırlar. Orgazmdan nadiren böyle ağır bir felsefi yükü kaldırması istenmiştir.
Lacan kadın orgazmı diye bir şey olduğunu ve onu ‘fallusun ötesine’ koymak gereğini duyduğunu bildirirken samimi bir şaşkınlık sergiler.
Lacan, cinsel tip ve eğilimlerin Sembolik düzende kurulduklarını, fizyoloji ya da geniş anlamda doğa tarafından insanlığa bahsedilmiş olmadıklarını, fallusa dair uygun giriftlikte bir kuramın oluşan bu kuruluşu görmemize olanak sağlayacağını şiddetle vurgular.
Lacan Spaltung’a tek başına başlatıcı (inaugurating) bir güç atfeder. Arzu onun hasmı değil, bilakis türevidir. Eros’a ve özneler olarak kendimize dair bilebildiğimiz her şey halihazırdaki bölünmüşlüğümüzden onun ilk baştaki haline doğru azim ve tutkuyla yolculuk edebilme becerimizden gelir. Lâkin, Lacan’a göre bu geriye bakışlı yolculukta derinden memnuniyetsizlik verici olduğu kadar aynı derecede baştan çıkarıcı bir şey vardır.
Lacan, ‘öznenin ancak konuştuğu ölçüde özne olabildiği için uğradığı yarılmadan (Spaltung) (643; 269) ve ‘anlamlandıncı Spaltung tarafından bölünmüş olan ‘özne’den (693; 269) söz eder. Lacan’ın daimi nakaratına göre, başlangıçta yarık vardı. Bunu tarif etmenin de iki yolu vardır: kullandığı dille birlikte konuşan öznenin başına gelen bir yarılma olarak ya da insan tutkularına içkin olan ve ortaya çıkışı her birey için dil kazanımından öncesine götürülebilecek bir yarılma olarak. Emzikliyken ihtiyaçla talep arasında meydana gelen Spaltung’un kişiyi sonraki yıllardaki bölünmüş özneliğine mahkûm ettiğini kabul etmemiz beklenmektedir.
Çocukla anne arasındaki ilksel ilişkide talep, başlangıçta ihtiyacın ‘beri yanında’dır – çünkü çocuk, birincil vazifesi orada bulunmak olan ve ancak ikincil olarak ihtiyaçları karşılama ‘şerefine’ nail olmak üzere çağırılan bir Öteki kurar. Daha sonra, kesin olarak belirtilmemiş bir anda, talebin ‘öte yanında’ bir şey tekrar belirir. Bu, ihtiyacın karşılanması bir sevgi deliline dönüştürüldükten sonra geride kalan tatminsizliğin kalıntısıdır: ‘mutlak yoksunluk etkisi bir yokoluşun geride bıraktığı kalıntıdan doğar’ (695; 287). Tabii ki, arzu, ölen ihtiyaçtan sonra hayatta kalan bu ‘mutlak yoksunluk etkisi’nin bir başka adıdır. Ancak, bu noktaya varıncaya dek mekânsal modeller öyle hızlı çoğalır, arzu öyle dallanır budaklanır ki artık en bariz gerçekliği, yani her gün amansızca dürtüp duruşu gözen kaybolma tehlikesindedir.
Arzu sadece değişken ve öznenin haritalandıramayacağı bir alan değildir: o daimi bir yıkım alanıdır.
Özne gösteren zincirini eklemlerken [olunmak ya da olsun] istenenin yanı sıra -sözün mekânı olan Öteki’nin aynı zamanda bu mahrumiyetin de mekânı olması halinde- Öteki’nden iltifat görme isteğini de açığa vurduğu ölçüde, arzu, talebin kendi beraberinde [berisinde, en deçâ de] açtığı boşlukta ortaya çıkan şeydir. Bu surette, tatmin etsin diye Öteki’ne arz edilmiş olan şey, fakat kendisi de varlıktan yoksun olduğu için onun da sahip olmadığı şey, aşk denilen şeydir ama o aynı zamanda nefret ve cehalettir de.O, ayrıca, herhangi bir talebin dile getirdiği ihtiyacın ötesinde [au-delâ de] uyandırdığı ve kuşkusuz istemde dile getirilen ihtiyaç tatmin edildiği ölçüde öznenin bir o kadar daha yoksun kaldığı şeydir. (627; 263)
Bölünmüş, yokluk ve eksiklikten mağdur olan özne, ötekine basitçe ihtiyaçlarının tatmini için bakmaz, kendisine koşulsuz bir evet lütfetsin diye bakar. Şayet bu kişilerarası karşılaşmalarda söz konusu olan sade ihtiyaç olsaydı, pekâlâ bir emzirme makinesi ya da bir umumi şemsiye hizmeti de aracı kişi kadar bireyin ihtiyacını görebilirdi. Lâkin, her yardım dileme durumunda görülebilecek paradoks ve terslik şudur ki, talebin muhatabı olan öteki asla onu koşulsuz biçimde yanıtlayabilecek konumda değildir. O da bölünmüş, o da mağdurdur ve her ne kadar yüksek sesle söylenmiş olursa olsun, onun ‘evet’i olsa olsa gizlenmiş bir belki veya bir dereceye kadar olabilir ancak.
Lacan’ın fallus terimini kullanışı ilginç bir fikre dayanır. Embriyolojide fallus, süreç içinde penisi ve klitorisi oluşturacak olan ilkel yapıdır. Lacan’ın öğretisindeyse, o, eril ve dişil organların Sembolik’te birlikte sürecekleri ayrışmamış bir ahiret hayatıdır (690; 285): fallus gene bir ilkel yapıdır, ancak bu noktada artık anatomiden evrensel anlambilime terfi etmiştir. Vaktiyle cinsiyetsizdi; bir zaman insan bedeninden geçerek o arada cinsel farklılığı yaratmış, şimdi yeniden cinsiyetsiz olmuştur.
Fallus bir organ tarafından örgütlenmiş anlamın taahhüdüdür ve aynı biçimde sürekli önceden haber verilen anlamın kaybı ya da iptalidir.
Zira, fallus bir gösterendir, analizin öznelerarası ekonomisindeki işlevi onun gizemlerde gördüğü işlevi açığa çıkarmak olan bir gösteren. Zira, o, gösteren olarak bulunuşuyla gösterilenin etkilerini koşulladığı için gösterilenin etkilerini bütünüyle belirlemekle yükümlü olan gösterendir. (690; 285)
bilinçdışının himayesindeki hakikat hiçbir savunucuya ihtiyaç duymaz; ayrıca, temiz havadan, kara somundan veya evrensel oy hakkından farklı olarak herhangi bir siyasi programa temel de oluşturmaz. Gerçekten de, konuşan öznenin kaçınılmaz yazgısıdır o: sözün her yerinde ve her daim hazır bulunur – konuşmanın boş olması halinde bir vaat olarak, doluysa duyulur bir zafer olarak vardır.
hakikatin bir bütün olarak anlamlandırma sürecinin bir ürünü olduğunu, yani nerede ortaya çıkarsa çıksın -ister bir edebiyatçının doğurgan monologlarında, ister analitik diyalogda olsun- onun öznelerarası ve konuşmaya ait olduğunu ve verili herhangi bir gösterenler ya da belirtiler dizisini ‘hakiki’ kılan şeyin bilinçdışının dil üzerindeki etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Hakikat, bu anlamda, kesin bilimlerin kesinliğiyle zıtlaşır: o bir ‘kurgusal düzenleniş’e (17; French Freud, 46), bir ‘kurgu yapısı’na sahiptir (451, 808; 306); onun değişken hatlarının izini sürecek hakikat arayıcısından ‘çelik gibi bir disiplin’ ister. (365)
Hakikat her tür hata ve yanlış anlamada, saçmalıkta ve söz oyununda, anlamın rüya-işinin labirenti içindeki gezintilerinde bulunur. Bireysel hal ve düşüncelere içkin olamayacağı gibi, ancak kısaltılmış ve nöbetler halinde nükseden biçimde var olabilir. Bileşik ve heterojendir, Özne ile Öteki’nin ortak alanıdır ve şeylerin oluşuna ilişkin dürüst insan bildirimlerinden olduğu kadar kolaylıkla yalan ve aldatmacalardan da kurulabilir.
Hakikatin ait olduğu herhangi bir yer ya da şey varsa eğer o da bilinçdışıdır – psikalanalitik düşüncenin bütün dokusu bize bunu telkin etmeye çalışır. Fakat, tam da bu nedenle, ona ancak kısmen, değişik kisveler altında ve geçici olarak sahip olmak mümkündür.
Gerçek aynı anda hem içsel hem de dışsaldır; ayrım gözetmeksizin hem salim kafa hem de delilik için geçerlidir. Her haliyle, dilin müdahalelerine başarıyla direnmektir.
Gerçek, gösterenler ağının ötesinde yer almakla birlikte, onda denetlenemez bir altüst oluşa neden olur. Katı ve inatçıdır ama özneye yaptığı baskınları (intrusions) ne öngörmek ne de önünü almak mümkündür. Özne açısından Gerçek, yeryüzündeki her şeyden daha etkili olmakla birlikte, düşlemsel, sığ ve arızidir.
Baba Adı aynı zamanda hem yasa koyucu hem de cezalandırıcı olan bir otoritenin sembolüydü. Sembolik’te Sembolik’i mümkün kılan şeyi -çocuğun arzusuna güçlü kısıtlamalar koymuş ve koydukları yasanın ihlalini hadımla cezalandırma tehdidinde bulunmuş bütün âmilleri- temsil ediyordu. Yasa’yı ilk başlatan âmil o olduğu gibi, gösteren zincirine sahip olduğu hareketliliği ve bükülgen eklemliliği veren de oydu. Bu temel gösteren çıkartıldığında bütün gösterme süreci altüst olurdu
“Sembolik olanın ışığına çıkmamış şey gerçekte ortaya çıkar.” (388)
Gerçek özne için geçilmez bir eşiktir, öyle analitik karşılaşma esnasında bertaraf edilebilir cinsten değildir: “Bizim etkinliklerimizi her şeyden çok düzenleyen gerçek budur ve onu bize psikanaliz gösterir.” (XI, 59; 60)
Lacan’ın modelinin tam kapasite çalışırken nelere kadir olduğunu tartışmaya geçmeden önce biraz durup onun psikanalitik tartışmaya yaptığı nispeten yerel katkıların birkaçını gözden geçirmek istiyorum. İşte, üç kısa örnek: (i) imgesel yanılsamayla aynı şey değildir, çünkü imgesel düzeni oluşturan fantezisel yapılar son derece dayanıklıdır ve bunların Gerçek’te etkileri olabilir. ‘Yanılsama’ olmaları halinde bile, bunlar çok sağlam yapılanmış ve tümüyle etkin yanılsamalardır. Analist bunları nasıl teşhis edeceğini bilmeli ve analiz görenin bunları sembolleştirme sürecine sokmasına yardımcı olmalıdır, (ii) Her ne kadar Sembolik’in İmgesel’e ‘önceliği’ varsa da, birinciye içeriğini veren ve ona iş çıkaran ikincisidir. Analitik diyalog, imgesel düzenin sahte sabitliklerini harekete zorlamanın bir yoludur ve uygulayıcıların kullandığı teknikleri gözetenlerin imgesel yapıların bu tekniklere tekrar nüfuz edebilme boyutu konusunda sürekli uyanık olması gerekir, (iii) Sembolik’in başta gelen vasıflarından biri ölümün ona içkin olmasıdır: ‘sembol her şeyden önce şeyin öldürülmesi ya da helak edilmesi biçiminde kendini gösterir ve bu ölüm öznede arzunun ölümsüzleştirilmesine temel olur. (319; 104) Ölüm, Gerçek’in nihayetinde galebe çalması demek olmakla birlikte, küçük dozlar halinde ve belirtik [semptomatik] olarak konuşmada çoktan mevcuttur. Şayet analitik kılgı başlıca ağırlığı İmgesel’e ve ‘ben’i desteklendirmeye verecek olursa, ölüm korkularını ve ölüm arzularını etkinliklerinin kapsamından çıkarmış olacaktır. En kötü ihtimalle, analiz görenin boş ve küçültücü bir ölümsüzlük anlayışı geliştirmesine yardakçılık edecektir. Oysa, Sembolik’e ağırlık vermek, bireyin ölümlülüğünün konuşmasına ve konuşulmasına olanak verir; onun arzusunda yanılsamasız olmasını ve bir süre için Gerçek’e karşı çıkmasını sağlar.
Sembolik, imgesel ve Gerçek durmaksızın birbirini sıkıştırır ve aralarında kısa süren ateşkesler olsa da analitik buluşmanın içinde ya da dışında kapsayıcı bir sentez düzeninin oluşmasına izin vermezler. Bu üç düzen birlikte insan zihninin tipik düzensiz işleyişlerinin üzerinde haritalandırılabileceği karmaşık bir topolojik alan oluştururlar.
Freud’a göre kusursuz öz-denetime dair bütün umutlar boşunadır; id, ben ve üst-ben arasındaki meselelerin temelli bir çözüme kavuşması asla beklenemezdi.
Gerçek, Lacan’ın Sembolik’e biçtiği oldukça hatırı sayılır gücü de aşan sınırsız, yılmaz güçtür. Şu halde, Lacan’a göre Gerçek anlamca ‘tarif edilemez’e ya da ‘imkânsız’a yakın düşer; ama bu, Lacan’ı ona karşı yılgın ya da teslimiyetçi yaklaşımlar benimsemeye götürmez. Tam tersine, kullanışlı bir analitik araçtır o. Kavramın önemi yalnızca Sembolik ve İmgesel’i kapalı bir sistem içinde yerine getirmeye zorladığı ilave çalışmada değil, aynı zamanda yılgınlık yaratmış psikanalitik meselelerle ilgili tartışmaya yaptığı katkıda yatar.
Nitekim, gerçek beklemez, hele özneyi hiç beklemez çünkü o sözden hiçbir şey beklemez. Ama oradadır, varoluşuyla özdeş, içinde her şeyin duyulabildiği bir gürültü olarak, her patlak verişinde ‘gerçeklik ilkesinin’ dış dünya adı altında onun içinden kurduğu şeyi örtmeye hazır biçimde oradadır. (388)
Lacan’ın Gerçek’le ilgili anlatısı başka yazılarında olmayan ciddiyette bir söyleyişle ayırt edilir. Kişi istediği kadar gösterenin hareli gölgesinde dans etsin, istediği kadar üslubunun tüylerini kabartıp seyran ettirsin, yine de hepten ve hiç telafisiz biçimde anlamlandırma boyutunun dışında kalan bir dünya vardır. Konuşan öznenin sözlerinin abes düşmemesi için bu dünyadan ona uygun terimlerle söz etmek gerekir: ‘Zira onu nasıl bir altüst oluştan geçirirsek geçirelim, gerçek daima yerli yerindedir; topuğuna yapışıp onu oradan sürmeye yeltenen şeyi umursamazlıkla taşır’ (25; French Freud, s. 55). ‘Gerçek hep aynı yere geri dönendir’ (XI, 49, 49) sözü, uygun bir formül olmakla birlikte, Lacan’ın kavramının psikanalizde genellikle anlaşıldığı anlamıyla ‘gerçeklik’ten ne denli ayrı olduğunu yeterince anlatmaz. Freud’a göre, ‘gerçeklik’ insan zihninin dışındaki dünyadır; ‘gerçeklik ilkesi’ ise bireyin arzularının peşinden giderken bu dünyanın ona sınırlar koyduğunu tanımasında yatar. Buna karşılık, Lacan’a göre Gerçek sembolik süreçin dışında kalan şeydir ve zihinsel dünyada olduğu kadar maddi dünyada da bulunur. Örneğin, denetlenemezlik ve simgeselleştirilemezlik bakımından bir travmanın maddi nesnelerden geri kalır yanı yoktur.
Gerçek’in Sembolik ve İmgesel’e uyguladığı çekim kuvveti öyle güçlüdür ki aralarındaki ilişkinin çapraşık ve istikrarsız olmaktan başka şansı yoktur.
Sembolik düzenden genellikle beğeniyle söz edilir. O bir sabitlik değil hareketlilik, benzerlik değil çeşitlilik alanıdır. O, dilin, bilinçdışının ve öteki kalan ötekiliğin alanıdır. O, benden farklı olarak öznenin varlık kazandığı, daha açık bir deyişle, hep kopuk ve süreksiz bir tarzda varlık kazandığı düzendir. Sembolik düzende ‘her şey varsayılı bir yokluk [absence] temelinde var olur, bunun dışında var olan hiçbir şey yoktur. Her şey ancak var olmadığı ölçüde vardır’ (392). Boşluklar, doluluklar kadar anlamlandırıcı güce sahiptir ve biri olmadan diğerinin böyle bir gücü yoktur. İmgesel’i mesken tutan, başkalarının dünyasına onu dondurmak, budamak ve kendine katmak için atılırken, Sembolik’in müzmin bir öznelerarasılığı ve sosyalliği vardır. Hiçbir üyesinin kendi olmasına, kendi kabuğuna çekilmesine ya da ötesindeki şeyleri kendi suretinde yaratmasına izin vermeyen bir res publica, bir kamusallıktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir